12 Nisan 2014 Cumartesi

ÇOCUKLUK ANILARIMA DOZERLE GİRMİŞLER


Çocukluğumun geçtiği mahalle şimdilerde yangın yeri...Her geçişimde içimde tuhaf bir sızı bırakıyor. Hele en son Gülseren Teyze' nin evinin camlarının taşlanmış, kırık dökük harap halini gözünce kahroldum. Bu ev benim çocukluk anılarımın en süslü köşesindeydi. Ahmet amca devlet demir yollarında memur olarak çalışırdı. Evimizin tam karşısında, tren istasyonuna komşu, tek katlı, bahçeli bu lojmana bayılırdım. Dışarıdaki hayattan izole, şehrin orta yerinde kapalı bir kutu gibiydi. Mimarisi de çok sevimliydi. Bana okuduğum kitaplardaki, dağ köylerine dağılmış yapıların bu eve benzeyebileceğini düşündürürdü. Bahçesindeki taş su kuyusu ve alt kattan ahşap merdivenlerle çıkılan küçük çatı  katıyla o dönem için oldukça enteresan bir evdi.

Bu evin bahçesinde kaç günüm geçti bilmiyorum. Kaç bayram el öpmeye, kaç bahar erguvanın gölgesinde evcilik oynamaya, kaç yaz dut aşırmaya ve kaç güz çatıyı okşayan dallardan ceviz toplamaya gittim kim bilir. Ama o ev hep orada, her sabah uyanıp pencereden baktığımda tam karşımdaydı. Baharın geldiğini erguvanın yeni patlamış fuşya filizlerinden anlardım. İçimi çocuksu bir sevinç kaplardı. Hala baharın en sevdiğim habercisidir erguvan.

Efsanevi Sirkeci-Halkalı banliyö hattını kaldırıp, Marmaray ile birleştirecekleri için, istasyonu yıktılar. Beraberinde lojmanın bahçe duvarları da sizlere ömür. Su kuyusu, ağaçlar ve ev çırılçıplak ortada kaldı. Gülseren Teyze'nin onca yıllık mahremiyeti hüzünlü bir şekilde ortalara döküldü. Üstelik alt geçit de yıkılınca, iki ana caddeyi bu bahçenin yanından geçen tozlu bir patikayla bağlamışlar, görüntü facia. Gerçi evin hali de içler acısı. Ne zaman yıkacaklar bilmiyorum ama birileri tutup camlarını taşlamış, çatısı çökmek üzere, üzülmemek elde değil.

O zamanlar bizim evimiz de salkım söğütlerin, rengarenk akşam sefalarının süslediği bir bahçe içindeydi. Babaannemin üçüncü kattaki evinin penceresine kadar uzanan dalların, rüzgarla salındığını hala dün gibi hatırlıyorum. Seksenlerin başında modernleşme hareketinden ilk nasibini alan, bizim güzelim bahçemiz oldu. Bahçeyi olduğu gibi yıkıp, evimizin ana kapısını kaldırımla sıfırladılar. Böylece evimizin önü koca bir cadde oluverdi. Ama evimizin değeri kat be kat artmıştı. Öyle söylenirdi, ne de olsa cadde üstü bir evdi artık.

Seneler boyunca evimizden bin bir türlü sebeple karşıdaki tren istasyonuna el sallandı. Bize gelen misafir, kapıya kadar değil, trene binene kadar uğurlanırdı. Tren durup kapılar açılana kadar karşılıklı el sallanırdı. Pazartesi sabahı, 06:50 treni bekleniyorsa hüzünlü bir veda olurdu. Keşke tren biraz daha gecikse diye düşünürken, uzaktan sesini duyup son kez bakardım el sallayan anneme. Bekle beni derdim, cuma akşamı yine bu istasyondan geri döneceğim nasılsa...

İstasyonun çıkışında sol tarafta, küçük bir lokanta vardı."Çardak Lokantası". Lokantanın sahibinin torunu ilkokulda sınıf arkadaşımdı. Sabahları uğradığımda beni zorla içeri davet eder, önüme koca bir tas çorba koyarlardı. Mis gibi kokardı. İstisnasız her cuma lokantanın önüne bir masa atılır, üzerine de iki ayrı koli yerleştirilirdi. Birinin içinde tuzlu bir atıştırmalık, kraker benzeri bir yiyecek, diğerinde ise bir paket gofret ya da kek olurdu. Mahalledeki çocuklar cuma günü beslenme çantalarını almaz, çardak lokantasına uğrayıp mutlu mesut okulun yolunu tutarlardı. Seksenli yıllarda bu küçük şeyler çocuklar için çok büyük mutluluk kaynağıydı. Bütün hafta cuma günü koliden çıkacak sürprizlerin heyecanı yaşanırdı. Diğer taraftan nasıl bir edepli dönemmiş ki, hiç bir çocuk hakkı olandan fazlasını almazdı, üstelik abur cuburlar bu kadar ulaşılabilir durumda değilken... Şimdilerde irili ufaklı , ucuz- pahalı bir sürü  market ve envai çeşit ürün varken, açıkta bırakılacak bir kolinin uğrayacağı yağmayı düşünemiyorum.

