Mr. Holmes, bu omzuma dokunan senin elin mi? İki dirseğimi piyanoya yaslamış, yetmişlik solistin gözlerine hayran hayran bakarken yanaklarıma değen nefes, etrafı ısıtan sıcaklık sana mı ait?
Edinburgh'da gün çoktan geceye dönmüş, gece sabaha kavuşmak üzere...Dışarıda hava demir gibi soğuk. Canımı acıtıyor. Buzdan yapılmış bir bıçak yüzümü kesiyor gibi. İçerisi ise fazlasıyla sıcak, sıcacık. Bu büyüleyici şehrin en mahrem yerindeyim. Turistik mekanlar bir bir tavaf edilip, bol bol hatıra fotoğrafı çektirilip, sıra yerel hayata karışmaya geliyor.Hep dediğim gibi benim yol hikayelerimin en heyecan verici kısmının başladığı yer işte tam da burası.
The Rose Street'de tesafüden uğranan ufacık bir pubda başlayan gece New Town' da bir piyano barda İskoç gençliğine karışarak devam ediyor. Piyanonun diğer tarafında kızıl saçlı bir genç, altın kaplama düğmeli blazer ceketinin içine giydiği kolalı beyaz gömleğinin düğmelerini açmaya başlıyor teker teker. Yüzünde arsız bir gülümseme ile. Ellerimle gözlerimi kapatıp devam etme diye işaret ediyorum. Kafamdan geçenler ise çok net. " Ah deli oğlan üstünü büsbütün soyunsan ne olur, altında pileli etek var." O sırada Mr. Holmes yanıma sokulup fısıldıyor. " Sanırım tam zamanında geldim". Yorum yapmadan gülümsüyorum. Bu gece kahramanım olmaya gönüllü görünüyor.
Arada bir tüm ciddiyetiyle aromatik bir koku yayan piposundan acemi nefesler çekip, kumral dalgalı saçlarını sağ eliyle geriye atıyor. Daha önce gördüğüm hallerinden çok farklı. Öncekiler mi gerçek değildi, yoksa yanıbaşımda duran mı aslı, asla öğrenemeyeceğim. Fakat emin olduğum tek bir şey varsa, bu gece bana eşlik eden centilmen Sherlock Holmes'ün en sevimli hali. Diğer taraftan alışılagelenden farklı olmayan tarafları da var. Yüzünden her daim eksik olmayan gülümsemesi ve derin gamzeleri yerli yerinde duruyor. Yine ele avuca sığmıyor. Tam olarak bir varmış bir yokmuş misali bir adam. Şimdi burada ama kim bilir ne vakit kayıplara karışıp, bilmem kaçıncı yüzyılda, dünyanın hangi köşesinde tekrar karşıma çıkacak.
Gecenin akışındaki tuhaflığa rağmen Floransa' da Dante ile rastlaşmak ne kadar normalse, Edinburgh' da onunla denk gelmek o kadar doğal görünüyor.
Gün ağarmak üzere. Veda etmeden önce yorgun piyanist son kez gözlerime bakarak gülümsüyor. Ben de usulca başımı sallıyorum. O, benim zamanı yavaşlatmak, filmi ağır çekime almak istediğimin farkında ben de farkında olduğunun farkındayım. Böylece küçük bir işaretle anlaşıveriyoruz.
Çıkışta otele kadar eşlik etmesini rica ediyorum. Ne de olsa onun memleketi sayılır. Bir taraftan da hem ters yönden gelen arabaların altında kalmaktan hem de mosmor bir ışıkla aydınlatılmış kalenin ve mezarlıkları çevreleyen taş duvarlarIn gölgesinde yürümekten ürküyorum. İçimde tuhaf bir korku var. Yersiz, sebepsiz. Kalbim hızlı çarpıyor. Koluna giriyorum, ana caddeye yöneliyoruz. Gizemli bir adam vesselam. Şaşılacak şey değil elbet, yüzyılların casusu. Bazen romantik bir serseri, bazen aksi çekilmez bir adam.
Karşılıklı teşekkür, nazik bir kaç cümleden sonra kara gözleri parlıyor. Ayrılırken Holmes' dan beklenen o kurnazca düşünülmüş soruyu nihayet soruveriyor.
"Söyle bakalım bir dudağın dokunabileceği en güzel nokta nedir?"
Sağ yanağımı uzatıp iyi geceler dilerken kulağına fısıldıyorum :
" Cevabım basit. Kişiden kişiye değişir. Daha fazlasını öğrenmek istersen bir sonraki bölümü beklemelisin."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder