28 Eylül 2012 Cuma

İYİ Kİ DOĞDUN

Deniz oğlum dördüncü yaşını devirdi.

Artık evde klozet kapakları kaldırılmaya, aşk üzerine yorumlar yapılmaya hatta bebeklerin dünyaya gelme süreciyle ilgili sorular sorulmaya başlandı...Deniz'le baş başayken banyoya girdiğimde klozet kapağını kaldırılmış görmek pek tuhafıma gidiyor doğrusu.İçimden, evde bir "erkek" var diyorum.Sonra dönüp bakıyorum, aklı sıra beni ayakta uyutmaya çalışan , bin türlü şeytanlık peşinde koşan mini minnacık bir erkek! tam arkamda duruyor.Altında poposundan düşen bir pijama, üstünde onun deyimiyle en sevdiği t-shirt ve yüzünde muzip bir gülümseme.Göz göze gelince ellerini ovuşturup güreş yapalım mı ne dersin diye soruyor.Aman ya rabbim , oğlan annesi olmak ne zormuş.Belimde ve boynumda oluşacak muhtemel ağrılara ve sakatlanma rıskıne rağmen , Japon çizgi filmlerindeki gibi gözlerini kocaman açıp birlikte yuvarlanmayı bekleyen bu serseriye hayır diyebilmek ne mümkün?Bütün gücüyle  üstüme atılıp, yirmi dört kiloluk cüssesiyle tepemde zıplıyor.Geçenlerde bu yüzden hastanelik oldum,şaka değil!Koltuğun tepesinden sırtıma atlayınca kaburgalarımdan bir ya da bir kaçının kırıldığını zanettim.Doktorla diyaloğumuz müthişti:

* Neyiniz var?
*Galiba kaburgam da kırık var,çocuk atladı da?
*Düştü mü?
*Yok atladı.
*Kaç yaşında
*Dört
*Hımm bir bakalım..

Sonra Deniz'i görünce okkalı bir maaşallah deyip, muayeneye daha bir itina ile devam etti.Çok şükür kırık falan yoktu, acil servis maceralarımıza bir yenisi daha eklendi o kadar.

Evde ne kadar çok oyuncak, teknoljik ıvır zıvır olursa olsun hiç bir şey bir erkek çocuğunu güreşmek ya da dozerle ezicilik oynamak kadar mutlu edemiyor.İşin komik tarafı bir süre sonra, bazen  ben de durup duruken ayakta bacaklarımı iki yana açıp, saçma bir kol hareketiyle hadi savaş başlasın derken buluyorum kendimi :)

Çoğu zaman çeşit türlü yaramazlıkları sebebiyle ona kızamıyorum bile.Bir ona bir kendime bir de sevgilime bakıp işte diyorum bu ikiliden ancak böyle bir şey çıkardı.Köşesinde oturan uslu mu uslu bİr çocuk olmasını beklemek genetik bilmine zerre kadar itibar etmemek olurdu doğrusu.Geçenlerde bize kızıp "ben bu evden gideceğim artık"dedi..Biraz erken tabi ama yine de belli ki bi zaman sonra merakına yenilip gidecek.Yeni limanlar, yeni diyarlar, yeni kucaklarla tanışmak için gidecek.Hangimiz gitmedik ya da en azından hangimiz gidebilmeyi istemedik ki..

Oğlum bugün dört yaşında..Önünde koskocaman bir ömür var.Nice yüzler gelip geçecek hayatından.Kimisi derin bir sızı bırakacak kalbinde ömrünce unutamayacak, kiminin ismini dahi hatırlayamayacak.Kimine dost diyecek, kimine sevgili..Fakat emin olduğum bir şey var ki sadece kan bağıyla değil, sevgi bağıyla kurulmuş kocaman ve eğlenceli bir ailesi olacak.

Doğumgününde ona sımsıkı sarılıp, gönülden dilediğim tek şey "mutluluk"..Ne yaparsa yapsın ve her kim olursa olsun  mutlu olsun istiyorum.Herkes yolu ne olursa olsun mutluluğun peşindedir ve o hangi yoldan gitmek istersen mutluluk ordadır nasılsa..Mutlu olmak yetmez daha doğrusu mutlu kalmak için yetmez.Bu yüzden mutlu da etmeli..Mutlu etmeli ki yalnız kalmasın.Yalnız bir adam olduğunda,  dalıp gittiği manzaranın, lezzetinden gözlerini kısarak yuttuğun lokmanın ve elinde avucunda her ne varsa sahip olduklarının ne kıymeti var..?

Doğumgünün kutlu ve mutlu olsun canım oğlum.

Her gece kulağına fısıldadığım gibi ;

Seni bu dünyada en çok seven kişi,annen..





21 Eylül 2012 Cuma

EYLÜL İŞTE..

Nişantaşı'ndan Taksim'e doğru yürüyorum. İpini kopartmış bir uçurtma gibiyim. Nereye gideceğimi bilmeden, şehrin ritmine kapılmış sürükleniyorum. Kafam dağınık, hem de çok..Harbiye'de dükkanların vitrinlerine boş boş bakıp, Kenter Tiyatrosu'nun kapalı gişesine dalıyorum uzun uzun. Sebepsizce..Müşfik Kenter'in siyah beyaz bir karede gülümseyen gözleri hüzünlendiriyor beni.

Kısa bir süre sonra Ankara'dan bir ses geliyor. Tam da zamanında! O kadar iyi geliyor ki o kadar olur. Telefonun diğer ucunda tuşlara dokunan biri aynen şöyle diyor :

 " Kızılay'da boş boş geziyorum, kafesinden kurtulmuş kuş gibi"

Onun adına çok sevinirken kendi adıma özeniyorum. "Kafesinden kurtulmak" kulağa hoş geliyor doğrusu.

Bir kaç dakika içinde Kızılay üzerinden Karşıyaka'ya, Beyoğlu üzerinden Midilli'ye gidip geliyorum.Burnumun ucuna fırınlanmış palamut ve keskin bir yakut kokusu gelip oturuveriyor. Yakut,öğrencilik yıllarında tacımın en kıymetli mücevheriydi diyerek yine beni benden alıyor.

Kafamda onlarca soru işareti, içimde yerli yersiz bir sıkıntı ile yürümeye devam edip bir taraftan da telefonumu kurcalarken  "ağda 2 tl" yazan bir vitrinle burun buruna geldiğimde kaybolduğumu anlıyorum. Dalgınlıkla sürüklenirken Tepebaşı'nın arka sokaklarına geldiğimi fark edememişim. Ara Güler'in fotoğraflarındaki gibi, karşılıklı ahşap evlerden birbirine çamaşır iplerinin uzandığı  bir sokağın tam da orta yerindeyim. Bunca yıllık İstanbulluyum ilk kez bu kadar tedirgin oluyorum. Ensemden sırtıma doğru soğuk bir ter damlası iniveriyor. Ürküyorum. Sokak dar, sağlı sollu binalar  üzerime yıkılıverecekmiş gibi. Yağmur yağmıyor ama yerler ıslak. Etrafta kimsecikler yok. Hangi yöne doğru koşarsam yönümü daha hızlı bulabilirim diye düşünürken ana caddeye dik bir başka sokağa girip arkama bile bakmadan ilerliyorum. Bu hafta başıma gelenlere bir de darp, gasp ya da kaçırılma gibi bir vukuat eklemeye hiç niyetim yok.

Uzun zamandır bu kadar dalgın olduğumu, en azından yolumu yönümü kaybettiğimi anımsamıyorum. Demek ki sahiden de son zamanların kasveti çökmüş üzerime. Yine de geçen sekiz ayın hatırına, bütün seneye haksızlık etmemek gerek. Sene başındaki dilekler listesine atılan her bir çentik yeni maceralar, yeni keşifler demekti. Şimdi de sıra biraz durup beklemekte belki, kim bilir.

Aslında fazla söze de gerek yok. Malumunuz "eylül"işte...