Beni çok mu severdi bilmiyorum. Bana
karşı bir kadın olarak beslediği bir tutku var mıydı ona da pek emin değilim.
Ama şu bir gerçekti ki, Ali beni çok güzel sevdi. Sabahları bir çocuğu uyandırırmış
gibi şefkatle uyandırırdı. Gözlerimi açtığımda, burnumun ucuna kadar
sokulmuş, gülümseyerek beni izlerken
bulurdum onu. Günaydın demeden önce sımsıkı sarılır, dışarı çıkarken bin türlü
tembihle ardımdan el sallayarak uğurlardı. Canım sıkkın olduğunda ya da
sakinleşmem gerektiğinde, kanepede hiç konuşmadan saatlerce düğümlenmiş gibi
otururduk. Beni usulca kendine doğru
çeker, başımı göğüs kafesine yaslamama müsaade eder ve bıkıp usanmadan
saçlarımı okşardı.
Bana aşık olduğunu hiç söylemedi. Öyle ketum olduğundan falan değil. Sadece gerçekten hissetmediği bir şeyi söyleyemeyecek kadar dürüsttü hepsi bu. Ama arkadaş, eş dost ortamında bahsi geçtiğinde beynime aşık olduğundan bahsedip dururdu. Herkesten farklı çalışıyormuş kafam. Aynı anda, aynı yerlere, aynı insanlara bakıp akla hayale gelmeyecek şeyler düşünebiliyormuşum. Bu yüzden de hayatımız her zaman çok renkliymiş. Durup dururken yemek masasının kenarında dizili sandalyelerden birinin üzerine çıkıp, ev bu açıdan çok acayip görünüyor dediğimi anlatıp gülerdi. Kendi zor ve baştan sona gerçekçilik üstüne kurulu hayatının içinde benim gibi biriyle birlikte olmak onu besliyordu. Belki de içindeki gizli vicdani hesaplaşmanın sebebi buydu. Aslında benimle olmayı benden daha çok seviyordu ve bana bunu hissettirmemek için kendince çok çaba gösteriyordu.
Hayatını hayalperest bir kadınla geçirmeye adamış realist bir adamdı. Onca farklılığımıza karşın, pek çok şey gibi sevginin benzerlikler üzerine kurulu olmadığını da ondan öğrenmiştim. Birbirimizi bütünlüyor görünüyorduk. Önemli olan aynı şeyleri sevmemiz değil birbirimizi sevmemizdi sorgusuz sualsiz. Ben ardı arkası kesilmez, bıkıp usandığına adım gibi emin olduğum "hadi"leri sıralarken o hep sakin ve kendinden emindi. Bense her zaman telaşlı ve şaşkın... Kapı kendi kendine çarptığında ben “hayırdır inşallah” derken, o “ rüzgâr bilmem ne yönünden şu kadarlık açıyla geldiği için kapı çarptı” diyendi. Yıldızlara bakarken; “ Biliyor musun aslında bunların bazıları şu anda yokmuş. “ diye dehşete düşerken, o kova burcunun yıldızını gösterip, ezbere bildiği takımyıldızlarının isimlerini sıralayandı.
Galiba ben de en çok her şeye olan merakını sevdim. En küçük bir detayı bile sorup soruşturmasını, ilk kez gördüğü her türlü mekanizmayı kurcalamasını izledim hayran hayran. Benim için nesne onu nasıl görmek istiyorsam, neye benzetiyorsam odur. Ali içinse hangi malzemeden yapıldığı, nasıl icat edildiği ve ne işe yaradığı önemlidir. İtiraf etmek zor olsa da o hep aklı başında olandı bense aklı bir karış havada. İşte tüm bunları düşündüğümde, bunca yıl sağduyum olmuş, hayallerime ortaklık ederken beni yönlendirmiş ve duygularımın yerine çoğu zaman mantığımı koyabilmeyi öğretmiş bu adam bana aşık olmasa bile beni gerçekten seviyor dedim. Yoksa duygusal bir balık ile rasyonel bir kova nasıl yıllar boyunca sakin ve huzur dolu bir hayat sürebilirdi.
İlk gençlik yıllarımızın heyecanlarını paylaşıp, hayatımızın kayda
değer ilklerini birlikte karşıladık. Bunca farklılığımıza rağmen bir gün bile
ağız dolu kavga etmedik. Hep bir orta yol bulunurdu. Konuşma tartışmaya doğru
gitmeye başladığında ne kadar yorgun ve gergin olduğunu bildiğimden pek üstüne
gitmezdim. Güneydoğu’ya zorunlu görevine doğru yola çıkmadan önce vedalaşırken
bile ağzıma geleni sayıp dökemedim. Belki de o gün ilk defa kavganın da
tutkunun bir parçası olduğunu anladım. Onu yok saymıyordum kesinlikle.
Suskunluğumun sebebi önemsemiyor olmak da değildi. Tam tersine gidecek olması
fikri beni hayli sarsmıştı. Fakat bir taraftan da gitmeyi seçmiş olmasına
kırgındım. Sebep her ne olursa olsun tercih edilmeyen olmak çok acıtıyordu
canımı. Sadece bize değil, kendine de bunu neden yaptığına anlam veremiyordum. Aslında
içimden cehennemin dibine kadar yolun var demek geliyordu ama yapamadım. Zaten
gittiği yer cehennemden farksızdı. Bu saatten sonra yüzüne vurup moralini daha
da çok bozmaya gerek yoktu.
Benimki pasif direnişti çoğu zaman.
Sessiz sedasız bir köşeye çekilir, küçük bir çocuk gibi küserdim. O uğursuz
öğleden sonra valizlerini toparlayıp evden son kez çıkarken ilk defa içimden
boynuna sarılmak gelmedi. Bunca sene beni çocuk gibi korumacı bir tavırla
sevmişken, her şeyi bir kenara itip mesleki hırsları yüzünden öylece çekip gitmesini
kabullenemiyordum.
Bir taraftan da ona karşı bencilce
davranıp davranmadığım konusunda kendi içimde çelişkiler yaşıyordum. Son on
yılını verdiği, gecesini gündüzüne katgarak çalıştığı ve her ne kadar itiraf
etmese de aslında gizlide gizliye bir parçası olmaktan gurur duyduğu görevine
bir kalemde veda et demek kolaydı. Üstelik yaptığı işi seviyordu. Ben onun için
endişelenip, günü birinde dünyanın hiç bilmediğim bir yerinde ölüp kalsa,
başına bir şey gelse acaba ne zaman haberim olur diye düşünürken, o bana süslü
kahramanlık hikâyeleri anlatır akşamları tüm detaylarıyla uzun uzadıya gününün
nasıl geçtiğinden bahsederdi. Benden başka anlatabileceği kimsesi yoktu. Birden
fazla hayatı sırtlanıp, sürekli bir başkası gibi davranmak zorundaydı. Kendisi
olabildiği tek yer benim yanım, bütün yaşadıklarının da tek sırdaşı bendim. Konuşmaya
ihtiyacı vardı. Anlayabiliyordum ama bu durum bazen beni de çok yoruyordu. Çok keyifli bir kutlama anında ya da sadece
birkaç dakika önce iyi bir haber almışken telefonuma düşen bir mesaj tüm günümü
alt üst edebiliyordu. İçerikte ya bir ölüm ya bir yaralanma ya da hiç
tanışmadığım insanların hayatlarına dair içimi sızlatan bir kesit olurdu. Nedense
benim olaylara karşı onun kadar duyarsız davranamayacağımı bir türlü hesaba
katamıyordu. Asla kabul etmese de belki de o an yaşadığı şey öylesine ağırdı ki,
durup benim ne hissedebileceğimi düşünecek hali bile olmuyordu. Sadece rapor verir
gibi duygusuzca anlatıyordu olanı biteni. İnsanlar, hayatlar, ölümler,
çaresizlikler, ayrılıklar onun açısından çoğu zaman rakamsal birer veriden
ibaretti;
“ Bir yaralı, bir ölü ha bir de kaçırılan
iki kişi var. Onlardan umudu kes zaten, geçmiş olsun.”
“ Sen dua et de ölmüş olsunlar. Şu anda
başlarına neler gelmiş olabileceğini kimse tahmin bile edemez. Korkunç bir
muameleye maruz kalıyor olabilirler, her açıdan!”
Bazen anlattıklarını dikkatle dinliyormuş
gibi yapardım ama aklım bambaşka yerlerde olurdu. Hiç ilgimi çekmeyen, hatta çoğu
zaman canımı sıkan kahramanlık hikayelerini duymamazlıktan gelirdim. Boş
bakışlarımdan ya da belli aralıklarla verdiğim rutin tepkilerden şüphelenmezdi.
O vakitlerde aklıma bir şiir ya da tek başıma kaldığımda avaz avaz söylediğim
bir şarkı gelirdi ve içimden mırıldanmaya başladığım ilk dize hep aynı olurdu. Ritsos kulağıma fısıldamaya başladığı anda
karşımdaki kim olursa olsun ve her ne söylerse söylesin, ben artık orada
değildim.
O
gece yanına varılmaz o kadın öpmüyor kimseyi
Onu
öpecek kimse çıkmaz korkusuyla tek başına
Beş
uçlu bir yıldızla gizliyor bir tutam beyaz saçını
Ve
tüm güzelliğini yadsıması kadar güzel kendisi
Henüz çocuk sayılabilecek yaştayken
Ritsos’la tanıştırıp zorla ilgi alanıma sokan da o olmuştu. Melankolik bir yaz
gecesinde, 35’lik bir şişe ile birlikte en
sevdiği ve kimselere ödünç vermeye kıyamadığı kitabı kapımın önüne bırakıp, üzerine “ Birini
iç, diğerini oku ve iyi ol “ yazılı bir
not iliştirmişti. O günden sonra her sohbetimizin bir köşesi Ritsos’a,
Lorca’ya, Prevert’e değer olmuştu. Bu yüzden benim için herkeslerden
kıymetliydi. Kimse o yaşlarda onun gibi ince zevklere sahip olamaz diye
düşünürdüm. Kimse hayatıma onun kadar derin izler bırakamaz. Kendimi ellerinde
büyümüş gibi hissediyordum ki bu kesinlikle doğruydu. Düşünüyorum da o gençlik
hevesleri ve sonrasında yaşadığımız hayat zaman içinde birbirine ne kadar tezat
bir hal almış. Açık denizlerde balıkçı olmak isterken yüzünü hayırsız dağlara
dönmeye gönüllü bir adam haline ne zaman gelmişti? Ne zamandan beri geceye
doğru uzattığında haş haş çiçekleri açmasını düşlediği elleri silah tutar
olmuş, bedenini kollarım yerine çelik yeleklerin saracağı diyarlara koşa koşa gidecek
kadar soğumuştu ruhu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder