Haziran ayında, ocak ayazını yaşatan korkunç fırtınadan
korunabilmek için bulduğu ilk kuytu köşeye sığınmıştı. Durmadan yağan yağmur
üstünü başını sırılsıklam etmiş, ıslaklık çamaşırlarını geçip iliklerine kadar
işlemişti. Daha fazla üşümektense çok da uzun olmadığını umduğu tünelden geçerek yolunu kısaltmak isabetli olurdu. Gecenin karanlığında, iki eski apartmanın
arasındaki daracık tünelde yürümeye başladı.
Kollarını iki yana açmış; el yordamıyla duvarlara tutunarak
dengesini korumaya, arada bir sağa sola yaslanarak tünelin çıkışını bulmaya
çalışıyordu. İçindeki korkuyu savuşturmak için aklına neşeli bir şeyler
getirmeye, kendini avutmaya çalıştı. Ilıman iklimlerden
kopup gelen rüzgarın saçlarını okşadığını düşündü ve gülümsedi. Sonra rüzgarın
taşıdığı narenciye kokularını, gittiği her yere beraberinde götürdüğü derin kara gözlü
adamla paylaştığını düşledi. Onu tünelin sonunda bekliyor olmalıydı.
Rüzgar, kokular hatta hangi şarkının kavuşma
anına şahitlik edeceğini düşünürken aniden, birinin sol elini bileğinden tuttuğunu
hissetti. Gözleri zifiri karanlıkta hiçbir şeyi göremez olmuştu. Bütün dünya bir anda derin bir karanlığa büründü. Sadece tenindeki ağırlığı ve
bileğine sıkı sıkıya yapışmış parmakların dokunuşunu hissediyordu. Elini kurtarabilmek için çırpındıkça canı daha
çok yanıyordu.
Diğer eliyle bileğini kavrayan parmaklara dokundu. Çok soğuk ve taş kesilmiş gibiydiler. Sonra eliyle yavaş yavaş yukarıya doğru ilerledi. Usulca, meçhul
adamın bileğini ve kolunu geçip omzunda durdu. Omzunun olduğu noktaya bakılırsa, karanlıkta göremediği adam kendisinden bir karış kadar
uzundu. Dokunmaya devam etmesini
istermiş gibi yakınlaştığını hissetti. Nefesi yüzünde, kalp atışları göğsünün
üstündeydi. İçindeki merak korkuyu bastırmıştı. Omzundan boynuna geçip
parmak uçlarıyla çenesine, elmacık kemiklerine ve burnuna dokundu. Zihninde
yüzünün haritasını çıkarmaya çalışıyordu. İki kaşının ortasından keskin bir
bıçak gibi uzanan sivri bir burnu, geniş bir alnı ve parmaklarına paslı
iğneler gibi batan seyrek sakalları vardı.
Elini aşağı indirirken bileğindeki ağırlık biraz hafifler gibi oldu. Sonra içindeki tedirginliği yok eden, bildik bir ses duydu.
“Nereden geliyorsun?"
Kuzeyden geliyordu kadın. O çok sevdiği balıkçı kral ile bir
kez daha rastlaşabilme umuduyla sırtını denize yaslamış küçücük bir denizkızının
şehrinden.
Güneyden geliyordu adam.
Yağmurlu bir akşamüstü, oltasını yavaşça suya bırakırken düşlerini süsleyen ürkek bir denizkızıyla
tanıştığı, deniz ve kumsalın kavuştuğu yeri cennet kapısı belleyenlerin
şehrinden.
Yönleri gibi, iklimleri de ayrıydı.
Sağ elini, adamın başının sol yanından aşağıya doğru
indirdiğinde dehşete kapıldı. Diğer omzunun olduğu yerde anlamsız bir boşluk
vardı ve eli havada asılı kalmıştı. Bu defa elini göğsünün üstüne koyup usulca
gezdirmeye başladı. Kalbinin üç parmak aşağısı nemli bir çukurluktu. Elini korkuyla
geri çekti. Bileği hala adamın parmaklarının arasındaydı. Derin bir nefes alıp elini biraz daha aşağıya doğru kaydırdığında parmakları
yapıp yapış oldu. Birbirine karışan kan ve irin kokusuyla sarsıldı.
“Sen kimsin?" diye fısıldadı kadın.
Birkaç saniye süren sessizlikten sonra tünelde puslu bir ses yankılanmaya başladı;
I saw you dancing out the ocean
Seni gördüm, okyanusun kenarında dans ederken
Seni gördüm, okyanusun kenarında dans ederken
Running fast along the sand
Kumsal boyunca koşarken
Kumsal boyunca koşarken
A spirit born of earth and water
Toprak ve sudan doğmuş bir ruh
Toprak ve sudan doğmuş bir ruh
Fire flying from your hands
Senin ellerinden uçup giden bir ateş
Senin ellerinden uçup giden bir ateş
Adam şarkıyı mırıldanırken kadın elini bileğini tutan elin
üzerine koydu. İyice kavradı. Bu sesin sahibi ona yıllar evvel tutmak ve kavramak arasındaki farkı öğretmişti. Tıpkı aidiyet duygusunu ve inançlarını yitirdiğinde,
biriyle olmakla, birine ait olmak arasındaki farkı öğrettiği gibi.
Gittiği yerde başına bir şey gelirse, başka bir dünyada kavuşacaklarına emindi. Bir vedayı hak ediyorlardı. O anı düşündüğünde sebepsizce zihninde beliren şarkı şimdi ne başını ne de sonu göremediği tüneli çınlatıyordu. Tünel bu gece kuzeyin tüm ışıklarını bir bir söndürmüş, mekanları süsleyen irili ufaklı mumlara üflemiş ve tüm dünyayı derin bir karanlığın içine çekmişti. Uzun günler yerini sonsuz gecelere bırakmıştı. Ufacık bir teselli aradı.
Rüyalar gerçek olmasa da, unutulmak istenen gerçekler kötü bir rüya olabilirdi belki.
Kuzeyden geliyordu kadın, güneyden geliyordu adam. Güneyin en doğusundan...Gittiği yerde başına bir şey gelirse, başka bir dünyada kavuşacaklarına emindi. Bir vedayı hak ediyorlardı. O anı düşündüğünde sebepsizce zihninde beliren şarkı şimdi ne başını ne de sonu göremediği tüneli çınlatıyordu. Tünel bu gece kuzeyin tüm ışıklarını bir bir söndürmüş, mekanları süsleyen irili ufaklı mumlara üflemiş ve tüm dünyayı derin bir karanlığın içine çekmişti. Uzun günler yerini sonsuz gecelere bırakmıştı. Ufacık bir teselli aradı.
Rüyalar gerçek olmasa da, unutulmak istenen gerçekler kötü bir rüya olabilirdi belki.
Artık iklimleri gibi alemleri de ayrıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder