Bu yuh bu yaşta
bunca şey yaşayıp da iğneden korkuyor oluşuma mı yoksa yine her zamanki gibi
büyük fotoğrafı es geçip iğneye takılmış olmama mıydı bilmiyorum. Sadece daha
fazla fırça yememek için ses etmedim. Neticede kan istediler mi paşa paşa
kolumu uzatmaktan başka çarem yoktu.
Geçen iki günün
aksine bugün güzel bir sabaha uyandım. Yatağın her tarafı sırtımı ve bedenimin
üst kısmını destekleyen geniş yastıklarla doluydu. Ağrılar yüzünden
yatamıyordum, sürekli dik durmam gerekiyordu. Bir an için kendimi tarladan
toplanıp, köy evlerinin odalarına doldurulmuş pamuk yığınlarının içinde gibi
hissettim. Çocukluğumda bu yığınların üzerine çıkmışlığım vardı. O duyguyu
biliyordum. Yüksektesin. Altındaki pamuklar o kadar yumuşak ki sanki havada
asılı kalmış gibi hissediyor ama düşmeyeceğini bildiğin için çok eğleniyorsun.
İncirliova Hacıaliobası köyünde kardeşimle bu pamuk odalardan
birinde çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Fotoğrafa renk katan eksik
dişlerimden anlıyorum ki aşağı yukarı Deniz ile aynı yaştaymışız. Ben 8 Ece 4
gibi..O gün hafızamda yer etmiş ne güzel bir gündü. Geniş ve güzel ailemin her
bireyini şimdilerde ne çok anıyor ve ne çok özlüyorum. Yer sofrasının etrafında
bir bakır tepsi, etrafında evin adamları. Deveci Nuri, Mustafa enişte, Sert
Ahmet, Damat Mehmet. Pencerenin kenarındaki sedirde güzeller güzeli Çerkez
kadınları, çocukları ve torunları. Hangi birini ansam diğerinin hatırı kalır.
Ve biz. Döşeğin bir kenarında kucak kucağa oturan gülen çocuk yüzlerimiz.
Yatağın içinde bu kareleri düşünüp biraz daha dik durmaya
çabalarken açılan oda kapısından içeriye serin bir esinti doldu. Kapı çarpacak
galiba deyip gözlerimi kısarken DY girdi içeri. "Ooo bu oda ne kadar da güzel
esiyormuş, ama istersen kapıyı kapatalım daha da kötü olma," dedi. "Bırak," dedim. Bırak essin. Bilakis nasıl iyi geliyor. Sanki serince bir bahçedeymişim gibi
essin. Hatta köydeki evin bahçesi bile olabilir yattığım yer. Evin
çıkıntısındaki mutfak duvarından başlayan cılız bir asma, bahçenin ortasında
bölüm bölüm ayrılmış topraklıkların içinde karanfiller, ortancalar. Bahçe
kapısının yanında bir ocak. Ocak var mıydı sahi yoksa zihin oyunlarından biri
mi tam olarak kestiremiyorum. Ama hafızamda hep kapının yanında kirece boyalı,
küçük bir tepeciği andıran bir ocak varmış gibi. Tabii yatağın üzerindeki
ince beyaz pikeyi havalandıran bu esintinin bir kısmı da tavanda tam
tepemdeki vantilatörün işiydi. Mahalle kıraathanelerinde asılı olan geniş kollu
hem lamba hem vantilatör olanlar. Komik görünse de çok işe yarıyor.
Esintiyle birlikte burnuma biber kokusu geldi. Bildiğimiz,
doğrarken ellerimize beyaz tohumlarının yapışıp kaldığı taze yeşil biber. Şu
meşhur reklamdaki gibi olsaydı. “Muftakta biri mi var? “ Evet mutfakta
biri olsaydı keşke. İncecik doğradığı biberleri domates ve bol zeytinyağı ile
harmanlanmış koca bir tabak kesik ile buluşturup çingen pilavı yapsaydı. İşte
bu tartışmasız en sevdiğim anlardan biridir. Domates ve biber olmasa bile olur
hatta. Taze ekmeğin kabuğunu tabağa bandırdın mı, kesikten damlayan zeytinyağı
ağzını sulandırır. Aman nerden geldi aklıma sabah sabah. İstanbul'da da
bulunmaz, mümkün değil. Sofrada taze ekmek, az tuzlu acımsı sele zeytin ve iyi
demli bir bardak çay olsaydı. Bir de yumurtaları tokuşturmak için biri. Annem
mesela...Ne iyi olurdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder