18 Şubat 2016 Perşembe

#yirmidortsaat#merhabaali

Beni çok mu severdi bilmiyorum. Bana karşı bir kadın olarak beslediği bir tutku var mıydı ona da pek emin değilim. Ama şu bir gerçekti ki, Ali beni çok güzel sevdi. Sabahları bir çocuğu uyandırırmış gibi şefkatle uyandırırdı. Gözlerimi açtığımda, burnumun ucuna kadar sokulmuş,  gülümseyerek beni izlerken bulurdum onu. Günaydın demeden önce sımsıkı sarılır, dışarı çıkarken bin türlü tembihle ardımdan el sallayarak uğurlardı. Canım sıkkın olduğunda ya da sakinleşmem gerektiğinde, kanepede hiç konuşmadan saatlerce düğümlenmiş gibi otururduk.  Beni usulca kendine doğru çeker, başımı göğüs kafesine yaslamama müsaade eder ve bıkıp usanmadan saçlarımı okşardı.

 Bedenimden çok ruhumdaki kıvrımları sevdi.

  Aynaya bakarken şöyle seslenirdi arkamdan;

 “ O yuvarlak camın üzerine yüzünü yansıtan metalik tabaka var ya, işte ben o olmadan da görebiliyorum seni. Hatta en derinini ”
 
Bana aşık olduğunu hiç söylemedi. Öyle ketum olduğundan falan değil. Sadece gerçekten hissetmediği bir şeyi söyleyemeyecek kadar dürüsttü hepsi bu. Ama arkadaş, eş dost ortamında bahsi geçtiğinde beynime aşık olduğundan bahsedip dururdu. Herkesten farklı çalışıyormuş kafam. Aynı anda, aynı yerlere, aynı insanlara bakıp akla hayale gelmeyecek şeyler düşünebiliyormuşum. Bu yüzden de hayatımız her zaman çok renkliymiş. Durup dururken yemek masasının kenarında dizili sandalyelerden birinin üzerine çıkıp, ev bu açıdan çok acayip görünüyor dediğimi anlatıp gülerdi. Kendi zor ve baştan sona gerçekçilik üstüne kurulu hayatının içinde benim gibi biriyle birlikte olmak onu besliyordu. Belki de içindeki gizli vicdani hesaplaşmanın sebebi buydu. Aslında benimle olmayı benden daha çok seviyordu ve bana bunu hissettirmemek için kendince çok çaba gösteriyordu.

Hayatını hayalperest bir kadınla geçirmeye adamış realist bir adamdı. Onca farklılığımıza karşın, pek çok şey gibi sevginin benzerlikler üzerine kurulu olmadığını da ondan öğrenmiştim. Birbirimizi bütünlüyor görünüyorduk. Önemli olan aynı şeyleri sevmemiz değil birbirimizi sevmemizdi sorgusuz sualsiz. Ben ardı arkası kesilmez, bıkıp usandığına adım gibi emin olduğum "hadi"leri sıralarken o hep sakin ve kendinden emindi. Bense her zaman telaşlı ve şaşkın... Kapı kendi kendine çarptığında ben  “hayırdır inşallah” derken, o “ rüzgâr bilmem ne yönünden şu kadarlık açıyla geldiği için kapı çarptı” diyendi. Yıldızlara bakarken; “ Biliyor musun aslında bunların bazıları şu anda yokmuş. “ diye dehşete düşerken, o kova burcunun yıldızını gösterip, ezbere bildiği takımyıldızlarının isimlerini sıralayandı.

Galiba ben de en çok her şeye olan merakını sevdim. En küçük bir detayı bile sorup soruşturmasını, ilk kez gördüğü her türlü mekanizmayı kurcalamasını izledim hayran hayran. Benim için nesne onu nasıl görmek istiyorsam, neye benzetiyorsam odur. Ali içinse hangi malzemeden yapıldığı, nasıl icat edildiği ve ne işe yaradığı önemlidir. İtiraf etmek zor olsa da o hep aklı başında olandı bense aklı bir karış havada. İşte tüm bunları düşündüğümde, bunca yıl sağduyum olmuş, hayallerime ortaklık ederken beni yönlendirmiş ve duygularımın yerine çoğu zaman mantığımı koyabilmeyi öğretmiş bu adam bana aşık olmasa bile beni gerçekten seviyor dedim. Yoksa duygusal bir balık ile rasyonel bir kova nasıl yıllar boyunca sakin ve huzur dolu bir hayat sürebilirdi.

İlk gençlik yıllarımızın heyecanlarını paylaşıp, hayatımızın kayda değer ilklerini birlikte karşıladık. Bunca farklılığımıza rağmen bir gün bile ağız dolu kavga etmedik. Hep bir orta yol bulunurdu. Konuşma tartışmaya doğru gitmeye başladığında ne kadar yorgun ve gergin olduğunu bildiğimden pek üstüne gitmezdim. Güneydoğu’ya zorunlu görevine doğru yola çıkmadan önce vedalaşırken bile ağzıma geleni sayıp dökemedim. Belki de o gün ilk defa kavganın da tutkunun bir parçası olduğunu anladım. Onu yok saymıyordum kesinlikle. Suskunluğumun sebebi önemsemiyor olmak da değildi. Tam tersine gidecek olması fikri beni hayli sarsmıştı. Fakat bir taraftan da gitmeyi seçmiş olmasına kırgındım. Sebep her ne olursa olsun tercih edilmeyen olmak çok acıtıyordu canımı. Sadece bize değil, kendine de bunu neden yaptığına anlam veremiyordum. Aslında içimden cehennemin dibine kadar yolun var demek geliyordu ama yapamadım. Zaten gittiği yer cehennemden farksızdı. Bu saatten sonra yüzüne vurup moralini daha da çok bozmaya gerek yoktu.

Benimki pasif direnişti çoğu zaman. Sessiz sedasız bir köşeye çekilir, küçük bir çocuk gibi küserdim. O uğursuz öğleden sonra valizlerini toparlayıp evden son kez çıkarken ilk defa içimden boynuna sarılmak gelmedi. Bunca sene beni çocuk gibi korumacı bir tavırla sevmişken, her şeyi bir kenara itip mesleki hırsları yüzünden öylece çekip gitmesini kabullenemiyordum.

Bir taraftan da ona karşı bencilce davranıp davranmadığım konusunda kendi içimde çelişkiler yaşıyordum. Son on yılını verdiği, gecesini gündüzüne katgarak çalıştığı ve her ne kadar itiraf etmese de aslında gizlide gizliye bir parçası olmaktan gurur duyduğu görevine bir kalemde veda et demek kolaydı. Üstelik yaptığı işi seviyordu. Ben onun için endişelenip, günü birinde dünyanın hiç bilmediğim bir yerinde ölüp kalsa, başına bir şey gelse acaba ne zaman haberim olur diye düşünürken, o bana süslü kahramanlık hikâyeleri anlatır akşamları tüm detaylarıyla uzun uzadıya gününün nasıl geçtiğinden bahsederdi. Benden başka anlatabileceği kimsesi yoktu. Birden fazla hayatı sırtlanıp, sürekli bir başkası gibi davranmak zorundaydı. Kendisi olabildiği tek yer benim yanım, bütün yaşadıklarının da tek sırdaşı bendim. Konuşmaya ihtiyacı vardı. Anlayabiliyordum ama bu durum bazen beni de çok yoruyordu.  Çok keyifli bir kutlama anında ya da sadece birkaç dakika önce iyi bir haber almışken telefonuma düşen bir mesaj tüm günümü alt üst edebiliyordu. İçerikte ya bir ölüm ya bir yaralanma ya da hiç tanışmadığım insanların hayatlarına dair içimi sızlatan bir kesit olurdu. Nedense benim olaylara karşı onun kadar duyarsız davranamayacağımı bir türlü hesaba katamıyordu. Asla kabul etmese de belki de o an yaşadığı şey öylesine ağırdı ki, durup benim ne hissedebileceğimi düşünecek hali bile olmuyordu. Sadece rapor verir gibi duygusuzca anlatıyordu olanı biteni. İnsanlar, hayatlar, ölümler, çaresizlikler, ayrılıklar onun açısından çoğu zaman rakamsal birer veriden ibaretti;

 “ Bir yaralı, bir ölü ha bir de kaçırılan iki kişi var. Onlardan umudu kes zaten, geçmiş olsun.”

 Bazen sorular sorup iyi bir şeyler duymayı ümid ederdim:

 “ Kimin kaçırdığı belliyse bulunur o zaman değil mi? Yani hayatta olmaları ölü olmalarından daha çok işlerine gelmez mi?”

 Çoğu zaman aldığım yanıtlar yediğim tokatların şiddetini kat be kat arttırırdı;

“ Sen dua et de ölmüş olsunlar. Şu anda başlarına neler gelmiş olabileceğini kimse tahmin bile edemez. Korkunç bir muameleye maruz kalıyor olabilirler, her açıdan!”

Bazen anlattıklarını dikkatle dinliyormuş gibi yapardım ama aklım bambaşka yerlerde olurdu. Hiç ilgimi çekmeyen, hatta çoğu zaman canımı sıkan kahramanlık hikayelerini duymamazlıktan gelirdim. Boş bakışlarımdan ya da belli aralıklarla verdiğim rutin tepkilerden şüphelenmezdi. O vakitlerde aklıma bir şiir ya da tek başıma kaldığımda avaz avaz söylediğim bir şarkı gelirdi ve içimden mırıldanmaya başladığım ilk dize hep aynı olurdu.  Ritsos kulağıma fısıldamaya başladığı anda karşımdaki kim olursa olsun ve her ne söylerse söylesin, ben artık orada değildim.

O gece yanına varılmaz o kadın öpmüyor kimseyi

Onu öpecek kimse çıkmaz korkusuyla tek başına

Beş uçlu bir yıldızla gizliyor bir tutam beyaz saçını

Ve tüm güzelliğini yadsıması kadar güzel kendisi

Henüz çocuk sayılabilecek yaştayken Ritsos’la tanıştırıp zorla ilgi alanıma sokan da o olmuştu. Melankolik bir yaz gecesinde,  35’lik bir şişe ile birlikte en sevdiği ve kimselere ödünç vermeye kıyamadığı  kitabı kapımın önüne bırakıp, üzerine “ Birini iç, diğerini oku ve  iyi ol “ yazılı bir not iliştirmişti. O günden sonra her sohbetimizin bir köşesi Ritsos’a, Lorca’ya, Prevert’e değer olmuştu. Bu yüzden benim için herkeslerden kıymetliydi. Kimse o yaşlarda onun gibi ince zevklere sahip olamaz diye düşünürdüm. Kimse hayatıma onun kadar derin izler bırakamaz. Kendimi ellerinde büyümüş gibi hissediyordum ki bu kesinlikle doğruydu. Düşünüyorum da o gençlik hevesleri ve sonrasında yaşadığımız hayat zaman içinde birbirine ne kadar tezat bir hal almış. Açık denizlerde balıkçı olmak isterken yüzünü hayırsız dağlara dönmeye gönüllü bir adam haline ne zaman gelmişti? Ne zamandan beri geceye doğru uzattığında haş haş çiçekleri açmasını düşlediği elleri silah tutar olmuş, bedenini kollarım yerine çelik yeleklerin saracağı diyarlara koşa koşa gidecek kadar soğumuştu ruhu.