30 Aralık 2011 Cuma

MUTLU SENELER

Kaç gündür bir telaş,bir koşturmaca...Nihayet yılbaşı için hazırlıklar tamam.

Sabah Deniz'in çantasına merakla beklediği ama henüz ne olduğunu tam olarak bilmediği yılbaşı kutlaması için birlikte hazırladığımız keki koydum.Bu akşam bize anlatacağı çok hikayesi olacağına eminim.

Ofisteki bodur çam ağacı ve yılın onbir ayı boyunca tozlu dolabın üzerinden bizi izleyen tombul noel baba çoktan köşesine yerleşti.Çam ağacımız renkli ışıklar ve parlak süslemelerle renklendirilip ,etrafı hediyelerle donatıldı.Ben bir kaç gündür olduğu gibi yılın bu son iş gününde yine yılbaşı şarkıları çalmaya devam ediyorum.Evde Deniz'in son günlerde dilinden düşmeyen 'jingle bells' ofisi de şenlendiriyor.Bir tek dışarıda lapa lapa yağan kar manzarası eksik.

Yarın gece için kızlarda da tatlı bir heyecan var.Herkes kendince bir öncelik belirlemiş.Kimi menü ve yemeklerin,kimi tombala ve bozuk para bulabilmenin telaşında.

Dostlarla birlikte,özenle hazırlanmış kocaman bir sofrada yeni yıl için geri sayımı beklemekten ve yılbaşı ikramiyesi ile neler yapacağımızı düşlemekten daha keyifli ne olabilir ki..

Hem zorlu hem de süprizlerle dolu geçen 2011'den bir an önce kurtulup,gıcır gıcır bir yıla girecek olmaktan mı bilmiyorum ama bu yıl benim de içimde ayrı bir heyecan var. Sanki sihirli bir değnek herşeyi sıfırlayacak ve şeker pembesi renginde bir kalem , pullu payetli bir deftere 2012'de neler olacağını yazacak.Süslü bir el yazısıyla ve büyük harflerle.

İyi bir yıl olacağını hissediyorum.Daha sağlıklı,daha mutlu,daha huzurlu ve en önemlisi her günün tadını çıkartabileceğimiz bir yıl...

Kutlanan yılbaşlarının sayısı arttıkça,bir önceki yıl daha dün gibi gelirken,insan geçmekte olan zamanın kıymetini daha iyi anlıyor.

Cuma gününü beklerken geçen beş günü kaçırmayıp,pazartesi sendromu diye bir kavramı zihnimizden silip atabileceğimiz , keyif dolu bir yıl olması dileğiyle..

19 Aralık 2011 Pazartesi

İZMİR'DEN GELEN KONUKLAR

Eski mektupları karıştırırken, birinin içinden İzmir Kemraltı'nda levanten bir sahaf olan Reha Abi'den alınmış eski fotoğraflar dökülüverdi. 1900'lü yılların başlarında İzmir'de bir fotoğraf stüdyosunda kameraya gülümsemiş insanların puslu silüetleri. Fotoğrafların arkasına da tarih ve kısa notlar düşülmüş. Belli ki uzaklarda bir yerlerde özlenen bir sevgiliye ya da bir dosta postalanmak üzere poz verilmiş. Kıyafetler çok şık, fötr şapka, kaşe kaban. Ahşap ağızlığın ucunda yanan sigaranın aksesuar olarak kullanılmış olması da enteresan.Yüzlerde mutlu mesut bir tebessüm.

Kim bilir kimdiler...Ve kim bilir bu fotoğraflar onca yıl sonra bir sahafın tezgahına nasıl düştü. Şimdi hayatta değiller muhtemelen, yine de bu blog aracılığıyla sanal alemde bir iz bıraksınlar istedim. Kim bilir belki de torunlarıyla bir yerlerde kesişmiştir yolum, farkında bile olmadan.

Ve bir kadın. İsmi belki Emine, belki Mari belki de Rahel. O da bu eşsiz şehirden gelip geçen yüzlerden sadece biri. Omuzlarında kürk bir etol, ince naylon çoraplar ve zarif deri ayakkabıları ile ne kadar da şık ve alımlı görünüyor. Saç modeli, tırnaklarındaki  koyu renk ojelere bakınca bu fotoğrafın neredeyse 90 yıl önce çekilmiş olduğuna inanmak güç. Cumhuriyetin ilk yıllarından bir zerafet örneği.

Çok sevgili İzmir'in, her daim güzel insanları anısına...


KIZ SEN ANADOLU'NUN NERESİNDENSİN?

Zehra-Mehmet-Hasan Tunç İstanbul 1956
Son okuduğum kitapta yüzyıllar süren göçler,savaşlar,sürgünler nedeniyle Türk insanının pek çok farklı kavimle karıştığını ,bazen itiraf edilmiyor olsa da geçmişte gizlenen etnik kimlik ve kökenlerden dolayı melezliğin oldukça yüksek bir oran olduğundan bahsediyordu.Ben de merak edip babaanneme,anneanneme sordum. Lakin öğrendiklerim kökenimizin ne olduğundan ziyade , dünyaya gelişimin pamuk ipliğine bağlı tesadüfler zincirinden ibaret olduğunu gösterdi.

Baba tarafımda hikaye çok ilginç. Babaannem Afrika kökenli bir aileden. Bildiğiniz kıvırcık saçlı , koyu renk tenli bir kadın. Babası cumhuriyetin ilk tütün eksperlerinden ( tevekkeli babaannem bildim bileli günde 3 paket sigara içer-üstelik 85 yaşında ve son ciğer filmi tertemiz çıktı!) Onun deyimiyle birinci cihan harbi sonrasında Bursa'ya yerleşmişler.

Hasan dedem ise Selanik göçmeni. Annesi Rabia bembeyaz teni, masmavi gözleriyle güzelliği  dillere destan olmuş devşirme bir Slav kadını.Yazık ki ömrü uzun olmamış. Dedem 5 yasında hem annesini hem de babasını kaybetmiş. Drama'dan zorunlu göç ile geldiklerinde büyük sıkıntılar çekmişler. Dedem 7 yaşından beri çalıştığını söyler, şu anda 88 yaşında ve pazar dahil her güne işe gitmeye devam ediyor.

Bir tanıdık vasıtasıyla dedem için Bursa'da bir kıza görücü gidiliyor.Lakin dedem o kızı değil , henüz 18 yaşında olan Zehra'yı kestiriyor gözüne. Düşünebiliyor musunuz birinin kızını istemeye gidip, evdeki bir başka kızı beğendim diye tutturmak. Olur du olmazdı derken , Hasan İstanbul'dan yolladığı, el emeği göz nuru kunduralar ile Zehra'nın gönlünü kazanıyor. Hemen evleniyorlar. İlk yılın sonunda da ilk çocukları Mehmet dünyaya geliyor. Yani babam...Rabia gibi sarışın, beyaz tenli, masmavi gözlü bir çocuk. Babaannem ne zaman babamın doğumundan konu açılsa söyle der :
Ben hastanede doğurmuş olsaydım Mehmet'i katiyyen kabul etmez, çocuklar karıştı derdim. Kimse de beni inandıramazdı. "

Anne tarafımda tesadüflerin şekli biraz farklı. Daha doğrusu Anadolu'nun ataerkil aile yapısı ve o dönemde evlenirken kadına söz hakkı tanınmıyor olması gibi etkenler olmasa ne annem ne de ben dünyaya gelmeyecektik. Anneannem yazık ki babaannem kadar şanslı bir kadın olamamış. Onu bir başkasına tercih eden ve süsülü hediyelerle gönlünü kazanmaya çalışan bir erkek olmamış hiç. Denizli kökenli bir aileden gelen Zennure'yi Aydın'ın Hacıaliobası köyünde hatırı sayılır bir varlığı olan çerkez Raşit'in oğluna istiyorlar. Zennure ne evlenmeye ne de şehirden köye gelin gitmeye yanaşmıyor. Fakat onun ne istediği kimin umurunda. Dedemi ilk kez nikahında görmüş. Eee annenanne dedim, beğendin mi adamı ? Begensen ne olur begenemesen ne olur dedi.Yırttım parçaladım kendimi evde, babam verdi bana söz düşmedi ki. İçim acıdı biraz. Sonradan sevmiş kocasını üç tane de çocugu olmuş ama bana sorarsanız hiç aşık olmadan gelmiş geçmiş koca bir ömür. Rahmetli Mehmet dedem Kafkas göçmeni bir Çerkezdi. Hem de en alasından. Çerkezlerin bütün katı kuralları ve geleneklerin sürdürülmüş yıllar boyu. Anneannemin hayatı hiç de kolay olmamış anlayacağınız.

Derken Zennure'nin ortanca çocuğu Sevda (1956 tarihinde Aydın'ın küçük bir köyünde dünyaya gelen bir kız çocuğuna verilen isim anneannemin durumunu düşününce oldukça manidar geliyor kulağa) ortaokula kadar ailesinden uzak Aydın'da yaşamak zorunda kalmış. ( Bu çok ayrı bir hikaye. Anneme böyle bir yazıyı borçluyum, yakın zamanda da yazacağım.) Sonra ver elini İstanbul...

22 yaşında bir arkadaşı aracılığıyla tanışıyor babamla. Babam görür görmez vurulmuş anneme. Sevda'nın bütün nazına, olmaz demelerine aldırmadan günlerce peşinden ayrılmamış. Derken bir gün annemin de içinde bir şimşek çakmış ve çok sempatik, çok sıcak bulduğu, aşkından deli divane olan bu adamı sevmiş. Sonrası ise malum arka arkaya iki kız çocuğu gelmiş dünyaya. Bir Aslı, diğeri de Ece.

Şimdi tüm bu yazdıklarımı okuyunca, Selanik'li Hasan ve Trablusgarp'lı Zehra'nın oğlu Mehmet ile  Kafkasya'lı Çerkez Mehmet ile Denizli'li Zennure'nin kızı Sevda'nın evliliği sonucu dünyaya gelmiş biri olarak, yazımın en başında belirttiğim melezlik oranın yüksek olduğu ihtimali konusunda hemfikir olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.

18 Aralık 2011 Pazar

2011'E VEDA EDERKEN

Bir kaç gün içinde dünyadaki milyonlarca inasan gibi 2011 yılı ile vedalaşıyor olacağım.Nedense bu yılbaşını daha bir heyecanla bekliyorum.Sanki sihirli bir değnek geçen yıldan kalan yorgunlukları,kırgınlıkları,belirsizlikleri silip süpürüverecekmiş gibi.

Nankörlük etmek istemem.Bu yılın bana sunduğu pek çok armağan da oldu.Hayatım boyunca unutamayacağım,bir şekilde bir yerlerde bırakılan izler var..

Örneğin bu blog,hayatıma tarifsiz bir enerji kattı.Çocukluğumdan beri hayallerimi süsleyen bir hevesti yazmak.Daha önemlisi yazdıklarımı paylaşabiliyor olmak.2011 yılının ocak ayında ilk kayıtlarımı yayınlamaya başladım.Geriye dönüp baktıgımda 58 kaydım yaklaşık 8.000 kez tıklanmış.İlk aylardaki kayıt sayısının azlıgını düşündüğümde ortalama olarak hiç de fena bir rating değil gibi.2012 yılının ocak ayında "Günlerden Bir Gün"ün  365. gününü kutluyor olacağım.

Yine bu yıl yedi yurtdışı,onlarca yurtiçi seyahatim oldu.Çeşme'ye, Dubai'ye ilk kez gidip,Suriye'deki çalkantının ilk şahitlerinden oldum.Kızlarla o çok sevdiğim adada rüya gibi üç gün geçirdim.Seyahatler açısından bereketli bir yıldı.

Deniz okula başladı,her geçen gün olduğu gibi büyümeye ve beni şaşırtmaya devam ediyor.

2011 yılını benim için çekilmez kılan , son ayların yoğunluğu ve iş hayatımda on iki ayda toplam üç yönetici, iki departman ve iki görev değişikliği yaşamam oldu sanırım.Tam bir şeyler oturdu derken herşeye sil baştan başlamak.

Geçen yıl olduğu gibi 2012 yılı için de listem hazır.Biraz telaş,biraz dinginlik,biraz huzur biraz macera ve bir tutam hayal bütün istediğim.

SERENAD

 
Sevgili Duygu'nun şiddetle tavsiye ettiği,hatta okumam için emanet ettiği Livaneli'nin Serenad kitabını uzunca bir uçak yolculuğunda okuma fırsatım oldu.Gidiş-dönüş toplam on saatte başımı bile kaldırmadan , tepemdeki okuma ışığının yetersiz aydınlığında,herkes mışıl mışıl uyurken elimden bırakamadan bir çırpıda bitiriverdim.Üstelik kitabın ilk paragrafı şöyleydi :

"Uçakta rahat eden insanlar ,yeryüzünden sekiz bin metre yukarıda,boşlukta ,metal bir kutunun içinde olduklarını unutup kafalarını şarabın kalitesine,yemeğin lezzetine,koltukların genişliğine takanlardır ki,hemen söyleyeyim ben de onlardan biriyim.Frankfurt-Boston uçağının rahat koltuğunda,beyaz Porto şarabımı yudumlayarak,jet motorlarının tatlı homurtularını dinlemekteyim."

Ne hoş bir tesadüf deyip, gülümsedim...Benim için Serenad şu ana kadar okuduğum romanlar içinde baş köşeye yerleşmiş bir başyapıttır.Neden mi?

Edebi değerinden,dilin olağanüstü başarılı kullanıldığından,muazzam betimlemeler ve süslü dil oyunlarından  falan bahsetmeyeceğim.Tam tersine beni Livaneli'nin yazar kimliği ile tanıştıran bu kitabın dili inanılmaz derecede yalın ve okuyucuyu bunaltmayacak kadar basit.Yazarın edebi kaygılar taşımadığı çok açık.

Kurgusu çok başarılı,konusu merak uyandırıcı.

İstanbul Üniversitesinin halkla ilişkiler sorumlusu Maya Duran , Amerika'dan konuşmacı olarak gelen 87 yaşındaki bir profesöre İstanbul'da kaldığı sürece eşlik etmekle görevlidir.Bir süre sonra profesör Wagner'in İstanbul'a sadece bir konferans için değil,yıllar önce kaybettiği büyük aşkı Nadia'ya son bir veda etmek için geldiği anlaşılır.

Kitap boyunca merakla bir sonraki sayfayı çevirirken, Wagner'in anlattıklarının yakın tarihimizde yaşanmış tüyler ürpertici olaylar olması itibariyle hüzne boğularak ve defalarca insanlığıma lanet ederek devam ettim okumaya.Yazık ki ben dahil,çoğumuz yakın tarihimize ne kadar da yabancıyız.Hepimizin tarihe dair bildiği  bir kaç kısa cümle ile bir kaç zafer sözcüğünden ibaret.'Mavi Alay','Struma' daha önce hiç duymadığım ve acı hikayeleri karşısında keşke isimleri tarihe bu şekilde geçmemiş olsaydı dediğim kelimeler.


Diğer taraftan Wagner'in konuşması sırasında sarf ettiği , hayat görüşümü yansıtan şu cümleler nedeniyle Livaneli'nin karşısında saygıyla eğiliyor ve günü birinde bir yerle rastlaşıp kendisine derin sevgi ve hayranlığımı sunabilmeyi ümit ediyorum.

"Benim tezim, bütün halkın, bütün kültürlerin birbiri hakkında ön yargı sahibi olduğudur. Eğer bir gün bu ön yargı kelimeleri, yani Avrupa dillerindeki barbar, Japon dilindeki gaijin, Müslümanlardaki kafir, Almanlardaki ari olmayan gibi ön yargı sıfatlarını kaldırabilirsek, amacımıza ulaşabiliriz. Amaç nedir derseniz, bence tam olarak şudur; insanın değerinin sadece insan oluşundan geldiği; din, milliyet, cinsiyet, renk, cinsel tercih, siyaset gibi bir takım ön sıfatlarla ayrımcılığa uğratılmadığı bir hümanizm anlayışı."

11 Aralık 2011 Pazar

YANNIS RITSOS - BİRDEN


Sessiz gece.
Sessiz.
Ve sen vazgeçtin beklemekten.
 Nerdeyse dingindi her yer.
Birden, orada olmayan kişinin
o canlı dokunuşunu duydun yüzünde.
 Gelecek.
Sonra kendi kendine çarpan pancurların sesi.
İşte rüzgâr da çıktı.
Ve biraz ötede,
kendi sesinde boğuluyordu deniz

Türkçeye uygun çeviri:Cevat Çapan

3 Aralık 2011 Cumartesi

DUBAI ÇÖL SAFARİ

Aralık ayının ilk günü..26H numaralı koltukta Dubai'den İstanbul'a doğru yol almaktayım.Kasım ayına sıcacık bir memlekette deniz ve güneş eşliğinde veda ettim.Aralık ayını ise buz gibi İstanbul havası ile karşılamak üzereyim.

Bu seferki seyahatim oldukça dolu ve mevsim itibariyle bir öncekinden çok daha keyifli geçti.Daha önce yapmaya fırsat bulamadığımız herşey için sevgili Aslı'nın bitmez tükenmez enerjisinin de katkısıyla  zaman yarattık.İtiraf ediyorum ki sabahları erkenden odamı aramasa,kalkıp harekete geçmem çok zor olurdu.Sadece sabahları mı..Geceleri de erken yatmamızı engelleyen şahane fikirler hep ondan çıktı :)


Biraz sıkıntılı bir uçuşun ardından Dubai'ye pazartesi sabahı saat 04:00 gibi varabildik.Kalkış için tam da piste çıkmışken motorlardan biri arızalanınca  uçağın içinde epeyce beklemek zoruda kaldık.Neyse ki Livaneli'nin 'Serenad'ı yol boyunca benimleydi ve sayesinde bir an olsun bile sıkılmadım.

İlk gün ,akşamüstü için çöl safari turu organize ettikten sonra Deira'dan onbeş dakika uzaklıktaki Al Mamza plajına gittik.Kasım ayının sonunda,pazartesi öğle saatlerinde güneşleniyor olmanın keyfi pahabiçilemez.Bir gün önce İstanbul'da kabanıma sıkı sıkı sarılmışken , bir gün sonra Dubai'de sere serpe güneşleniyordum!

Dubai'de kısa sürede ulaşılabilecek pek çok plaj var.Üstelik benzin çok ucuz olduğu için taksiye de dünyanın parasını ödemek gerekmiyor.Jumeirah Beach,Al Mamzar ,Jebel Ali bunlardan bazıları.Ya da bir gün bütünüyle Palmiye adasındaki Atlantis Aqua Park'da geçirilebilir.
Akşamüstü çölde ulaşım için özel dizayn edilmiş 4*4 bir araç otelin önünde bizi beliyordu.Dubai'nin dışına doğru yaklaşık 1 saatlik yolculugun ardından ,çölün girişindeki diğer araçlarla buluştuk.Tüm araçlar aynı anda safariye başlayıp birbirlerini makul bir mesafe ile takip ediyorlar.Çöl turunun daha güvenli olması açısından hiç bir araç tek başına hareket etmiyor.Diğer taraftan bir öndeki aracı izleyip,onun kum tepeleri üzerinden kayarak inişini , tozu dumana katarak ilerleyişini görmek adrenalini artttırıyor.Bu araçların bu kadar ince bir kumda,hızla ilerleyebilmesi şaşırtıyor insanı.

Yaklaşık 45 dk.süren bir turdan sonra ,yine bütün araçlar çölün ortasında kurulmuş özel bir alanda toplanıyor.Burada yöresel şekilde dekore edilmiş ,bedevi çadırlarını andıran bir mekanda oryantal danslar eşliğinde Araplara özgü yemeklerin tadına bakılıyor.Aynı anda kına yaptırıp , yerel kıyafetlerı denemek ve hatta deveye binmek de mümkün.Dubai'ye kadar gitmişken çöl havasını solumadan ve yüksek adrenalin vaadeden 45 dakikalık bir jeep safari turu yapmadan olmazmış sahiden.Gecenin kalanı için ise şiddetle tavsiye ediyorum diyemem.Kilim desenli minderler,nargile ve oryantal danslar bizim zaten aşina olduğumuz detaylar.Bu nedenle Avrupalı ya da Amerikalı turistler kadar ilgi ile izleyemedim.Hatta onca yorgunluğumun üzerine vakitlice otele dönmeyi yeğlerdim.

Sonraki günler toplantılar ve olağan iş telaşlarıyla geçip gidiverdi.Akşamları Dubai Mall'de kaybolup,Burj Al Kaifanın heybetli görüntüsünü fon yapıp ,bol bol fotoğraf çekmeyi ihmal etmedim.Havuzdaki su ve ışık gösterileri yine büyüleyiciydi.

Dubai gece hayatına karışma girişimimiz,jean pantalon ve spor ayakkabılarımız yüzünden biraz hüsranla sonuçlansa da gecenin sonunda renkli gökdelenlere karşı içtiğimiz kahve ve cheesecake in tadı hala damağımda.Siz siz olun gece dışarı çıkmak ve bir kaç gece kulübünde vakit geçirmek isterseniz, valizinizde mutlaka gece giyilebilecek bir kaç özel parçaya yer ayırın.Mekanlar ile ilgili ise http://www.timeoutdubai.com/ adresinden detaylı bilgi alabilirsiniz.

Uzayıp giden taksi kuyruğunda oynadığımız küçük oyun,'yeşil taksi' ,14 oda ,havlu terlikler ve tarçın rengi bedevi kostümü  ile her anımsadıgımda gülümsememi sağlayacak unutulmaz bir seyahatti.

20 Kasım 2011 Pazar

I FOUND MY LOVE IN PORTOFINO


Kışın tam ortasında oldugumuz ,soğuk havanın ayazın iliklerimize kadar işlediği bu günlerde küçük bir  kaçamak yapalım.

Kulağımda altmış yıl önesinden gelen bir melodi.Hüzünlü bir ses , güzel bir aşk hikayesi, I found my love in Portofino'.Vittorio Palltrinieri'nin unutulmaz şarkısı olmasaydı bu minnacık İtalyan kasabası bu kadar meşhur olabilir miydi acaba?Hiç sanmıyorum.
Nakarat kısmı dısında İtalyanca olan bu şarkının diğer tek bir sözünü bilene rastlayabilmek çok zor.Özellikle bizden bir önceki nesilde Dalida'nın da etkisi ile bu şarkıyı bilemeyen yok gibi.Fakat herkesin bildiği sadece bu cümleden ibaret ' I found my love in Portofino'...
Önümde uçsuz bucaksız Akdeniz,arkamda ağır ağır uzaklaşmakta olan Rapallo.Pisa ve Genova arasındaki iki rivieeradan biri Portofino diğeri Santa Margarita.İkisi de son derece etkileyici.Akdeniz kıyısında,yeşilliklerle çevrili,tüm yapıların eski ve pastel renklere boyalı oldugu,minnacık iki kasaba.Hele Portofino tam anlamıyla miniminnacık!Bu kadar ufak bir yer olabileceğini tahmin etmiyordum doğrusu.Bizdeki gibi popüler olan bir yeri hemen şehrin dışına doğru büyümüyorlar tabi.Tek sorun kasabanın küçük,turist sayısının fazla olması.Araba ile gelindiğinde içeriye girmesine müsade edilen araç sayısı dolduysa bir süre beklenmesi gerekebiliyormuş.Biz Rapallo'dan tekne ile geldiğimiz için sorun yaşamadık.

Sahilde demirlemiş olan devasa yatlar,Portofino'nun genel dokusu ile müthiş bir tezat oluşturuyor.İnsan şarkıyı dinleyince hayal ettiği gibi  ufak balıkçı tekneleri ile karşılaşacağını zannediyor.Ama o manzara çoktan altmıs yıl oncesinin Portofino'sunda kalmış ..

Günün birinde,yağmurlu bir bahar sabahında yolumun tekrar Portofino'ya düşmesini umuyorum.Bu güzel kasaba ile başı daha az kalabalıkken,fazlaca konuğu yokken tekrar selamlaşmak ve daha yakından tanıyabilmek ne güzel olurdu..

 I found my love in portofino
Perche nei sogni credo ancor

lo strano gioco del destino
A portofino m'ha preso il cuor


Aşkı Portofino'da buldum
Çünkü hale hayallere inanıyorum
Kaderin tuhaf oyunu bu
Portofino'da kalbimi aldı

http://www.youtube.com/watch?v=qcwy0gcxQR8&feature=related






18 Kasım 2011 Cuma

KASIM KASIM KASILDIM

Kasım ayına güzel bir giriş yapalım diye 'Sweet November'filmini konu edip bir kaç satır yazmak istedim.Bir türlü derleyip yayınlayamadım,ay ortası geldi de geçti bile.

Gerçi bu ay sahiden de hiç tatlı bir kasım olmadı benim için.Kalan 12 gün de geçip gitsin diye dört gözle bekliyorum.Geç saatlere kadar çalıştığım, bir kaç ciddi hayalkırıklığı yaşadığım,Yunanca kursunu bırakmak zorunda kaldığım kasvetli kasıcı bir ay işte..Bu ayın tek tesellisi gelecek pazar Dubai'ye gidiyor olmam.Kasım ayını , İstanbul'daki telaşları ve bütün yorgunluğumu geride bırakıp gideceğim.Biraz çöl tozu yutup,kşın ortasında sandaletle gezmek üstümdeki kasveti dağıtmaya yeter de artar bile.Ne mutlu ki döndüğümde aralık ayı gelmiş olacak.Yılın son yında daha pozitif,dana enerjik bir şeyler yazabilmek umuduyla..

9 Kasım 2011 Çarşamba

SOMETHING'S GOTTA GIVE

Nasıl olmuş da bunca zamandır bu muhteşem romantik komediyi izlememişim..Gerçi epeydir romantik filmler izlemiyorum,izleyemiyorum diyelim.Yine de 2003 yapımı bu harika filmi halen izlememiş olmak için bir bahane değil.Hele ki o filmde Jack Nicholson oynuyorsa..

Yalnız ve sakin geçen bir geceye ancak bu kadar güzel bir nokta koyulabilirdi.Jack Nicholson hayranıysanız ,'As good as it gets ' en sevdiğiniz filmler sıralamanızda yer alıyorsa mutlaka izlemelisiniz.Kızının kendinden yaşça büyük  sevgilisine aşık olan bir oyun yazarı ve çapkın bir adamın hem romantik hem komik hikayesi.

Ellili yaşlarında yalnız ve aşk defterini çoktan kapatmış bir oyun yazarını canladıran Diane Keaton muhteşem bir oyunculuk sergilemiş.Aşk acısı çekerken gece gündüz demeden avaz avaz ağladığı sahneler müthişti.Yaş kaç olursa olsun otuzda da , ellide de uyanır uyanmaz salya sümük ağlanıyormuş demek.


Yine her filminde olduğu gibi mimiklerini konuşturan Jack Nicholson için söylenebilecek çok fazla şey yok.Altmış yaşını aşmış , genç kadınlarla takılan playboy rolü ile bir kez daha hayran bıraktı kendine.


Güzel bir hikaye , güçlü bir oyuncu kadrosu ki -Keanu Reeves'in genç ve sevimli doktor rolünün de kendisine çok yakıştığına değinmeden geçemeyeceğim-, harika bir soundtrack ve son sahnede  bütün bunlara eşlik eden noel zamanı karlı bir Paris.


Filmle ilgili fazla detay vermiyorum,merak edin izleyin.Mümkünse yanınızda izlerken elini tutabileceğiniz biri olsun ya da en azından yanınızda olduğunu hayal edebileceğiniz biri ..


http://www.youtube.com/watch?v=Zf8xidMTmVg&feature=related





8 Kasım 2011 Salı

KIZKARDEŞİME

1986 -İstanbul
 Şeker Bayramı
Bugün bayram;


Kız kardeşimi son görüşümün üzerinden , bir yılbaşı,dört milli bir dini bayram ve dört mevsim geçmiş.Dile kolay tam bir yıl olmuş görüşmeyeli.


Onu özlüyorum hem de çok.Bazen dolapları karıştırıken elim eski albümlere gidip geliyor ,açıp da bakamıyorum gönül rahatlığıyla.Ya da çocukluğumdan söz açıldığında alelacele kapatıveriyorum konuyu.Son günlerde içimde bir sızı , boğazımda bir şeyler düğüm düğüm.


On yıl kadar önceydi.Eski evimizde, bir gece herkes derin bir uykudayken dertleştik.O gece uzaklara gitme fikri ilk defa düşündürmüştü onu.İlk defa o zaman anlamıştı yabancı bir ülkede , dilini bile bilmediği insanlarla yaşayıp,yepyeni bir hayata başlayacağını.Uzun uzun konuştuk,evlenmesine sadece günler vardı yaşı ise sadece onsekizdi.Ne desem boştu biliyordum.O aklına koydugunu yapardı,kimseden icazet almadan bazen burnunun dikine gittiğini bile bile yapardı.Aslında ben onun bu kendinden emin ve ne istedğini bilen tavrına özenirdim .Elini beline koyup istiyorum,yaparım diyen tavrına hayrandım.Öyle ya da böyle yaşadığı herşey onun seçimi,onun kararıydı.Telaşlı ve sabırsızdı da üstelik.Ben de bazen onun gibi olabilmeyi çok istedim.Bir karar vermeden önce ince ince düşünmemeyi,verdiğim kararın başkaları için dogru olup olmadıgını umursamamayı ..ama olmadı,olamıyor.Anladım ki insan yedisinde neyse yetmişinde de o.Bu yüzden o evlendiğinde onsekiz,anne oldugunda yirmibir ,boşanma kararı aldığında yirmidört yaşındaydı.Hayata karşı bu güçlü duruşunu hep takdir ettim.Hiç korkmadı ve bir an bile durup mücadele etmeyi bırakmadı.Elini attığı her işe bitmez tükenmez bir enerjiyle sarıldı.


Şimdi binlerce kilometre uzakta da olsa mutluluk ve huzur içinde olduğunu bilmek belki de ayrı geçen bayramların en büyük tesellisi.

29 Ekim 2011 Cumartesi

BİR SEYAHAT BİN LEZZET

Gaziantep'i merak ediyorsanız bu şehri sevmek için en az iki sebebiniz olacağını garanti ederim: Kebap ve baklava!Açıkçası Antep deyince aklıma  ilk gelen tarihi , kültürel zenginliği , doğası vs . dersem külliyen yalan söylemiş olurum.Yemek yemeyi seviyorum , yaşamak için değil yemek için yaşayanlardanım.Yediğime içtiğime dikkat ediyor olmasam bin kilo olma potansiyelim var.Bu yüzden öğünlerimi fazla abartmamaya gayret ediyorum.Gelin görün ki yolunuz Anadolu'ya hele hele Güneydogu Anadolu'ya düşüyorsa abartmadan, normal insanlar gibi yiyebilmek ne mümkün.

Kebapları çok lezzeli,malum etleri doğal , ustaları marifetli.Baklavalarda şeker yok gibi.Sahiden de yerken boğazda şekerin bıraktıgı hafif yakıcılık zerre kadar hissedilmiyor.İndirimli alış veriş gibi,bir yiyeceğinize aman nasılsa hafifmiş deyip bir kaç taneyi mideye indiriyorsunuz afiyetle.Bu baklavaların bel ve basen bölgesinde yol - su - elektrik olarak geri döneceğini bile bile,zerre kadar umursamadan.

Son seyahatimden geriye kalan sadece damak tadı değil elbet.Tarihi Bakırcılar Çarşısındaki eskicilerde çok etkileyici parçalara rastladım.Paslı kapı tokmakları,kim bilir kaç yıllık döküm anahtarlar,nerden geldiği bilinmeyen bronz haçlar ve daha nicesi.

Üstüne üstlük Ali Bey'in önerdiği bir kitap seyahtime daha da bir anlam kattı.'Tibet'in Gençlik Pınarı'.Beş basit yoga harketi ile daha genç ve dinç hissedilebileceğine ilişkin bir kılavuz.Aynı gün aldım okudum,uygulamaktayım.Bir haftada aylardır ciddi sorun yaşadığım bel ağrılarımın hafiflediğini ve neredeyse yok olduğunu söyleyebilirim.Okunması gereken kitaplar listenize ekleyin,pişman olmazsınız.

Sabahın ilk ışıkları ile çıktığım evime ertesi günün sabaha dönen saatlerinde dönebildim.İptal edilen uçuş,uykusuzluk,yorgunluk bir kenara,son zamanların en keyifli ve verimli ziyaretiydi...

Sankopark YKM Müdürü Ali Omak'a teşekkürlerimle..

28 Ekim 2011 Cuma

SANDIKTAN ÇIKANLAR-EKİM

Kışa merhaba dediğimiz şu günlerde biraz ılıman ilkimlere gidip gelelim.Eski sandıktan neler çıkardım neler..Hepsi o kadar güzel ki seçmekte zorlandım.İyisi mi her ayın son haftası nostaljik dizelerle süslensin,ağzımızın tadı yerine gelsin.

-
Seni anımsıyorum
Geçen yazki halinle;

Esirgemez duruşun
Sessizlikte
Geceye dönerken gün

Ve bir yıldızın yarasını temizliyormuşcasına
Şefkatli bakışın

Seni anımsıyorum
Geçen yazki halinle;
Dalgalar boyu yürürken kumsallarda
Martıların izleri inceliğinde adımlarla
Seni anımsıyorum
-
Ben yine buralardayım biliyorsun
Sakalımda yuva kurar
Yazın göçmen kırlangıçlar
Yetim balıkçıllar uyuklar
Omuzlarımda tüneyip gece yarıları

Ve bir kalıp taze peynirden başka nedir ki buralarda ay,
Her akşam şarabın yanında paylaştığımız..?
-
Görüyorsun işte
Artık o kadar kolay ki
Bizim için güleryüzlü olabilmek,
Mutluluğumuza yeter ,
Kıskaçlarını kavuşturarak güneşlenen
Kaya yengecisini seyretmek.

II.
Seninle ben,
Kavuşması gibi
Çam kökleriyle
Tuzlu toprağın;

Maviye çalan bir akşamüstü
Temmuz ayında
Adada..



23 Ekim 2011 Pazar

MAÇA KIZI

Bugün size maça kızından bahsetmek istiyorum,karo,sinek ve kupa kızlarıyla birlikte en kadim dostlarımdan birinden.Şakayla karışık son yazımı sana ithaf edeceğim dediğimde merakla sordu peki ne yazacaksın diye?Ne olsun dedim , ufacık tefecik içi dolu turşucuk diyeceğim işte.Her zamanki sevimliliğiyle arka arkaya iki küfür salladı.Onyedi senedir olduğu gibi ,o söylenirken ben yine bıyık altından gülüyordum.Yazarım dedm mi yazarım , tehditlere pabuç bırakmam :)

O bir maça kızı; elli iki kağıdın en karakterlisi.

Düşündüğünü açıkça söyleyeyen,kimseye müdanası olmayan ve duruşundan asla taviz vermeyen.Bazen sert görünse de, tanıdıkça ne kadar muhteşem bir insan olduğunu anlarsınız.Sadece ilk görüşte aşka inanmaz.Tanıdıkça yakınlaşır,yakınlaştıkça açar kendini.Bir de bakmışsınız vazgeçilmezlerinizde biri oluvermiş.

 Hayatımda var olduğu için kendimi acayip şanslı sayıyorum.On yedi yıldır onsuz geçen özel bir gün anımsamıyorum.Bir günün özel olması için bir arada oluyor olmamız bile yetiyor bazen.O benim sağ kulağıma bazen fısıltıyla ,bazen avaz avaz konuşan sağduyum aynı zamanda.İtiraf ediyorum ki  sırf bu yüzden bazı şeyleri direk söyleyemediğim oluyor.Duyacaklarım işime gelmediği için.Ama ondan bir şey saklamak ne mümkün. Ne zaman kötü hissetsem yanındayım, ne zaman dertleşmek ve akıl danışmak istesem yanındayım, ne zaman mutluluk ve heycanım içime sığmasa yine yanında alıyorum soluğu.Kendimi o kadar iyi hissettiriyor ki tarifi çok zor.

Hem çok benziyoruz birbirimize hem de çok zıt taraflarımız var.Bazen düşünüyorum da bu benzerlıkler mı bızı bu kadar yakınlastıran yoksa aramızdakı zıtlık mı bu dostlugu bu kadar değerli kılan..

O benim için hala ondört yaşında , yatakhanede sarı pijamaları ile salınan,pazartesi sabahları heyecanla yatağının başucuna yaslanıp simit getirdiğimi söylediğimde uykum var diye beni başından savan uzun saçlı dünya tatlısı kumral kız.

Aradan geçen yıllar bizi büyütebildi mi bilemem , hatta hiç sanmıyorum ama yaşanmışlıklara baktığımda o hep başucumdaydı.İlk arabamı aldığımda yanımdaydı.Ben acemi bir şöfördüm o ise beni cesaretlendiren co pilot.Bebek beklediğimi ilk ona söyledim.Canım istiyor diye gecenin bir yarısı  limonta yapan ve gülümseyerek 'Sultan Süleyman gelse bu satte limon sıktıramaz bana 'diyendi.Oğlumu kucağıma ilk aldığımda elimi tutan,uykusuz ve  yorgun geçen gecelerde benimle günlerini,gecelerini paylaşandı.Aklımın başımda olmadığı zamanlarda  eline makas tutuşturup saçlarımı kes,hemen kes dediğimde elleri titreyerek saçlarımı kesen ve tüm zamanlar boyunca baş ağrılarıma apranaxtan daha iyi gelendi.

Bazen hep papazı buluyorum diye hayıflanıp kendine haksızlık etse de , seriyi tamamlayacak bir vale ile tanışıklığı yakındır.İnanıyorum buna.Mutlu ve çok mutlu olmalı çünkü.Kimse mutluluğu onun kadar hak etmemiştir bu dünyada.Günün birinde omzuma yaslanıp sevinç gözyaşları dökmesini istiyorum.

Hep düşlediğimiz gibi adada sadece bize kadeh kaldırıp,neşeli bir türkü tutturalım.Geçmişin hüsranlarını görmezden gelip,geleceğin heyecanını taşıyarak.Ne dersin..?








19 Ekim 2011 Çarşamba

STAR*BUCKS

Kahveyi oldum olası çok severim.Az şekerli,bol köpüklü geleneksel kahvemizin yeri ayrı olsa da  farklı kahveler tatmaktan , yeni aromalar keşfetmekten keyif alırım.Özellikle seyahatlerimde 'kahve'demek bir kaç dakikalık bir mola anlamına geldiği için uzaklarda içilen bir fincan kahve,bir fincan kahveden çok daha fazlasıdır..
Son yıllarda arka arkaya açılan uluslararası ve yerel zincir kahve dükkanları da alternatifleri oldukça arttırdı.Bunca farklı kahve dükkanı varken,İstanbul'da ilk açıldığından beri son derece popüler olan Starbucks acaba  neden diğerlerine göre daha fazla tercih ediliyor,nedir bu başarının sırrı diye merak ederdim.Öyle ya daha uygun fiyata benzer lezzetler sunan , kagıt bardak yerine incecik porselen fincanlarda sunum yapan , dahası -ki benim için gayet önemli-self servis olmayan , öğle saatlerinde kapısında kuyruk beklemeyceğimiz bir sürü alternatif varken neden ille de Starbucks'a gideriz?
Bir kaç hafta önce bu merakımı 'yaşa ve gör' esasına göre gidermiş oldum..
Bakırköy'de büyük çoğunlukla çocuk markaları barındıran bir AVM'de , yine çocuklara göre özel olarak düzenlenmiş bir berberde oğlumun saçlarını kestirdik.Çıkışta alt katta bulunan Starbucks'da bir kahve içip eve öyle geçmek istedim.Fakat buradaki şubesinde mama sandalyesi yoktu , Deniz'i sabitlemek çok kolay olmadıgından kahvemi ve havuçlu kekimi paket yaptırıp eve döndüm.Ertesi gün ,Starbucks'a pek de dikkate alacaklarını düşünmeden,sadece bir öneri mahiyetinde bir mail yazdım.AVM deki tüm mağazaların çocuklara uygun konseptler uygulamasına ve müşteri profilinin daha çok çocuk sahibi ailelerden oluşmasına karşın Starbucks'ın burada bebek sandalyesi bulundurmamasının müşteri açısından sıkıntı yarattığını söyledim.Ayrıca ilk kez havuçlu kekimin bayat çıktığını ve aynı gün içinde iki ayrı hayalkırıklığı yaşamış olduğumu da ekledim.

Aynı akşam saat 20:00 sularında telefonum çaldı.Telefonun ucunda kendini Starbucks Bakırköy bölge yöneticisi olarak tanıtan son derece nazik biri vardı.Ben henüz şaşkınlığımı giderememişken , o hızlı hızlı anlatmaya başladı....Her şubede mama sandalyesi mevcut ancak bahsi geçen şubedeki kırılmış ve yarın yenisi geliyor bilginiz olsun dedi.Mama sandalyesi bulundurulması standart bir uygulamaymış.Kekin bayat olması ile ilgili pek çok teknik detay verdikten sonra ertesi gün aynı şubede bana kahve ve kek ikram etmek istediklerini söyledi.Üstüne üstlük kapatırırken başka bir önerim olup olmadıgını sormayı da ihmal etmedi.O kadar şaşkındım ki sadece defalarca teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.
İşte bütün bu başarının,sadakat yaratabiliyor olmanın sırrı ; müşteri odaklılık ve standardizasyon!Dünyanın neresine gidersem gideyim aynı konseptte aynı lezzeti yakalamak ve müşteri olarak kendimi değerli hissetmek  beklenen  kuyruklara ve kahveyi karton bardaktan içmeye fazlasıyla değer!

16 Ekim 2011 Pazar

EVRENDEN TORPİLİM VAR

Geçtiğimiz ay 'geleceğe mektuplar'başlıklı yazıma başlarken, neredeyse evrenden iste olsun felsefesine inanamaya başlayacağım demiştim..Bir kaç hafta sonra sevgili Aslı ilk sayfasına sıcacık bir kaç satır eklediği bir kitap hediye etti.Kitabın ismi ' Evrenden Torpilim Var'.Ben tam da evren-enerji-kuantum diye gevelerken karşıma bu kitabın çıkmış olması çok ilginç..

 Kitabın anafikri hepimizin sıklıkla duyup hayatımıza uygulamakta zorlandıgımız olumlu düşün, evrene pozitif enerji yay ve gerçekleşmesini istediğin bir şeyi 'gerçekten'iste.Evren de sana versin!İlk yüz sayfa itibariyle ikna olduğumu söyleyebilirim.Secret kitabını ellinci sayfada bir kenara bırakıp 'saçmalık 'olarak nitelendiren ben  ikna olduğumu söylüyorum!Şöyle ki geriye dönüp baktığımda istediğim herşeyin farkında olmadan zaten bu yöntem ile gerçekleşmiş olduğu gördüm.Eylül 2010 da bir liste yaptıgımda bahsetmiştim . Aslında bir liste hazırlamak bile bir şeyi istiyor olduğunuzu büyük harfler ile ilan ettiğniz anlamına geliyor.Diğer taraftan kişisel olarak sahiden de evrenden torpilim var çünkü iflah olmaz bir hayalperestim.Hayal kuruyor olmak da istenilen şeylerin zihinde canlandırılıp ,gerçekleşmiş gibi hazzını yaşamak anlamına gelmiyor mu? İşte bu benim sıklıkla,hatta sürekli yaptıgım şey.Demek ki evrenin kulağına defalarca fısıldadıgımızda kayıtsız kalamıyor.

Aykut Oğut'un üslubu da çok hoş.Sanki karşınızda oturmuş , bir elinde kahve bir elinde not defteri sizinle sohbet ediyor.İlk yüz sayfayı gülümseyerek okudum.Hele şu çıkarımı tam benlikti : Hayatın anlamı komplike görünür, yüzyıllardır cevabı aranır durur.Oysa yanıt çok basittir. Hayatın anlamı sadece ' deneyimlemek ve keyif almaktır'.

Okuyun,deneyin ve İSTEYİN!

9 Ekim 2011 Pazar

RITSOS'DAN SEÇMELER

                                            İKİMİZ / YANNIS RITSOS

          El sıkıştıgımız anda

                Rüzgarın avuçlarımız arasında sıkıştıgını duymadın.
                Belleğin kendini hazırlamasıydı bu aslıda
                Buluşmadan önceki ayrılıştı ;
                Duymadın.

                 Eksiksizdin sen :
                 Bütün çıplaklığına sarılmış
                 Bir orman yangınındaki ağaçlar gibi ;
                 Onurlu ve korumasız .


'ÜÇLEMELER'DEN / YANNIS RITSOS

        O gece;
            yanına varılmaz o kadın
         öpmüyor kimseyi
          onu öpecek kimse çıkmaz korkusuyla
tek başına.

      Beş uçlu bir yıldızla gizliyor
       bir tutam beyaz saçı
        ve bütün güzelliğini yadsıması kadar güzel kendisi.

** Türkçe'ye uygun çeviri : Cevat Çapan


8 Ekim 2011 Cumartesi

ŞEHR-İ İSTANBUL

Çok sevdiğim bir arkadaşım İstanbul'un onu bünyesine kabul etmediğinden hayıflanıyordu geçenlerde.Şahane bir benzetmeyle; İstanbul sanki tükürüyor beni dedi,istemiyor kabullenmiyor bir türlü ...İşlerin yoluna girmediğinden dert yandı,bin bir umutla geldiği bu şehirde dostları dışında onu  buraya bağlamakta olan bir şeylerin olmadıgından bahsetti.Aidiyet duygumu yitirdim ben bu şehirde dedi.Dertleştik uzun uzun , o bana ben ona anlattım meramımı.

Laf lafı açtı, biliyor musun dedim benim de derdim tam tersi.Kendimi bildim bileli gitmek isterim bu şehirden.Oysa dünyanın en güzel şehridir İstanbul,dönüp dolaşıp tüm dünyayı yine özlersin ,burnunda tüter her bir köşesi.Lakin bu şehirde yaşayabilmek artık o kadar zor ki..Bazen olur olmadık bir saatte trafiğin orta yerinde kalakalmışken ya da haftasonu mis gibi deniz -ada havası almak isteyip vapura binerken sagdan soldan itelendiğimde Serdar Ortaç gibi avaz avaz bağırasım geliyor : Hayat beni neden yoruyosun!

Dışarıdan bakanlar özenir biz İstanbullulara,Bebek,Nişantaşı,Kalamış-Moda,Sultanahmet saymakla bitmez bir sürü güzel semt..Bilmezler ki İstanbullu haftasonları köşe kapmaca oynar birbiriyle.Mümkünse Sarıyer-Bogaz hattında bir yere gidilmez kahvaltıya, gidilecekse de sabah erkenden gidilip öğleden önce dönmek gerekir.Yoksa yolda geçen süre saatleri bulabileceği gibi,yaşanan stres de kahvaltının keyfini silip süpürür.Aynı şekilde AVM de işiniz varsa yandınız , yine ya saat 10:00 gibi açılır açılmaz ya da kapanışa yakın gidersiniz.Bazen de bütün bu telaşı göze alamayıp evde dingin bir haftfasonunu yeğlersiniz.Gerçi ben oldum olası sevmem kalabalıkları,gürültü patırtıyı belki bu yüzden de ekstra tahammül edemiyor olabilirim şehr-i İstanbul'a.


Kalabalıkların,metrolpollerin insanı değilim.Avuçiçi kadar bir yerde ,azıcık aşım kaygısız başım modunda yaşamak isterdim..Olmadı,olamıyor.Arkadaşımı sürekli tüküren İstanbul bana da kan emici bir sülük gibi yapışmış vaziyette.Dahası her geçen gün benimle bağlarını güçlendirecek bir şeyler çıkartıyor karşıma.Bundan sonra arkamı dönüp gidebilmek çok daha zor biliyorum.Bu yüzden uzun vadeli hayalleri kuruyorum artık.Denize,adaya ve belki sadece senede bir güne dair...

MERHABA EKİM..


Ekimin ilk haftası bütün bir aya yetecek kadar dolu geçti.Bugün cumartesi ve ben hala geçen bir haftanın sersemliğini üzerimden atabilmiş değilim .

Haftaya çocuk moda çekimlerinin telaşı ile başladım.Sevimli mankenlerimiz için olabilecek en uygun kombinleri oluşturmak için ciddi bir styling çalışması yaptık.İtiraf ediyorum ki dışarıdan göründüğü kadar kolay bir iş değilmiş.Koskoca reyon , onlarca marka..Magazada geçen oldukca yorucu bir pazartesiydi.Yine de günü tüm yorgunluğumu unutarak , mutlu&mesut bir şekilde sonlandırdığımı söyleyebilirim.Yapımda ve yayında emeği geçen dostlara teşekkürlerimle..

Salı günü haftalar öncesinden hazırlandığımız sunumun gelip çattığı gün! Sabah 11:00 deki sunum için tavsiye üzerine aksam çalışmaya çalıştım.Yazık ki aklımın hep başka yerlerdeydi.Tam konsantre oluyorum derken cümlenin orta yerinde yine başka başka resimler , kareler uçuşuveriyordu gözlerimin önünde.Uzak ülkelere ,ılıman iklimlere gidip gidip geliyordum...Herşey bir tarafa güzel bir başlangıç ve konuya hakimiyet işi çözer, heyecanımı da alır götürür dedim.Sunum saatinden önce salonun kapısındaydım.Kendimi iyi hissettiren  'zor zamanların kadim dostu' kırmızı rujumu sürüp bir önceki toplantının bitmesini bekledim.Ardından içeriye kocaman biri gülümseme ve içten bir günaydın ile girdim.Gerisi su gibi akıp geçti..


Çarşamba günü gerçekten 'kırk yılın çarşambasıydı'.Öğlene kadar gündelik ofis işleri,öğleden sonra çekim setinde koşturma , sonrasında Gökçe'ye süpriz bir ziyaret ve dar vakitlerde hızlıca yapılan bir doğumgünü kutlaması..Ardından apar topar arabaya doluşup ilk Yunanca dersine yetişme çabası.Beklenmedik bir trafik kaosu ve Şişmanoğlu'nun büyüleyici ortamında yeni yüzlerle selamlaşıp başlanan yeni bir macera.Bu kadar mı tabi ki değil..Dersten çıkıp balıkpazarından kosar adımlarla geçip Cumhuriyet Meyhanesindeki Aslı'nın veda yemeğine dahil olma.Dahil olmakla da kalmayıp vur patlasın çal oynasınla geçen harika bir gece.Gecenin sonunda tam da evin yolunu tutacakken gelen cazip bir teklifle rotayı Beyoğlu Kafepi'ye çevirme.Açık havada sabaha dönen saatlerde paylaşılan bir kaç kadeh ve sıcacık sohbet..İşin enteresan tarafı antik yunan felsefesi ile başlayan akşam , meyhanedeki dokuz sekizlik ritimlerle devam edip,Kafepi'de yüksek desibelli rock soundu ile son buldu.Aslı Aslı olalı bu kadar kültür karmaşasını bir arada yaşamadı :)

Perşembe günü çarşamba sabahından başlamıştı.Lakin uzun zamandır geçirdiğim en kötü günlerden biriydi!Sabah korkunç bir başağrısıyla uyandım ve sevgili Pınar'ın evinde bir mg bile agrı kesici yoktu! Ne yapıp ettiysem agrı geçmedi,günün ilk yarısını kazan gibi bir kafa ve suratımda saçma bir gülümseme ile geçirdim.,tam anlamıyla 'akşamdan kalmaydım'.Öğleden sonra ancak kendime gelir gibi oldum.Kafepi de yuvarladıgım kadehlerin acısı misli misli çıktı.Aynı gecede bir kaç mekan gezip , alkolun dozunu kaçırma dönemini çoktaan geçmişim de farkında değilmişim.Bir daha birileri çıkıp aman kafa nereye biz oraya dediğinde iki kez düşüneceğim ..Ertesi gün aynı kafa kazan gibi oluyor çünkü :)Akşam için de planlar suya düştü.Belki bir araya geliriz dediğimiz dostlardan ses çıkmadı , malum herkes yoğun.Haftalık temposu bu kadar yüksek olan sadece ben değilmişim onu anladım,üstelemedim eve gdip yalnız ve sakin bir gece geçirdim.
Cuma akşamı yine Şişmanoğlu'ndaydım.En güzeli de haftayı ve akşamı Pınar'la kol kola İstiklal'de yürüyerek ve dertleşerek noktalamak oldu.

Bugün cumartesi burnumu bile dışarı çıkartmadan , evde tembelliğin ve oğlumun tadını çıkartarak geçirdiğim belki de ekimin en güzel günü.

19 Eylül 2011 Pazartesi

J'ADORE PARIS




Paris'e son gidişimin üzerinden on ay geçmiş. O kadar burnumda tütüyor ki anlatamam. Bir fırsat bulup iki gün için bile olsa kaçıp gidesim var.

Sabah küçük cafelerden birinde 'la vie en rose 'eşliğinde kahvemi yudumlayıp, çikolatalı croissantımı afiyetle yedikten sonra başlasam eski dostumu ziyarete. Louvre Müzesine gidip tekrardan merhaba desem Mona Lisa'ya ve gezmeye fırsat bulamadığım tüm salonları didik didik etsem. Champs Elysees'de şık bir restaurantta kalori hesabı yapmadan şahane bir öğle yemeği yiyip, cadde boyu yürüsem umarsızca. Şehrin iki yakasını buluşturan süslü köprülerden geçip öylece uzansam Eiffel'in altında. Uçsuz bucaksız gibi görünen kulenin tepesine bakıp, yattığım yerden şarkılar mırıldansam - kimse duymasa...

Geceyi Eiffel'e komşu bir otelde geçirsem, yüksek tavanlı odamda perdeleri açsam sonuna kadar. Kulenin ışıkları aydınlatsa odamı ve Paris'le koyun koyuna dalsam rüyalara.


Ertesi gün bir batobus'e atlayıp Seine nehri boyunca salınsam ağır ağır..Yağmur yağsa üzerime , ürpersem hafiften ve nemli gözlerle baksam Paris'e.

Notre Dame'da mum yakıp dilek dilesem,arka fonda  'Belle' çalıyor olsa ve ben mırıldanarak eşlik etsem -  kimse duymasa..
Akşamüstü Montmartre'a çıkıp Amelie ve Nino'nun buluştuğu yerde beklesem sessizce.Sacre Coeur'un bembeyaz merdivenlerinden el sallasalar gülümseyerek,yine gelmeye yine buluşmaya söz vererek vedalaşsak.


Ve İstanbul'a dönmeden önce kadehimi sağlığa kaldırıp defalarca , sarhoş olsam Paris'in kollarında-kimse bilmese..

  


16 Eylül 2011 Cuma

GELECEĞE MEKTUPLAR..

Eylül ayını ortaladık..Kışa beş kala yaşadığım gelişmelere bakılırsa bu kış tempom oldukça yüksek olacak.Uzun zamandır ertelediğim, denk getiremediğim pek çok şey için ardı ardına fırsatlar çıkıyor karşıma,ne mutlu!Galiba ‘evrenden iste olsun’ felsefesine inanmaya başlayacağım.

Geçtiğimiz eylülde oturup gerçekten nerde olmak ve ne yapmak istediğimle ilgili bir liste hazırlamıştım.Tüm isteklerimi 6 aylık,5 yıllık ve 10 yıllık bir  süreye yaydım.Tabi bu  liste tamamen bana ait olduğu için ulaşılması güç bir kaç hayalimi de eklemekte sakınca görmedim.Fiziksel ve duygusal olarak daha iyi hissetmek için neler yapmam gerektiğini belirleyip yola çıktım..

Bugün üzerinden tam bir yıl geçmiş.Dönüp baktığımda %80 oranında bir başarı yakalamışım.Hiç de fena sayılmaz.Üstelik kalan %20 lik kısmın yerine, o günlerde aklımın ucundan bile geçmeyen başka gelişmeler oldu.Hayatıma başka başka renkler, süpriz mutluluklar girdi..

2011-12 sonbahar kış sezonuna yeniden okullu olarak giriyorum.Deniz ve ben aynı anda öğretmen,sınf arkadaşları,ders ,ödev heyecanı yaşayacağız.Üniversite yıllarımda Fransız Kültür’ün taşlarını aşındırıyordum.İki yıl boyunca farklı yaş gruplarından , farklı etnik kökenlerden  ve sosyal statulerden insan tanıdım.Öğrendiğim çat pat fransızca , bütün bu kazanımlarımın yanında oldukça önemsiz bir detay sayılır.

Bu kış o yıllara geri dönüyorum.Malum Deniz üç yaşını dolduruyor,okullu oldu bile. Artık neyi nasıl yöneteceğine ve pek çok şeye nasıl yetişebileceğine dair korkuları olan acemi bir anne değilim.Alıştığım  ritme tekrar  ayak uydurabilecek kadar iyi hissediyorum kendimi.Geçen üç yılda büyümekte olan sadece Deniz değilmiş,onu anladım.Anneliği ve hayatın diğer sorumluluklarını-projelerini bir arada yürütecek olmanın telaşı da uçup gitti üzerimden.Bir kaç hafta içinde epeydir çok heves edip de fırsat bulamadığım Yunanca derslerine başlıyorum.Üstelik üç yakın arakadaşımla birlikte.Koskoca insanlar olduk ama hala okulu kırma,kopya çekme ve dersi kaynatma deyice gözlerimiz parlıyor J Yunanca öğrenmeyi becerebilecek miyiz bilmiyorum ama çok eğleneceğimiz kesin.Muhtemelen ilerleyen haftalarda derslerle ilgili anlatacak çok şeyim olacak.

Diğer taraftan geçtiğimiz eylüldeki listede bir blog açmak ve yazılarımı başkalarıyla paylaşmak yer alıyordu.Kasım ayında başladığım yazılar 45’i , tıklama sayısı ise 3.000’i buldu.Üstelik bu blog farklı platformlarda yazılar yazmak için bana kapılar açtı ki bu da listeme dahil olmayan sürpriz bir gelişmeydi.

İş hayatı da bir taraftan dolu dizgin devam ediyor,yeni sezon neler getirecek neler götürecek göreceğiz..

İlk bir yılı geçmiş olmakla beraber, beşinci yılı beklemeden gelecek yıla ilişkin bir liste hazırlıyorum.Hatta beşinci ve onuncu yıllara ait hayallerimi gerçekleştirmek için ufak tefek araştırmalar da yapmaya başladım bile.

Zaman ne gösterir bilinmez elbet..Ölmez sağ kalırsak kırkıncı yaş günümü , ‘bir adada' taş duvarlarla örülü  evimin ,renkli çıplak ampullerle süslenmiş bahçesinde,buram buram yasemine karışan anason kokusu eşliğinde kutluyor olacağım.Hepinizi beklerim..