Siz satırları
arasında gezinirken, genç bir kadın
elinizden tutar, yaşanmışlıklarına götürür ve sessiz çığlını duyun ister.
Edebiyat
tarihimizin en özgün ve önemli kadın yazarlarından biri olan Özlü’nün dünyasına
adım atmadan önce, kendinize şu soruyu sormanızı öneririm: “Cümlelerinde saklı
sarsıcı itiraflara, derin buhranlara ve
düşle gerçek arasındaki ince çizgide şekillenmiş olağanüstü bir anlatıma hazır
mısınız?” Bir kitap ya da yazar için değerlendirme yaparken onu okuduğunuz
zaman, mekan, o esnadaki ruh haliniz ve hatta dinlemekte olduğunuz müzik bile yaşayacağınız
hazzı etkiler. Kalemiyle tanışırken, bu kriterlere hassasiyet gösterilmesi
gereken en önemli yazarlardan biri de şüphesiz Tezer Özlü’dür. Çünkü o, alelade
ortamların, ayaküstü okumaların yazarı değildir.
1980 yılında
okurlarla buluşan ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri, yazarın çocukluğuna ve
hayatının önemli dönemlerine tuttuğu aynanın müthiş bir yansıması. Farklı
yaşlarda, farklı şehirlerdeki yaşanmışlıklarının izini sürerken, duygusal
dalgalanmaları karşısında şaşkına dönüyorsunuz. Özünde, sadece çocuksu bir
coşkuyla sevilme ve dayatılanı değil tercih ettiğini yaşayabilme arzusu yatan
roman, arada durup derin bir nefes
alarak devam etme hissi yaratıyor.
Çocukluğun Soğuk
Geceleri, yazarın geçmişine doğru çıkılan kısa ve sarsıcı bir okuma serüveni.
Öyle ki, bir kaç saat içinde okuyup bitirdiğiniz kitabın etkisi günlerce
sürüyor. Orta halli semtlerde, sobayla ısınan evlerin soğuk geceleri gibi,
duygusal dünyası da sevgisizliğin soğuk nefesiyle buz kesen bir çocukluk. “
Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum, hem yalnızlıktan “ diyecek kadar derin bir yalnızlık hissi ve “O
yılları bize öldürecek biçimde yaşatmaya çalıştırlar “ diye isyan ettirecek
kadar öfke duyulan bir geçmiş. Küçük bir kasabadan gelip, yabancı bir okulda
batılı tarzdaki disiplinli eğitime adapte olabilme çabası, ilk gençlik
yıllarının arayışları, erken yaşta hayatına son verip güzel ve diri bir bedenle
herkesten intikam alma isteği. Teşebbüs ve başarısızlık...
Tezer Özlü ile küçük
bir taşra kasabasında başlayan yolculuğumuz, İstanbul’un çeşitli semtlerinde
devam ediyor. Bazen Paris’e uzanıyoruz birlikte. Bazen Ankara’ya, sonra tekrar
İstanbul’a... Acı çeken göçebe bir ruhla birlikte savruluyoruz oradan oraya. Çünkü
ona göre yaşamın amacı gitmek. Hiç bir yeri, hiç kimseyi sahiplenemediği gibi
onlara ait olabilmeye dair bir hevesi de yok. Sınırları aşmak, yoluna çıkan
engellere karşı çıkmak ve dayatılan her şeye sonuna kadar direnebilmek için
yanıp tutuşuyor. Belki de bu yüzden olabildiğince açık yüreklilikle anlatıyor
olanı biteni. Ruhundaki dizginlenemez özgürleşme arzusu kalemine de yansıyor.
En mahremini, ruhunun en derinlerindeki isyanları kimseden sakınmadan yazıyor. Tıpkı
acıları gibi yaşadığı ilişkileri ve bilinçaltındaki korkuları da cesurca dile
getiriyor. Bu yüzden özgün, bu yüzden eserleri bu kadar büyük bir etki
bırakıyor okurlar üzerinde.
Yıllar içinde,
yazarın hayata tekrar tutunabilmeye dair yeşertmeye çalıştığı filizler bu defa soğuk
geceler yerine, soğuk psikiyarti kliniklerinde kırılıp atılıyor. Kendi
tabiriyle soğuk, ıslak ve gri yıllar onu bir kez daha kendi içindeki delhizlere
hapsolmaya iterken, yaşam ve ölüm arasındaki ikilemin yerini hayal ve gerçek
arasıdaki git geller almaya başlıyor.
Özlü’nün bir
diğer önemli eseri de, yine eski günlerine ve hatıralarına götüren Eski Bahçe -
Eski Sevgi. Çeşitli dergilerde yayımlanmış öykülerinden oluşan ilk kitabı Eski
Bahçe’ye eklenen yazıları ile yeniden isimlendirilen, ilk bölümde on bir,
ikinci bölümde on iki kısa öyküden oluşan kitap Çocukluğun Soğuk Geceleri gibi
buram buram melankoli kokuyor. Her ne kadar eserin türü “öykü” olarak belirtiliyorsa da , belli bir
kurguya dayanmayan anı niteliğindeki yazılar daha çok yazarın hayatından
kesitler niteliğinde. Bazılarının sonuna yazıldığı tarihler de not düşülmüş. Tezer
Özlü’nün hayatının bir anına ya da dönemine ortaklık ederken, hafızalarda yer
etmesi için altı çizilmek istenen, dönüp tekrar tekrar okumak için kenarı
kıvrılan sayfa sayısı çok. Vurucu cümleler ya da bölümlerde, etkisi altında
kalınan şey sadece yaşanmışlıkları değil. Gözlemleri o kadar canlı, betimleme
yeteneği o adar yüksek ki, bütün bunları
bütünleyen kendine özgü samimi ifade tarzı sayesinde yazıların içine girmiş ve
yazarla birlikte anılarına şahitlik etmiş gibi hissetmek mümkün.
Kahramanlarından
bazıları Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden aşina olunan isimler. Kitaplar arka
arkaya okunduğunda, yazarın aile üyeleri, hayatının belli bir döneminde yolunun
kesiştiği ve kendisinde iz bırakmış kişiler ya da onlara ev sahipliği yapan
mekanlar çok tanıdık geliyor. Bezen çocukluğuna dönüp, çok uzaklardan eski evin
bahçesindeki babasına, büyükannesine bakıyor, bazense karşınızdaki kanepede
oturmuş sizinle dertleşiyormuş gibi eski bir dostunu anlatıyor. Hatıralarında
hayali ögelerle karşılaşma sıklığı arttıkça, bir süre sonra hangisi düş hangisi
gerçek ayıredilememeye başlıyor. Bahçede saklambaç oynarken kaybolan büyükanne
kendini derin bir çukura gömmüş olabilir miydi? Ya da o küçücük ürkek bir kız
çocuğuyken evlerinin etrafı sahiden de elma ağaçlarıyla mı çevriliydi? Kitabın
kapağını kapattığınızda zihninizde bunlara benzer sorular oradan oraya
uçuşuyor. Bir yanınız, anlattıkları gerçeğin ta kendisi derken, diğer yanınız
bir kısmının sadece hayal ürünü olmasını diliyor.
Tezer Özlü’nün
acılarla dolu geçmişi ve eserlerine yansıttığı hüznün yanında, beni en çok etkileyen
detaylardan biri de, her şeye rağmen içinde saklı tuttuğu, belki de çok az
insanın fark edebildiği yaşama sevinci. Hayatına son vermeye teşebbüs etmiş,
akıl sağlığını geri kazanabilmek için uzun süre tedavi görmüş depresif bir yazar olarak anılılıyor olabilir.
Bütün bunlar Özlü ile ilgili yadsınamaz gerçekler. Fakat küçük bir kasabada
denizi görerek yaşamak yerine büyük şehirlerde hapsolmaya dair serzenişlerini,
onca karanlık satır arasında İstanbul’a baktığında türlü çeşit rengini gören
nemli gözlerini yok saymak ne mümkün.İşte bu küçücük detaylar, Özlü’nün loş ve
kasvetli dünyasının içinde yanıp sönen göz kamaştırıcı ışıklar gibi...
Çocukluğun Soğuk
Geceleri’nde gri satırların gölgesinde kalmış masalsı anlatımda boğazdaki
yalıların altı balıkçılarla dolu, lodosun denizin üstünde salladığı sandallar
rengarenktir. Sardunlayalar saksıları süslerken papatyalar açar, bahar gelir, martılar
uçuşur ve mevsimlere göre denizin rengi bazen yeşildir bazense lacivert...Ortaköy,
Kuruçeşme, Arnavutköy birbirini takip ederken, sahil boyunca uzanan
lokantalardan taze pişmiş balık kokuları yükselir. Manavlar, antikacılar,
midyeciler, ayakkabıcılarla çarşı hayatın canlılığını yansıtır. Denize uzanan dar
sokaklar, köhne iskeleler, eski evler, yoksul semtler ve şehrin içine türlü
çeşit telaşı sığdıran insanlar, yazarın gözlerinin önünden en yalın en sahici
halleriyle gelip geçerler. Ve Tezer Özlü balıkçılardan, papatyalardan bahsettiği
öyküde özlem duyduğu anları şöyle tarif eder:
“ Uzun süre
yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgarla birlikte koşuşunu,
yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora
bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim.”