“ Kaç şehir girdi
aramıza sayamadım. Kaç baştan çıkartıcı iklim, kaç davetkar yüz gelip geçti kim
bilir…Günler haftalara, geceler aylara karıştı. Ve an oldu, gelip yine dizinin
dibinde oturup sana yasladım sırtımı. Bir kez daha beni serseme çeviriyor
dediğim bu meydanda, yenilendiğim tazelendiğim yerdeyim.
Dün gece aynı
saatlerde günün kavurucu sıcağı içine işlemiş taşlara oturup başımı göğe
çevirdiğimde burası evimin salonu gibi demiştim. Tepemde yükselen kule yemek
masamın üzerindeki avize, etrafımı saran heykeller oraya buraya kondurduğum
tablolar gibiydi. Öyle bir rahatlık, öyle derin bir huzurdu her yanımı kaplayan.
Ayaklarımı boylu boyunca uzatıp, birkaç saatliğine de olsa görünmez olabilmeyi
diledim. Sonra etrafımdaki herkes bir bir yok olup gitti ama ben bir türlü
yerimden doğrulup otelin yolunu tutamadım. Bu şehirde, bu meydanda beni kendine
çeken bir büyü var sanki. Ben uzaklaşmak istedikçe görünmez eller kollarıma
yapışıp, hayali sarmaşıklar dolanıyor ayaklarıma…
Sırtını merdivenlerin kenarındaki taş duvara yaslamış,
elindeki parlak ekrana dalıp gitmişti. Yazdığı son cümlenin sonuna üçüncü
noktayı da iliştirmişti ki karanlığın orta yerinden fırlayıp aniden burnunun
dibinde bitiveren bisikletin gürültüsüyle irkildi. Meydanın diğer köşesinden
pedal çevirerek gelen genç bir adam sert bir frenle taş merdivenlerde oturan
kadının önünde durdu. Onu korkutmuştu! Olduğu yerden hafifçe doğrulup, göz ucuyla
hala açık olan dondurmacının köşesinde bekleyen polis arabasının yerinde durup
durmadığına baktı. Üstünde fazla para yoktu. Çantasını isterse hemen
verebilirdi. Telefonu zaten elindeydi, fark ettirmeden cebine koyabilirdi. Kafasından
birkaç saniye içinde onlarca düşünce geçerken, karanlıkta yüzünü seçemediği
adam bisikletin üzerinden eğilip anlamadığı bir lisanda bir şeyler söyleme
başladı. Meydanda kimsecikler yoktu. Bir başkasıyla konuşuyor olamazdı. Onu
anlamadığını belirtmek için başını sağa sola salladı. Genç adam geniş bir gülümseme
ile karşılık verdi. Ufak tefek birine
benziyordu, pek de korkulacak bir hali yok gibiydi. İnce yüz hatlarını gizleyen
seyrek sakalları vardı ve başına ressamların taktıklarına benzer siyah bir
şapka kondurmuştu. Bisikleti de pek döküntü bir şeye benziyordu. Kırmızı rengi
solmuş, yer yer boyaları dökülmüş ve selenin arkasındaki çamurluğun üzerine iki
küçük pet şişe bağlanmıştı. Ne diye
gecenin bu saatinde burnunun dibinde bittiğini merak etti. Kılığına, ayakkabılarına
bakınca bu saatte sigara, çakmak ya da birkaç kuruş için dilencilik edecek
birine benzemiyordu. Tekrar konuşmak için eğildiğinde koyu renk saçların ve
seyrek sakalların arasından parlayan yeşil gözlerini gördü. Dikkatlice yüzüne
bakıyordu. Birden bisikletin üzerinden
atlayıp aşağı indi, tek pedalı
merdivenin en alt basamağına yaslayıp yanına oturdu ve konuşmaya başladı ;
“Biliyor musun, bu gece hayatımın en berbat gecesi."
Koca meydanda onca yer varken davetsizce gelip dibinde
bitmesine ve emrivaki bir sohbete başlamış olmasına kızdı.
“O zaman şanslı sayılırsın. Takvime göre yılın en kısa
gecelerini yaşıyoruz."
Genç adam sadece basit bir “neden?” sorusu beklerken aldığı cevaba şaşırmıştı.
Başını çevirip yüzüne daha dikkatli baktı. Kesinlikle ilginç birine benziyordu.
Kendisine kızmış mıydı yoksa konuşmaya devam etmek için böyle garip bir şey mi
söylemişti kestiremedi. Şansını denemeye devam etmek istedi;
“Hayatın kendisi başlı başına bir şans. Sadece bir kısmı
iyi şans bir kısmı da kötü şans. Öğrenci misin?"
Karanlıkta yaşımı pek seçemiyor herhalde diye düşündüyse de
bu soru genç kadının pek hoşuna gitti.
“Hayır. İş için
buradayım."
“Sokakta sabahladığını görünce pek de bir işin varmış gibi
gelmemişti bana. Ne iş yapıyorsun?"
“Bir gazetenin hafta sonu ilavesine gezi yazıları
yazıyorum. Sen gelmeden önce de tamamlamak üzereydim."
“Hayat ne tuhaf burada oturmuş gecenin bir saati bir
gazeteciyle konuşuyorum. Az önce işte
çıktım ve seni görünce belki bir şeyler içmek istersin diye düşündüm. Ponte
Vecchio'nun karşı tarafında bildiğim güzel bir bar var. Bir kadeh şarap ya da
soğuk biraya ne dersin?"
Bu ani teklif aklını karıştırdı. Hiç tanımadığı birinin
peşine takılıp bilmediği bir yere gidecek hali yoktu. O an için onu başından
savmak yapılacak en doğru şey gibi göründü.
“Teklif için teşekkürler ama birazdan otele dönmem
gerekiyor."
“Kalacak bir yerin olduğuna sevindim. Belki telefonunu verirsen
yarın için haberleşiriz."
Israrcı birine benziyordu ve bu da en sevmediği şeylerden
biriydi. Konuyu kestirme yoldan kapatmaya karar verdi
“Zamanını almak istemem. Hem erkek arkadaşım var hem de görünüşe
göre senin için oldukça yaşlıyım."
“Sevgilin olması şanssızlık olsa da bu gece sana rastlamış
olmam bir şans sayılabilir. Tamam, gitmeyelim, sorun değil. Belki sadece burada laflayıp arkadaş
olabiliriz."
“Birazdan gitmem gerekiyor."
“Anladım. – Stranger is danger öyle değil mi? Yabancı demek
tehlike demektir."
“Hai ragione. Haklısın."
“İtalyanca biliyor musun?"
“ No. Sadece birkaç kısa cümle hepsi bu."
“Sana öğretebilirim istersen."
“Grazie mille. Teşekkür ederim ama tekrar görüşeceğimizi
hiç sanmıyorum. Sen bu saatte burada ne yapıyorsun?"
“İşten çıktım. Dediğim gibi berbat bir gece geçirdim ve eve
gitmeden önce bir şeyler içmek istedim. Seni burada tek başına görünce de belki
katılmak istersin diye düşündüm. Yalnız olmak sıkıcı olmalı."
“Hayır. Yalnızlığı sevdiğim için buraya geldim. Bu saatte kimsecikler olmaz diye düşünüyordum."
“Ben gelene kadar."
“Sen gelene kadar."
“Rahatsız ettiysem üzgünüm. Anlaşılan bir şeyler içmeye
gelmemek konusunda kararlısın."
Onunla bir yere gitmeye kesinlikle çekiniyordu ama kalkıp
gitmesini de hiç istemedi.
“Sen ne iş yapıyorsun? Bu saate kadar çalıştığına göre
yorgun olmalısın."
“Hem de çok! San Lorenzo pazarının arka sokağındaki bir
lokantada garsonum. Bugün St. Giovanni günü ve bütün masalar ağzına kadar
doluydu."
“Buralı mısın?"
“Güneyliyim. Bari yakınlarında küçük bir kasaba."
“Böyle aniden yanıma gelip konuşmaya başladığına göre güneyliler
kuzeylilerden daha cesur olmalı."
“Uzaktan bakınca Brezilyalı olduğunu düşündüm. Burada, tam
senin oturduğun yerde tanıştığım Riolu bir kız arkadaşım vardı. Seni ona benzettim."
Cebinden çıkarttığı telefonun parlak ekranında, beyaz tenli kumral bir kızın fotoğrafını
gösterdi.
“Kız arkadasın güzelmiş. Hayal kırıklığına uğrattıysam
üzgünüm."
“Yoo hayır, halimden şikâyetçi olduğumu söyleyemem. Sen
nerelisin?"
“Sona Turca di İstanbul"
“Sahi mi?"
Şaşırmış görünüyordu.
“Sahi. Neden?"
“Sanırım Türk olduğunu bilseydim, konuşamazdım. Buna
güneyliler bile cesaret edemez."
“O nedenmiş?"
“Türk kızları pek konuşkan değil. Birkaç kötü tecrübem
oldu."
Aslında haklıydı. En azından yeni insanlarla tanışmak ve
yabancılarla konuşmak konusunda Brezilyalılar kadar açık görüşlü olmadıkları
bir gerçekti.
“Peki sence ben seninle neden konuşuyorum?"
“Bir şeyler içmeye gelmediğine göre beni beğendiğin için
olamaz. Gazeteci olduğun içindir. Yabancılarla konuşmaya alışkınsın ya da
insanların ilk bakışta iyi ya da kötü olduğunu anlıyorsundur."
“ Hiç sanmıyorum. Yani insanları tanıyabilmek için keşke
gazeteci olmak yeterli olabilseydi."
Taş merdivenlerde bir süre sessizce oturdular. İkisi de
dirseklerini dizlerine, ellerini çenelerine yaslamıştı. Kadının boynundaki ince
uzun zincirin ucunda sallanan yeşil kolye ucu genç adamın dikkatini çekti.
“Boynundaki nedir?"
“Uzun zaman önce hediye edilmiş bir kolye."
“Sürekli takıyor musun onu?"
“Evet."
“O halde batıl inançları olan birisin. Şans getireceğine
inanmasan takmazsın."
“Alışkanlık diyelim. İnançlı biri olduğum söylenemez."
“Ben inançlı biriyim ama tanrıya değil yıldızlara
inanıyorum."
Aklından geçeni onunla paylaşıp inançlarını alt üst etmesi
an meselesiydi. Yüzünde muzur bir gülümseme belirdi. Birazdan söyleyeceklerini
kendisi de geçen yaz adada, gecenin bir yarısı tahta bir banka uzanıp
yıldızları seyrederken öğrenmişti. Münasebetsiz bir arkadaşı bilimsel birkaç
cümle ile gecenin tüm romantizmini silip süpürmüştü. Onu bu gerçekle
yüzleştirme konusunda tereddüt ettiyse de söylemeden duramadı:
“Biliyor musun aslında gökyüzüne bakıp inandığın
yıldızların bazıları yok."
Suratına garip bir bakış attı.
“Ne demek yok."
“Bildiğin yok işte. Onları görüyor olman var oldukları
anlamına gelmiyor."
“Ne demek istediğini hiç anlayamadım."
Astronomiyle ilgili terimleri başka bir lisanda anlatmakta
zorlansa da, bazı yıldızların ışığının dünyaya ulaşana kadar çoktan sönmüş
olabileceğini açıklamaya çalıştı. Işık yılının hızla değil mesafeyle
ölçüldüğünü, bir yıldız ne kadar uzaktaysa o kadar yıl önceki halini
görebildiklerini ve ardan geçen zamanda yıldızın karanlığa gömülmüş
olabileceğini anlattı. Gözlerindeki şaşkın ifade çok komik görünüyordu. Aklına
yatar gibi olsa da itiraz etti.
“Hiç böyle bir şey duymadım."
“Duymamış olabilirsin ama gerçek bu. Bu durumda yıldızların
inandırıcılığı da ortadan kalkmış oluyor."
“Ben de kalanlara inanırım o zaman. Zaten sadece yıldızlar
demek istemedim. Ben başka gezegenler ve onlarda yaşayan insanlar olduğuna
inanıyorum. Neden tek olalım ki? Hem bir gün oradan dünyaya birileri gelecek ve
biz de onların gezegenine gidebileceğiz."
“İşte bu hiç hoşuma gitmez."
“ Neden?"
“Bu dünyadaki insanlar bile bana fazla geliyor da ondan."
“O zaman şu an bomboş meydanın ve insansız bir şehrin
tadını çıkartabilirsin."
“Nasıl?"
“Bisikleti al."
En son ne zaman bisiklete bindiğini hatırlamıyordu.
Çocukluğundan beri ayağını yerden kesen araç gerece karşı bir tedirginliği
vardı. Kayak yapamaz, paten kayamaz ve kaykay benzeri aletlerin üzerinde
dengede durmayı deneyemezdi bile. Yine de bu teklif bir an için çok cezbedici
geldi.
“Ben en son ne zaman bisiklete bindiğimi bile hatırlamıyorum."
“Baksana ortalıkta çarpacağın kimse yok. En fazla dengeni
kaybedip düşersin. Onda da hızlı değilsen bir şeycik olmaz."
“Sahi deneyebilir miyim?"
“Evet. Tabii ki."
Heyecanlanmıştı. Kesinlikle heyecanlanmıştı. Kalbi hızlı
atmaya, nefesi sıklaşmaya başlamıştı. Bunca yıl sonra bisiklete binecekti, üstelik
Floransa’nın kalbinde hiç tanımadığı birinin hurdadan hallice bisikletine…
Merdivene yaslı duran bisikleti kendine doğru çekip, yönünü
meydana doğru çevirdi. Selenin boyu ve direksiyonla arasındaki boşluk işini
kolaylaştıracak gibi görünüyordu. Bisikleti bacaklarının arasına alıp pedala
yüklendi ve aniden Vecchio Sarayı'nın önündeki geniş meydana doğru ileriye
fırladı. Seleye iyice oturup pedallara usul usul basmaya devam ederken
uçuyormuş gibi hissetti. Koskoca meydanda, Davut’un önünden geçip, çeşmelerin
etrafından dolaşırken bunun yaşadığı en keyifli deneyimlerden biri olduğunu
düşünüyordu. Ilık rüzgâr yüzüne vuruyor, meydandaki heykellerin, sarayın ve
kulenin gölgesi üzerinde geziniyordu. Meydanın en uzak köşesine geldiğinde
durup bir zafer edasıyla merdivenlerde oturup gülümseyen genç adama el salladı.
Küçücük bir çocuk gibi bisikletin tepesinden inmek istemiyordu. Meydanda
defalarca turladıktan sonra, bisikleti aynı yere yaslayıp neşeli bir ses
tonuyla sordu:
“Şu senin bar hala açık olabilir mi acaba? Ne dersin?"
“Fikrini mi değiştirdin?"
“Tekrar değiştirmeden gitsek fena olmaz."
Toparlanıp kalktıklarında gidecekleri yere kadar bisikleti
onun kullanabileceğini söyledi. Bunu duyduğunda sevinçten gözleri parladı ve
hiç ikiletmeden direksiyonu kaptı. Bu defa Floransa’nın arnavut kaldırımlı caddelerinde,
uzun bir kuşatma sonrasında şehri fethetmiş
bir imparatoriçe edasıyla ilerliyordu. Genç adam birkaç adım geriden yürüyerek
kendisini takip ediyordu. Tek kelimeyle müthiş bir geceydi. Ponte Vechhio
köprüsüne paralel uzanan bir köprünün
üzerinden geçip köşedeki barın önünde durdular. Kapanmıştı.
“Karar vermekte gecikmişiz gibi görünüyor."
Hem onu buraya kadar getirip hem de kapıda kaldıkları için
kendini mahcup hissetti. Ama ilk teklif ettiğinde kabul etmiş olsa kapanmadan
yetişebilirlerdi. Bu saatten sonra ya açık
bir market bulup sokaklarda takılmaya devam edeceklerdi ya da vedalaşıp
ayrılacaklardı. Ara sokaklarda
göçmenlerin işlettiği küçük marketler hafta sonları sabaha kadar açık oluyordu.
Birkaç sokak ötedekine kadar yürüyüp sonra köprünün üzerine oturup şehri
izleyebilirlerdi. Hala tedirgin görünen kadının bu teklifine evet diyeceğine
emin değildi. Ya da bir kez daha evet diyene kadar ışıklar sönüp, gece güne
dönmüş olabilirdi.
“Eğer istersen içmek
için bir şeyler alıp köprülerden birinde oturup geceye devam edebiliriz. Hala
açık olabilecek bir yer biliyorum. Buraya çok uzak sayılmaz, gidip bakalım mı
ne dersin?
“Acele edelim derim."
Ufacık köhne dükkan gençlerle dolup taşıyordu. Bu saatte
şehirde açık olan tek market olmalıydı. Dolapta kalan son birayı alıp iki plastik bardağa pay
ettiler. Şehrin bu tarafı oldukça kalabalık ve turistik meydanların aksine ara
sokaklar hala hareketliydi.
Birkaç sokak geçip tekrar nehir kenarına geldiler. Ponte Vecchio
köprüsünden hemen sonraki köprünün en ortasında, duvarın üzerine oturup
bacaklarını Arno nehrine doğru uzattı. Bir elinde plastik bir bardak diğerinde
cips paketi vardı. Yüzündeki anlamsız gülümseme genç adamın dikkatini çekti.
“Neden gülüyorsun?"
“Çünkü halim çok komik."
“Komik olan nedir?"
“Sabaha karşı Ponte Vecchio’ya karşı oturmuş hiç
tanımadığım biriyle aynı paketten patates cipsi yemeye çalışıyorum."
“Artık tanışıyor sayılmaz mıyız?"
“İsmini bile bilmiyorum. Sahi ismin ne?"
İkisi de gülmeye başladı.
“Stephano. Ya senin?"
“Selin."
Plastik bardakları birbirine dokundurup aynı anda tanıştıklarına
memnun olduklarını söylediler.
Gece, şehir, köprü, bira ve bir yabancının bütünlediği gece çok
güzeldi. Stephano arada sırada başını
gökyüzüne çevirip yıldızlara bakıyordu. O anlarda kafasında hala var olup
olmadıklarına dair soru işaretleri belirdiğini düşündü. Acaba hangisi vardı,
hangisi çoktan karanlığa gömülmüştü..? Bu geceye dair konuştukları onca şeyi ve
birlikte geçirdikleri saatleri unutup gidecekti. Ama hayatı boyunca yıldızlara
her baktığında onu anımsayacağına emindi.
Gün ağarmaya başlarken artık gitme vakti gelmişti. Kaldığı
otel ve Stephano’nun evi şehrin aynı
yakasındaydı. Santa Maria Novella istasyonuna kadar birlikte gidebilirlerdi.
Bisikleti yine büyük bir nezaketle kendisine doğru uzattı. Köprü ve istasyon
arasındaki yol hiç bitmesin istediyse de beş dakika sonra istasyonun önündeki
yol ayrımına gelmişlerdi. Bisikletten inip isteksizce sahibine bıraktı. Sayesinde
hiç unutamayacağı bir gece geçirdiği genç adama minnettar hissediyordu. Yeşil
gözlerine ve gülümseyen yüzüne baktı.
“Veda zamanı."
“Evet. Eğer bu gece sana sadece tek bir iltifat etme hakkım
olsaydı şimdiye kadar gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip olduğunu
söyleyebilirdim."
“Teşekkür ederim. Gece için, bira için ve en çok da
bisikletini paylaştığın için."
Stephano ona sıkıca
sarılıp kendisi için de unutulmaz bir gece olduğunu söyledi ve bisiklete binip
hızla uzaklaştı. Bu onu son görüşüydü.
Ne soyismini biliyordu ne de tekrar irtibatta olmak için bir iz bırakmıştı.
Birkaç adım ötedeki otele girerken, metal bir kafese
benzeyen asansörde erkenci turistlerle selamlaştı. Kocaman bir tomar anahtarın
arasından odasınınkini bulup kapıyı açtı ve üstünü değiştirmek için geniş gardırobun
aynalı kapağını araladı. Gömleğinin üçüncü düğmesini açtığında şaşkınlıkla aynaya
yansıyan siluetine baktı ve kendisini kocaman bir sersem gibi hissetti. Bu gece Stephano’ya hatıra kalan tek şey
yıldızların gizemli öyküsü değildi. Kolyesinin yerinde yeller esiyordu. Gülümsedi
ve uzun bir günün sonunda derin bir uykuya dalmadan önce kendi kendine
mırıldandı.
“Kırmızı bir bisikletle bir geceliğine de olsa şehrin
imparatoriçesi olmak için değerdi…"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder