12 Mart 2024 Salı

NASIL?

 

        Nasıl sığdırırsın

        Döktüğün gözyaşının her bir damlasına

        Gökteki ayı, yıldızları

        Tüm sızısıyla gelen yapayalnız geceyi?

 

         Ve nasıl unutabilirsin bensizliğini

         Peki ya ben sensizliğimi?

YİTİK BİR MASAL

 

 

           Kapanıyor kapısı pembe renkli taş evin

           Bir daha hiç açılmayacak belli

           Boş avluda bir adam

           Yorgun, yılgın, beklemekten usanmış

           Melteme takılan bir tutam yasemin kokusu titreten içini

           Geçmişe dair her şey yalın bir üçleme şimdi

           Eski ev, paslı tokmak ve kokusu yaseminin

          

                    

Kelebeğin Kırgınlığı

 

Birkaç uzak sevda sözcüğü dudaklarında

Ve nemli yaz akşamlarının buğusu gözlerinde

Öylesine pulsu

Öylesine ağlamaklı


Pişmanlık değil

Böylesine karaya çalan geceyi

Eski bir dost

Gözlerine gümüş izler bırakan

Ayrılık.                           


                   

                       

Düş

 

          Ufalmaktadır gökte

          Kapanmaya yüz tutmuş

          Beyaz zambak misali Ay

 

          Doğrulup seslenir o an

          Uyanan gece

          Balkonların korkuluğundan

 

          Bir şarap, bir karanfil kokusu

          Akar gider merdivenli sokaklar boyu

 

          Yaşlı kadınları yedi tepeli krallığın

          Gülümserler tam bu sıralar

 

          Uzat ellerini geceye

          Haşhaş çiçekleri açsın avuçlarında

          Düşlerindeki gibi

          Hep düşlediğin gibi...

   

7 Şubat 2024 Çarşamba

Mezarlık

Mezarlığın kıyısında

Tatlı düşler, tutkulu öpüşler

Yaşamın coşkusu

Ve kederi ölümün


Bin yıllık sütunların sırtladığı cami

Taş avlu, asırlık çınar

İnanç ve isyan

Kader ve gayret

Korkaklık ve cesaret


Düşleri gölgeleyen bulutlar

Batan güneş

Ayaza dönen hava

Buz kesen ten


Mezarlığın kıyısında

Yapayalnız iki ruh

Yolları, yönleri gibi iklimleri de ayrı 

Biri çoktan başka bir alemde

Ve diğer beklemekte ölümü









4 Haziran 2018 Pazartesi

HÜZÜN, TEZER ÖZLÜ’NÜN GİZLİ İMZASIDIR



Siz satırları arasında gezinirken,  genç bir kadın elinizden tutar, yaşanmışlıklarına götürür ve sessiz çığlını duyun ister.

Edebiyat tarihimizin en özgün ve önemli kadın yazarlarından biri olan Özlü’nün dünyasına adım atmadan önce, kendinize şu soruyu sormanızı öneririm: “Cümlelerinde saklı sarsıcı itiraflara,  derin buhranlara ve düşle gerçek arasındaki ince çizgide şekillenmiş olağanüstü bir anlatıma hazır mısınız?” Bir kitap ya da yazar için değerlendirme yaparken onu okuduğunuz zaman, mekan, o esnadaki ruh haliniz ve hatta dinlemekte olduğunuz müzik bile yaşayacağınız hazzı etkiler. Kalemiyle tanışırken, bu kriterlere hassasiyet gösterilmesi gereken en önemli yazarlardan biri de şüphesiz Tezer Özlü’dür. Çünkü o, alelade ortamların, ayaküstü okumaların yazarı değildir.

1980 yılında okurlarla buluşan ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri, yazarın çocukluğuna ve hayatının önemli dönemlerine tuttuğu aynanın müthiş bir yansıması. Farklı yaşlarda, farklı şehirlerdeki yaşanmışlıklarının izini sürerken, duygusal dalgalanmaları karşısında şaşkına dönüyorsunuz. Özünde, sadece çocuksu bir coşkuyla sevilme ve dayatılanı değil tercih ettiğini yaşayabilme arzusu yatan roman,  arada durup derin bir nefes alarak devam etme hissi yaratıyor.
Çocukluğun Soğuk Geceleri, yazarın geçmişine doğru çıkılan kısa ve sarsıcı bir okuma serüveni. Öyle ki, bir kaç saat içinde okuyup bitirdiğiniz kitabın etkisi günlerce sürüyor. Orta halli semtlerde, sobayla ısınan evlerin soğuk geceleri gibi, duygusal dünyası da sevgisizliğin soğuk nefesiyle buz kesen bir çocukluk. “ Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum, hem yalnızlıktan “  diyecek kadar derin bir yalnızlık hissi ve “O yılları bize öldürecek biçimde yaşatmaya çalıştırlar “ diye isyan ettirecek kadar öfke duyulan bir geçmiş. Küçük bir kasabadan gelip, yabancı bir okulda batılı tarzdaki disiplinli eğitime adapte olabilme çabası, ilk gençlik yıllarının arayışları, erken yaşta hayatına son verip güzel ve diri bir bedenle herkesten intikam alma isteği. Teşebbüs ve başarısızlık...
Tezer Özlü ile küçük bir taşra kasabasında başlayan yolculuğumuz, İstanbul’un çeşitli semtlerinde devam ediyor. Bazen Paris’e uzanıyoruz birlikte. Bazen Ankara’ya, sonra tekrar İstanbul’a... Acı çeken göçebe bir ruhla birlikte savruluyoruz oradan oraya. Çünkü ona göre yaşamın amacı gitmek. Hiç bir yeri, hiç kimseyi sahiplenemediği gibi onlara ait olabilmeye dair bir hevesi de yok. Sınırları aşmak, yoluna çıkan engellere karşı çıkmak ve dayatılan her şeye sonuna kadar direnebilmek için yanıp tutuşuyor. Belki de bu yüzden olabildiğince açık yüreklilikle anlatıyor olanı biteni. Ruhundaki dizginlenemez özgürleşme arzusu kalemine de yansıyor. En mahremini, ruhunun en derinlerindeki isyanları kimseden sakınmadan yazıyor. Tıpkı acıları gibi yaşadığı ilişkileri ve bilinçaltındaki korkuları da cesurca dile getiriyor. Bu yüzden özgün, bu yüzden eserleri bu kadar büyük bir etki bırakıyor okurlar üzerinde.

Yıllar içinde, yazarın hayata tekrar tutunabilmeye dair yeşertmeye çalıştığı filizler bu defa soğuk geceler yerine, soğuk psikiyarti kliniklerinde kırılıp atılıyor. Kendi tabiriyle soğuk, ıslak ve gri yıllar onu bir kez daha kendi içindeki delhizlere hapsolmaya iterken, yaşam ve ölüm arasındaki ikilemin yerini hayal ve gerçek arasıdaki git geller almaya başlıyor.
Özlü’nün bir diğer önemli eseri de, yine eski günlerine ve hatıralarına götüren Eski Bahçe - Eski Sevgi. Çeşitli dergilerde yayımlanmış öykülerinden oluşan ilk kitabı Eski Bahçe’ye eklenen yazıları ile yeniden isimlendirilen, ilk bölümde on bir, ikinci bölümde on iki kısa öyküden oluşan kitap Çocukluğun Soğuk Geceleri gibi buram buram melankoli kokuyor. Her ne kadar eserin türü  “öykü” olarak belirtiliyorsa da , belli bir kurguya dayanmayan anı niteliğindeki yazılar daha çok yazarın hayatından kesitler niteliğinde. Bazılarının sonuna yazıldığı tarihler de not düşülmüş. Tezer Özlü’nün hayatının bir anına ya da dönemine ortaklık ederken, hafızalarda yer etmesi için altı çizilmek istenen, dönüp tekrar tekrar okumak için kenarı kıvrılan sayfa sayısı çok. Vurucu cümleler ya da bölümlerde, etkisi altında kalınan şey sadece yaşanmışlıkları değil. Gözlemleri o kadar canlı, betimleme yeteneği o adar yüksek ki,  bütün bunları bütünleyen kendine özgü samimi ifade tarzı sayesinde yazıların içine girmiş ve yazarla birlikte anılarına şahitlik etmiş gibi hissetmek mümkün.
Kahramanlarından bazıları Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden aşina olunan isimler. Kitaplar arka arkaya okunduğunda, yazarın aile üyeleri,  hayatının belli bir döneminde yolunun kesiştiği ve kendisinde iz bırakmış kişiler ya da onlara ev sahipliği yapan mekanlar çok tanıdık geliyor. Bezen çocukluğuna dönüp, çok uzaklardan eski evin bahçesindeki babasına, büyükannesine bakıyor, bazense karşınızdaki kanepede oturmuş sizinle dertleşiyormuş gibi eski bir dostunu anlatıyor. Hatıralarında hayali ögelerle karşılaşma sıklığı arttıkça, bir süre sonra hangisi düş hangisi gerçek ayıredilememeye başlıyor. Bahçede saklambaç oynarken kaybolan büyükanne kendini derin bir çukura gömmüş olabilir miydi? Ya da o küçücük ürkek bir kız çocuğuyken evlerinin etrafı sahiden de elma ağaçlarıyla mı çevriliydi? Kitabın kapağını kapattığınızda zihninizde bunlara benzer sorular oradan oraya uçuşuyor. Bir yanınız, anlattıkları gerçeğin ta kendisi derken, diğer yanınız bir kısmının sadece hayal ürünü olmasını diliyor.

Tezer Özlü’nün acılarla dolu geçmişi ve eserlerine yansıttığı hüznün yanında, beni en çok etkileyen detaylardan biri de, her şeye rağmen içinde saklı tuttuğu, belki de çok az insanın fark edebildiği yaşama sevinci. Hayatına son vermeye teşebbüs etmiş, akıl sağlığını geri kazanabilmek için uzun süre tedavi görmüş  depresif bir yazar olarak anılılıyor olabilir. Bütün bunlar Özlü ile ilgili yadsınamaz gerçekler. Fakat küçük bir kasabada denizi görerek yaşamak yerine büyük şehirlerde hapsolmaya dair serzenişlerini, onca karanlık satır arasında İstanbul’a baktığında türlü çeşit rengini gören nemli gözlerini yok saymak ne mümkün.İşte bu küçücük detaylar, Özlü’nün loş ve kasvetli dünyasının içinde yanıp sönen göz kamaştırıcı ışıklar gibi...

Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde gri satırların gölgesinde kalmış masalsı anlatımda boğazdaki yalıların altı balıkçılarla dolu, lodosun denizin üstünde salladığı sandallar rengarenktir. Sardunlayalar saksıları süslerken papatyalar açar, bahar gelir, martılar uçuşur ve mevsimlere göre denizin rengi bazen yeşildir bazense lacivert...Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy birbirini takip ederken, sahil boyunca uzanan lokantalardan taze pişmiş balık kokuları yükselir. Manavlar, antikacılar, midyeciler, ayakkabıcılarla çarşı hayatın canlılığını yansıtır. Denize uzanan dar sokaklar, köhne iskeleler, eski evler, yoksul semtler ve şehrin içine türlü çeşit telaşı sığdıran insanlar, yazarın gözlerinin önünden en yalın en sahici halleriyle gelip geçerler. Ve Tezer Özlü balıkçılardan, papatyalardan bahsettiği öyküde özlem duyduğu anları şöyle tarif eder:

“ Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgarla birlikte koşuşunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim.”


14 Temmuz 2017 Cuma

EMANET GÖZLER


Yaşadığınız kente bir yabancının gözlerinden bakmayı denediniz mi hiç?

Her köşesini keşfetmek için sabırsızlanan meraklı bakışların ardındaki heyecanı hissettiniz mi yüreğinizde? Cevabınız hayır ise, gelin bu seferlik benim hikayeme ortak olun. Sonrasında belki siz de kendi hikayenizi yazarsınız, kim bilir...

Güneşli bir İstanbul sabahıydı. Eylül ayının tüm kararsızlığına, günlerdir havanın bir bulutlanıp bir açmasına karşın, o sabah pırıl pırıl bir güneş uyandırmıştı beni. Günün bütün parlak renkleri odama dolsun diye kalkıp perdeleri açtım. Farklı bir şeyler gizliydi o sabahın içinde. Bunu gözlerimi aralar aralamaz hissetmiştim. Bugün her günden farklı bir şeyler yaşayacağımı biliyordum.

Mutfağa gidip, kırmızı kulplu çelik çaydanlıkla olan rutin selamlaşmamızdan önce elim telefonuma gitti. Ekran aydınlandığında ardı ardına beliren mesajlara bir kaç saniye öylece bakakaldım. Sabaha karşı gönderilmiş mesajların hepsi aynı kişiden geliyordu, Dimitrakis’den. Dimitrakis, Yunanistan’ın küçük bir adasında yaşayan 15 yaşında hasta bir çocuktu. Bana sosyal medya hesaplarım üzerinden ulaşmış, yazdığım hikayeleri merak ettiğini söylemişti. Çünkü kendi küçücük dünyasını aşan büyük hayalleri vardı. Günün birinde bir sırt çantasıyla dünyayı dolaşmak istiyordu ve başlangıç noktası için seçtiği yerin ziyaret edeceği bütün şehirlerden çok daha heyecan vercii olduğunu söylüyordu. Gözlerini her kapadığında, karanlığın orta yerinde beliren ve ona umut veren Boğaz’ın masmavi sularını düşlediğinden bahsediyor, bana her sabah bu şehirde uyandığım için ne kadar şanslı olduğumu söyleyip duruyordu. Oysa İstanbul benim için uyanılan puslu bir hava, günümün yarısını kaybetmeme sebep olan korkunç bir trafik ve her yanımı saran insan yığınları demekti. Dimitrakis, İstanbul’dan büyüleyici bir yer olarak bahsetmeden uzun zaman önce ben yaşadığım yerle aramadaki gönül bağını çoktan kopartmıştım.

Bana hastalığından bahsedene kadar, bütün bunları neden bu kadar büyük bir iştahla anlattığını anlayamıyordum. Önünde yaşanacak onlarca yıl, görülecek onlarca şehir ve birikecek sayısız anı varken neden bu kadar telaşlıydı? Sıradan bir günde, havadan sudan bahseder gibi, kısa bir süre içinde yataktan çıkamayacak duruma gelebileceğini söylemişti. “ Ya sonra? “ diye sormaya varmamıştı dilim. “Umarım en kısa süre içinde iyileşirsin, İstanbul kollarını ardına kadar açmış seni bekliyor” diyebildim sadece. Cümlenin sonunda bir gülücük vardı ama yüreğim iki değirmen taşı arasında eziliyor gibiydi ve bunu söylerken yüzümde tebessüm bile belirmemişti. Ondan sonraki sohbetlerimizde, ona İstanbul’u daha çok anlatmaya, elimden geldiğince her mekanı, her şeyi en ince detayına kadar tarif etmeye başlamıştım. Yüzünde ufacık bir gülümseme yaratabilmek için çırpınıyordum.

Sabah sabah telefonumun ekranında beliren mesajlarda, bu saatte yazdığı için özür diliyor, ardından da artık İstanbul ile vedalaşması gerektiğini çünkü bundan sonra yürüyebilmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. Kendini daha fazla üzmemek için hem bana hem de şehrime sessiz bir veda etmeyi ve kaderine boyun eğmeyi tercih etmişti. Onun için  şimdiye kadar mutluluk sebebi olan İstanbul’a veda etmesi, umutlarını da kaybettiği anlamına geliyordu. Aldığım haber beni yıkmıştı. Çünkü biliyordum ki, Dimitrakis yatağa mahkum olduysa durumu kötüye gidiyordu. Yine de hastalığıyla mücadele edebilmek için hevesli olmalıydı. Kendini öylece bırakmasına müsaade edemezdim. Yaşadığım şoku, üzüntüyü ve sarsılmış lığı bir kenara bırakıp durumu toparlayabilmek için bir şeyler düşünmem gerekiyordu.

Kısa bir süre başımı ellerimin arasına alıp düşündükten sonra, son derece neşeli bir günaydın mesajı gönderdim. Aldığım habere üzüldüğümü ama iyi olacağına inandığımı söyledim. Sonrasında yine bol gülücüklü bir paragrafla İstanbul’un henüz tanışmadan vedalaşmayı kabullenmeyecek aksi bir kraliçe olduğundan bahsettim. Gazabından kurtulabilmemiz için mutlaka telafi edecek bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Mesajlarımın okunduğunu görünce, yanıt vermesine fırsat bırakmadan birlikte çıkacağımız macera için bir soru sordum:

“ Dimitrakis, bugün bana gözlerini ve kulaklarını ödünç verir misin? “

Sadece bir soru işaretiyle yanıtladı. Tam tahmin ettiğim gibi, ilgisini çekmeyi başarmıştım. Meraklanmıştı.

“ Bugün İstanbul’a senin gözlerinle bakıp, sesleri senin kulaklarını dinlemek istiyorum” dedim.

Tam olarak ne demek istediğimi anlayamadıysa da kulağa ilginç gelen ve denemeye değer bir teklif olduğunu düşündüğüne şüphem yoktu. Kısa bir sessizlikte sonra, “peki” dedi. “Nasıl yapacağız?”

“Sen her şeyi bana bırak” dedim. “Sadece benim kal...”

Eğer İstanbul’a gelmiş olsaydı onu nerelere götürürdüm diye düşündüm ve kendimce bir rota belirledim. Arabama atlayıp sahil yolundan tarihi yarımadaya giderken Marmara Denizi ve adaların kucaklaştığı enfes manzarayı görüntülemek için sağ şeritte durdum. Dışarıya çıkıp, uzun süredir bağlarımı kopardığım şehre uzun uzun baktım. Deniz masmaviydi ve öbek öbek beyaz bulutların gölgesi denize düştüğünden bazı yerler daha karanlık daha koyu renkli gibi görünüyordu. Kızkulesi’nin etrafına bulutların arasından sızan güneş ışıkları dokunuyordu ve denızın bu kısımları göz kamaştırıcı şekilde parıldıyordu. Telefonla denizin üzerindeki renklerin bir görüntüsünü alıp,  altında ufak bir notla ona yolladım.“ Şu anda deniz kenarındayız. Şimdi belki de hayatında ilk defa gökyüzünün altına serilmiş sihirli bir halıya bakıyorsun.” Gelen cevapta heyecanlı olduğunu, İstanbul’la tanışmak için çok güzel bir gün olduğunu söylüyordu. İşe yaramıştı! Küçük oyunuma ortak olmaya başlamıştı.

O gün kilometrelerce uzaktaki bir yatakta uzanan bir çocuğun gözleriyle, yeniden tanıştım dargın olduğum İstanbul’la. Aya Sofya’nın devasa kapısından girerken Dimitrakis sakınki yanımdaydı. Kayıtlarda sesimi de duysun diye bazen bir şeyler fısıldadım... “İşteee, şimdiii o büyülü kubbenin altındayız. Biraz kulak kabartırsan binlerce yıl öteden gelen sesleri duyabilirsin” dedim mesela. Sonra Topkapı Sarayı’na gittik. Ayaklarımıza kara sular inene kadar dolaştık sarayın bahçesinde, sergi salonlarında ve hareminde. Dimitrakis müthiş heyecanlıydı. Bana yazarken harfleri karıştırmasından ya da yolladığım videoyu izlediğinde devamı olup olmadığını sormasından anlayabiliyordum bunu. O heyecanlandıkça ben daha da hızlanıp, yepyeni bir yere götürmek istiyordum onu. Sonra birlikte Galata Kulesi’ne çıktık. “Eğer başın dönerse söyle” dediğimde ilk kez kocaman bir gülücük attı. İstanbul’da benimleydi ve  gülümsüyordu! Galata kulesine sevdalı olmama ragmen beni hep hüzünlendiren bir öyküsü vardı ve her aklıma geldiğinde boğazım düğüm düğüm oluyordu. Ona tarihçesinden bahsederken bu hazin öyküyü es geçtim ama kitaplarımdan birinde yazdığım bu bölüm benim aklımdan çıkmıyordu.

Takvimler 6 Haziran 1973'ü işaret ediyordu. Kollarımı gencecik bir adama uzattım. Kulenin tepesinden aşağıya sarkan, aklı başından gidivermiş on beşinde bir adamdı. Yarı belime kadar sarktım, tutuverecek gibi oldum, yakalayamadım. Vapurların peşinden koşan, apak martılar gibi kollarını açıp uçtu önce. Sonra cılız, gencecik bedeni boğucu çığlıklar arasında kule dibinin toprağını sarstı. Hepi topu bir lokmacık çocuktu oysa. Öylece bakakaldım gidişine, gözümde sicim gibi yaşlarla...

Ardından bütün İstanbul ama en çok da Ümit Yaşar ağladı. O tarihten sonra yaşadı mı bilinmez. Yaşamak nefes almak değildi şüphesiz. Vedat'ın acısı koskoca İstanbul'a sığmadı, paslı bir hançer gibi saplandı Galata meydanın orta yerine.”

Galata’da bir şeyler yemek için soluklandığımda, karşımdaki boş sandalyenin fotoğrafını çektim ve yemek seçmesi için menuyü gösterdim. Bir kez daha gülümsedi...Bugün İstanbul’u gördüğü için mutlu olan sadece Dimitrakis değildi. Şehrin kaosunda boğularak geçen onca yıldan sonra, bu kez bir yabancının gözleriyle bir turist olarak yeniden tanışmıştım güzeller güzeli İstanbul’la. Sadece gezip görmeye değer yerlerine gidip, tarihçelerini araştırıp şehrin tadını çıkarttığım bir gündü.

Yemekten sonra Boğaz kıyısından yavaş yavaş yol alıp, köprüleri ve iki yakaya yayılmış küçük semtleri işaret ettim. “Bak burası Ortaköy dedim, karşı kıyı ise Çengelköy.” İstanbul’u görmekten daha güzel ne olabilir ki” dediğinde “İstanbul’u dinlemek” diye yanıtladım. Tam da o sırada Rumelihisarı'ndaki Orhan Veli heykelinin önünden geçiyorduk. İstanbul’a olan aidiyetimin bir tanığıydı Orhan Veli. Ve şöyle demiştim bir keresinde;


Orhan Veli İstanbul'u dinleyip, yamalı ceketinin cebinden çıkarttığı bir parça sararmış kağıda kulağına çalınan sesleri not ederken, Aşiyan'da ahşap bir bankta oturup hayranlıkla izlerdim onu. Çapkındı, alaycıydı bakışları. Kumral dalgalı saçlarını geriye doğru attı mı, kemerli burnu, dolgun dudakları ortaya çıkardı. Uzun uzun denize bakar birden hızlı hızlı yazmaya koyulurdu. Kim bilir kimin için dökülürdü kaleminin ucundan itiraf edilememiş bir iltifat, bir latife, bir gizli davet. İşte o vakitlerde, ağlar dalyanlardan çekilirken ayağı suya değen kadın da, kaldırımdan geçen yosma da, yüksek kaldırımda öptüğü Eleni de bendim


Ona şiirin ismini tercüme ettim ve İstanbul’u dinlemenin de çok güzel bir tadı var dedim. Yeniköy’de denize eğildim ve ufak ufak çırpınan dalgaların, tepemden hızla geçen martıların ve onlara karışan şehrin uğultusunun sesini kaydettim... “Ah” dedim, “keşke mis gibi iyot kokusunu da gönderebilsem.”

Eve döndüğümüzde ikimiz de yorgun ama çok mutluyduk.  Dimitriaks’in gözlerinden gördüğüm İstanbul’u o kadar çok sevmiştim ki, ertesi gün için plan yapmaya başlamıştım bile. Bir günlüğüne bile olsa çok uzaklardaki bir çocuğun hayatına dokunmuş olmanın huzurluyla, uykuya dalmadan evvel. Günün son sorusunu sordum:


“ Hey Dimitrakis, yarın adalara gitmeye ne dersin?”