Her köşesini keşfetmek için sabırsızlanan meraklı bakışların ardındaki
heyecanı hissettiniz mi yüreğinizde? Cevabınız hayır ise, gelin bu seferlik benim
hikayeme ortak olun. Sonrasında belki siz de kendi hikayenizi yazarsınız, kim
bilir...
Güneşli bir İstanbul sabahıydı. Eylül ayının tüm kararsızlığına, günlerdir
havanın bir bulutlanıp bir açmasına karşın, o sabah pırıl pırıl bir güneş
uyandırmıştı beni. Günün bütün parlak renkleri odama dolsun diye kalkıp perdeleri
açtım. Farklı bir şeyler gizliydi o sabahın içinde. Bunu gözlerimi aralar
aralamaz hissetmiştim. Bugün her günden farklı bir şeyler yaşayacağımı
biliyordum.
Mutfağa gidip, kırmızı kulplu çelik çaydanlıkla olan rutin selamlaşmamızdan
önce elim telefonuma gitti. Ekran aydınlandığında ardı ardına beliren mesajlara
bir kaç saniye öylece bakakaldım. Sabaha karşı gönderilmiş mesajların hepsi aynı
kişiden geliyordu, Dimitrakis’den. Dimitrakis, Yunanistan’ın küçük bir adasında
yaşayan 15 yaşında hasta bir çocuktu. Bana sosyal medya hesaplarım üzerinden
ulaşmış, yazdığım hikayeleri merak ettiğini söylemişti. Çünkü kendi küçücük
dünyasını aşan büyük hayalleri vardı. Günün birinde bir sırt çantasıyla dünyayı
dolaşmak istiyordu ve başlangıç noktası için seçtiği yerin ziyaret edeceği
bütün şehirlerden çok daha heyecan vercii olduğunu söylüyordu. Gözlerini her
kapadığında, karanlığın orta yerinde beliren ve ona umut veren Boğaz’ın masmavi
sularını düşlediğinden bahsediyor, bana her sabah bu şehirde uyandığım için ne
kadar şanslı olduğumu söyleyip duruyordu. Oysa İstanbul benim için uyanılan
puslu bir hava, günümün yarısını kaybetmeme sebep olan korkunç bir trafik ve
her yanımı saran insan yığınları demekti. Dimitrakis, İstanbul’dan büyüleyici
bir yer olarak bahsetmeden uzun zaman önce ben yaşadığım yerle aramadaki gönül
bağını çoktan kopartmıştım.
Bana hastalığından bahsedene kadar, bütün bunları neden bu kadar büyük bir
iştahla anlattığını anlayamıyordum. Önünde yaşanacak onlarca yıl, görülecek
onlarca şehir ve birikecek sayısız anı varken neden bu kadar telaşlıydı?
Sıradan bir günde, havadan sudan bahseder gibi, kısa bir süre içinde yataktan
çıkamayacak duruma gelebileceğini söylemişti. “ Ya sonra? “ diye sormaya
varmamıştı dilim. “Umarım en kısa süre içinde iyileşirsin, İstanbul kollarını
ardına kadar açmış seni bekliyor” diyebildim sadece. Cümlenin sonunda bir
gülücük vardı ama yüreğim iki değirmen taşı arasında eziliyor gibiydi ve bunu
söylerken yüzümde tebessüm bile belirmemişti. Ondan sonraki sohbetlerimizde,
ona İstanbul’u daha çok anlatmaya, elimden geldiğince her mekanı, her şeyi en
ince detayına kadar tarif etmeye başlamıştım. Yüzünde ufacık bir gülümseme
yaratabilmek için çırpınıyordum.
Sabah sabah telefonumun ekranında beliren mesajlarda, bu saatte yazdığı
için özür diliyor, ardından da artık İstanbul ile vedalaşması gerektiğini çünkü
bundan sonra yürüyebilmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. Kendini daha fazla
üzmemek için hem bana hem de şehrime sessiz bir veda etmeyi ve kaderine boyun
eğmeyi tercih etmişti. Onun için şimdiye
kadar mutluluk sebebi olan İstanbul’a veda etmesi, umutlarını da kaybettiği
anlamına geliyordu. Aldığım haber beni yıkmıştı. Çünkü biliyordum ki,
Dimitrakis yatağa mahkum olduysa durumu kötüye gidiyordu. Yine de hastalığıyla
mücadele edebilmek için hevesli olmalıydı. Kendini öylece bırakmasına müsaade
edemezdim. Yaşadığım şoku, üzüntüyü ve sarsılmış lığı bir kenara bırakıp durumu
toparlayabilmek için bir şeyler düşünmem gerekiyordu.
Kısa bir süre başımı ellerimin arasına alıp düşündükten sonra, son derece
neşeli bir günaydın mesajı gönderdim. Aldığım habere üzüldüğümü ama iyi
olacağına inandığımı söyledim. Sonrasında yine bol gülücüklü bir paragrafla
İstanbul’un henüz tanışmadan vedalaşmayı kabullenmeyecek aksi bir kraliçe
olduğundan bahsettim. Gazabından kurtulabilmemiz için mutlaka telafi edecek bir
şeyler yapmamız gerekiyordu. Mesajlarımın okunduğunu görünce, yanıt vermesine
fırsat bırakmadan birlikte çıkacağımız macera için bir soru sordum:
“ Dimitrakis, bugün bana gözlerini ve kulaklarını ödünç verir misin? “
Sadece bir soru işaretiyle yanıtladı. Tam tahmin ettiğim gibi, ilgisini
çekmeyi başarmıştım. Meraklanmıştı.
“ Bugün İstanbul’a senin gözlerinle bakıp, sesleri senin kulaklarını
dinlemek istiyorum” dedim.
Tam olarak ne demek istediğimi anlayamadıysa da kulağa ilginç gelen ve denemeye
değer bir teklif olduğunu düşündüğüne şüphem yoktu. Kısa bir sessizlikte sonra,
“peki” dedi. “Nasıl yapacağız?”
“Sen her şeyi bana bırak” dedim. “Sadece benim kal...”
Eğer İstanbul’a gelmiş olsaydı onu nerelere götürürdüm diye düşündüm ve
kendimce bir rota belirledim. Arabama atlayıp sahil yolundan tarihi yarımadaya
giderken Marmara Denizi ve adaların kucaklaştığı enfes manzarayı görüntülemek
için sağ şeritte durdum. Dışarıya çıkıp, uzun süredir bağlarımı kopardığım
şehre uzun uzun baktım. Deniz masmaviydi ve öbek öbek beyaz bulutların gölgesi
denize düştüğünden bazı yerler daha karanlık daha koyu renkli gibi görünüyordu.
Kızkulesi’nin etrafına bulutların arasından sızan güneş ışıkları dokunuyordu ve
denızın bu kısımları göz kamaştırıcı şekilde parıldıyordu. Telefonla denizin
üzerindeki renklerin bir görüntüsünü alıp, altında ufak bir notla ona yolladım.“ Şu anda deniz
kenarındayız. Şimdi belki de hayatında ilk defa gökyüzünün altına serilmiş
sihirli bir halıya bakıyorsun.” Gelen cevapta heyecanlı olduğunu, İstanbul’la
tanışmak için çok güzel bir gün olduğunu söylüyordu. İşe yaramıştı! Küçük
oyunuma ortak olmaya başlamıştı.
O gün kilometrelerce uzaktaki bir yatakta uzanan bir çocuğun gözleriyle,
yeniden tanıştım dargın olduğum İstanbul’la. Aya Sofya’nın devasa kapısından
girerken Dimitrakis sakınki yanımdaydı. Kayıtlarda sesimi de duysun diye bazen
bir şeyler fısıldadım... “İşteee, şimdiii o büyülü kubbenin altındayız. Biraz
kulak kabartırsan binlerce yıl öteden gelen sesleri duyabilirsin” dedim mesela.
Sonra Topkapı Sarayı’na gittik. Ayaklarımıza kara sular inene kadar dolaştık
sarayın bahçesinde, sergi salonlarında ve hareminde. Dimitrakis müthiş
heyecanlıydı. Bana yazarken harfleri karıştırmasından ya da yolladığım videoyu
izlediğinde devamı olup olmadığını sormasından anlayabiliyordum bunu. O
heyecanlandıkça ben daha da hızlanıp, yepyeni bir yere götürmek istiyordum onu.
Sonra birlikte Galata Kulesi’ne çıktık. “Eğer başın dönerse söyle” dediğimde
ilk kez kocaman bir gülücük attı. İstanbul’da benimleydi ve gülümsüyordu! Galata kulesine sevdalı olmama
ragmen beni hep hüzünlendiren bir öyküsü vardı ve her aklıma geldiğinde boğazım
düğüm düğüm oluyordu. Ona tarihçesinden bahsederken bu hazin öyküyü es geçtim
ama kitaplarımdan birinde yazdığım bu bölüm benim aklımdan çıkmıyordu.
“Takvimler 6 Haziran 1973'ü işaret ediyordu. Kollarımı gencecik bir adama uzattım. Kulenin tepesinden aşağıya sarkan, aklı başından gidivermiş on beşinde bir adamdı. Yarı belime kadar sarktım, tutuverecek gibi oldum, yakalayamadım. Vapurların peşinden koşan, apak martılar gibi kollarını açıp uçtu önce. Sonra cılız, gencecik bedeni boğucu çığlıklar arasında kule dibinin toprağını sarstı. Hepi topu bir lokmacık çocuktu oysa. Öylece bakakaldım gidişine, gözümde sicim gibi yaşlarla...
Ardından bütün İstanbul ama en çok da Ümit Yaşar ağladı. O tarihten sonra yaşadı mı bilinmez. Yaşamak nefes almak değildi şüphesiz. Vedat'ın acısı koskoca İstanbul'a sığmadı, paslı bir hançer gibi saplandı Galata meydanın orta yerine.”
Galata’da bir şeyler yemek için soluklandığımda, karşımdaki boş sandalyenin fotoğrafını çektim ve yemek seçmesi için menuyü gösterdim. Bir kez daha gülümsedi...Bugün İstanbul’u gördüğü için mutlu olan sadece Dimitrakis değildi. Şehrin kaosunda boğularak geçen onca yıldan sonra, bu kez bir yabancının gözleriyle bir turist olarak yeniden tanışmıştım güzeller güzeli İstanbul’la. Sadece gezip görmeye değer yerlerine gidip, tarihçelerini araştırıp şehrin tadını çıkarttığım bir gündü.
Yemekten sonra Boğaz kıyısından yavaş yavaş yol alıp, köprüleri ve iki yakaya yayılmış küçük semtleri işaret ettim. “Bak burası Ortaköy dedim, karşı kıyı ise Çengelköy.” İstanbul’u görmekten daha güzel ne olabilir ki” dediğinde “İstanbul’u dinlemek” diye yanıtladım. Tam da o sırada Rumelihisarı'ndaki Orhan Veli heykelinin önünden geçiyorduk. İstanbul’a olan aidiyetimin bir tanığıydı Orhan Veli. Ve şöyle demiştim bir keresinde;
Orhan Veli İstanbul'u dinleyip, yamalı ceketinin cebinden çıkarttığı bir parça sararmış kağıda kulağına çalınan sesleri not ederken, Aşiyan'da ahşap bir bankta oturup hayranlıkla izlerdim onu. Çapkındı, alaycıydı bakışları. Kumral dalgalı saçlarını geriye doğru attı mı, kemerli burnu, dolgun dudakları ortaya çıkardı. Uzun uzun denize bakar birden hızlı hızlı yazmaya koyulurdu. Kim bilir kimin için dökülürdü kaleminin ucundan itiraf edilememiş bir iltifat, bir latife, bir gizli davet. İşte o vakitlerde, ağlar dalyanlardan çekilirken ayağı suya değen kadın da, kaldırımdan geçen yosma da, yüksek kaldırımda öptüğü Eleni de bendim…
Ona şiirin ismini tercüme ettim ve İstanbul’u dinlemenin de çok güzel bir tadı var dedim. Yeniköy’de denize eğildim ve ufak ufak çırpınan dalgaların, tepemden hızla geçen martıların ve onlara karışan şehrin uğultusunun sesini kaydettim... “Ah” dedim, “keşke mis gibi iyot kokusunu da gönderebilsem.”
Eve döndüğümüzde ikimiz de yorgun ama çok mutluyduk. Dimitriaks’in gözlerinden gördüğüm İstanbul’u o kadar çok sevmiştim ki, ertesi gün için plan yapmaya başlamıştım bile. Bir günlüğüne bile olsa çok uzaklardaki bir çocuğun hayatına dokunmuş olmanın huzurluyla, uykuya dalmadan evvel. Günün son sorusunu sordum:
“ Hey Dimitrakis, yarın adalara gitmeye ne dersin?”