İstasyonla birlikte, etrafındaki yapılar, dükkanlar da yerle bir edildi. Gazete bayisi, balıkçı, Aygaz Mustafa ve onlarca yıllık yaşanmışlık tuzla buz oldu. Bu yıkımlardan Çardak Lokantası da yakasını kurtaramadı. Eskiden çocukların uğrayıp, mutlu olduğu yerde bir otopark var. Arkadaki duvarda ise Nejat amcanın mutfağından geriye kalan bir kaç kırık fayans...

Alış veriş merkezlerinin henüz hayatımıza girmediği günlerde özel günler öncesi soluğu Bakırköy çarşıda alırdık. Bugün oğluma, annesinin annesiyle onun kadarken alış veriş yaptığı, yemek yediği yerlere gideceğimizi söyledim. İstanbul Caddesi üzerindeki ayakkabıcı döviz bürosu olmuş. Cadde üzeri eskisi kadar kalabalık ve caf caflı değil. Cumartesi günü istasyon girişi yanındaki lokantada boş masaları görünce şaşırdım. Annemin bana limonata aldığı yere girdik. Arka pencereden Bakırköy tren istasyonuna baktık. Aman ya rabbim, nasıl bir terk edilmiş, yok edilmişlik...Rayların geçtiği yerler balçıkla dolu. Kızıl kahve bir çamura bulanmış etraf. Yerdeki verev çizgili taşlar sökülmüş. Sirkeci-Halkala tabelası pas tutmuş. Issız, sessiz, bir başına...

Seksenlerden beridir epeyce modernleştik.  Kentsel dönüşüm hız kesmeden devam ediyor. Kırsal yüzlü semtler talan edilip, beton yığınları dikilmeye devam ediyor. Rant uğruna İstanbul'un kalan tek tük doğal sahillerinden Ataköy'e onca protestoya, hukuksuzluğa karşın devasa bir otel dikildi. Vatana millete hayırlı olsun. Kazlıçeme'e sahiline dikilen iki bina İstanbul'un neredeyse her yerinden görülebiliyor. İki bin yıllık şehrin silüetinin canına okumuş vaziyette. Geçenlerde Ahmet Ümit de bir sohbette, tarihi yarımadaya doğru  baktığında artık Sultan Ahmet Camii, Aya Sofya, Beyazıt Kulesi, Süleymaniye Camii ile birlikte şehrin genel görüntüsüne iki de gökdelen eklenmiş olduğundan duyduğu rahatsızlığı anlatıyordu. Üstelik bu hatta bırakın bu kadar yükseğini , bir başka yapı dahi yok. Şimdiye kadar yasaktı da ondan! Denize belli bir mesafe olması, belli bir kata kadar inşaat yapılabilmesi gibi kanunlar vardı. Hala da var belki ama  kanunu nizamı takan mı var. Başbakana sordular; " Evet biraz yüksek olmuş, küstüm" dedi. Türkçesi, "İnşaat sahibi yakınım olur." Evleri, bağları yıkıp beton dikmekle kentleşmiş olmuyor şehirler. Birilerine peşkeş çekmek için siteler yapmakla, şehirli yaşama kavuşmuş olmuyor vatandaş. Bilakis İstanbul önceden daha medeni daha yaşanılası bir yerdi. Şimdi onca zorlamayla kentleştirmeye çalışılan şehir koskocaman bir köyden ibaret. Vatandaşlık bilinci, toplumsal sevgi, saygı dönüşüme kurban edildi. Bahçeleri yıkıp, yol yaptılar. Ormanları ezip geçtiler köprü yaptılar. Hatıraları söküp atıp Marmaray yaptılar...Yapmaz olsalardı.








11 Nisan 2014 Cuma

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN TOPLU TAŞIMA


Hala telefona müzik yükleyebilmek için gerekli programı indiremediğim için, her sabah olduğu gibi klasik müzik dinliyorum. Ayılabilmem için ihtiyacım olan ritimler elbette ki bunlar değil. Bu yüzden etkisi artsın diye sesi sonuna kadar açık. Muhtemelen etraftakiler sabahın kör saatinde klasik müzik dinleyen gıcık insan diye homurdanıyorlardır içlerinden. Oysa ben de sabah sabah renkli radyo kanallarındaki sabah sohbetlerini, magazin dedikodularını dinleyip, bir kaç pop latin melodi ile perondan perona uçar adımlarla ilerlemek istiyorum ama nafile. Teknoloji fakiri olduğum için bir türlü telefonuma müzik indirilebilecek bir program yükleyemedim. Arada bir, yer üstü toplu taşımada en basit yoldan youtuba girip bir kaç şarkı dinliyordum ama şimdi akıllı telefon bile aptallaştı. Youtube deyince "youtube yok" yazıyor. Bu klasik müzik programını da denemek için DY yüklemiş sağ olsun. Yoklukta ilaç gibi geldi.
 
Aslı'nın toplu taşıma ile imtihanı çok eskiye dayanmıyor. Fakat yaşanmışlıklarım ve kısa sürede edindiğim tecrübeleri paylaşmadan edemedim. Bir kere trafik çilesinden, servis şoförüyle 35 sn. erken geldin, 40 sn geç kaldın dalaşmalarından, her gün güzergah üzerine yapılan manasız tartışmalara dahil olmaktan kurtuldum.
 
Arabayla gidip geldiğimde de dertler apayrı. Sabah telaşıyla telefondan trafik durumuna bak. Sabah trafiğine yakalanmamak için 06:30' da mı çıksam yoksa trafik geçtikten sonra 09:30 gibi mi gitsem ikilemiyle baş başa kal. Hem bu yol trafik durumuna da hiç güven olmuyor. Evden çıkarken sarı görünen yol - İstanbul'da yeşili kim kaybetmiş ki biz bulalım- bir de bakmışım ki hoop bir kaza, bir arıza sarı görüp sevindiğin yol oldu mu sana mosmor!
 
Bir de arabanın teknik sorumluluk kısmı var. İşte tam da benim sınıfta kaldığım ders. Geçenlerde yağmur kıyamet giderken birden sileceğim kırıldı. Ön cama patır kütür çarparken ne yapsam bilemedim. Otobanın orta yeri, trafik kabus, arabadan inemem mümkün değil. Neyse şirkete çok uzak değildim ve idare edebildim. Takıp yerine oturttuğumu sanırken dönüşte yine koptu ve bu sefer adios amigos diyerek ön camdan fırlayıp sonsuzlukta kayboldu. Tek silecekle kalakaldım. Sileceği çalıştırmasam eve gelemem, çalıştığı sürece garç gurç ön camın canına okuyor. Hasbin allah derken, arabadaki kirli bir çocuk çorabı kırık sileceğin ucuna bağlandı ve camı çizmesi geçici bir süreliğine önlenmiş oldu. Tabi görüntü çok komikti ama ne diyoruz mühim olan güvenli sürüş.  Hikayemiz burada bitmiyor. Silecek çorap giyene kadar cam hayli çizilmiş, bir başka köşesinde de küçük bir çatlak oluşmuş. Ertesi gün ufak bir darbe alan ön cam çatladı. Şaka değil bildiğiniz bir köşesi dağıldı. Yine idareten işe öyle gittim geldim ama bunu yaparken aslında çok tehlikeli olduğunu ve ters bir durumda ön camın olduğu gibi kırılıp tuzla buz olabileceğini bilmiyordum. Hatta duyduğumda da geri dönmeye epeyce tereddüt ettim. Derken ön cam da değişti, artık silecekle camla bir işim olmaz, aksilikler bitti savulun şoför Nebahat geliyor derken yolda dikiz aynası kucağıma düşüverdi. Bu da nesi diye bakarken anladım ki ön camı değiştiren aklı evveller aynayı takmayı becerememiş. Göz alışkanlığı çok beter. Sürekli gözüm aynaya gidiyor, camda saçma bir noktaya bakış atıp devam ediyorum. Her seferinde de söyleniyorum. Arabaya da, trafiğe de, böyle bahtsızlığa da...Bir kaç gün dikiz aynasını park ettikten sonra makyaj aynası olarak kullanmak zorunda kaldım. İşime yaramadı dersem yalan olur.

Teknik sıkıntılar, trafik çilesi derken başka bir derdimiz daha var. Erkek sürücülerin bitmez tükenmez kadın sürücüyü ezikleme hevesleri!  Kabul ediyorum biz kadınlar bazı mekanik konularda, teknik beceri gerektiren işlerde erkekler kadar başarılı olamayabiliriz. Ben kendi şoförlüğümü de çok beğeniyorum dersem yalan olur. Fakat kabahatli de olsalar beceriksizsin işte kadın şoför ne olacak deme fırsatını kesinlikle kaçırmıyorlar. Bire bir başıma gelen  kısa bir diyalogdur ;

Cadde tek yön. Michael Knight ters yöne girmiş. Yolumu kesmiş, karşılıklı durmuşuz. Sahne bu kadar basit.

"Beyefendi,- lafın gelişi - afedersiniz ters yöne girmişsiniz burası tek yön"

"Abla ne dır dır ediyon burdan kamyon geçer."

Bir kere ben nerden senin ablan oluyorum, koskoca adamsın hadsiz. Geri alıp yol vermek yerine, o suratındaki sevimsiz sırıtışıyla bir de benimle dalga geçiyor. Kamyon bile geçermiş de ben geçmeye korkuyormuşum imaları. Bayan şoför oh elime düştü, hazır fırsat varken bir laf sokup rahatlasam diyor içinden besbelli. Dişlerimi sıkıp bir ya sabır daha çekip kamyonun bile geçeceği yoldan geçip gidiyorum. Ne halin varsa gör be adam. Biri sana ters yönde kafadan girerse görürsün gününü.

Neticede servisten de, arabadan da soğuduğum bir vakit toplu taşıma ile tanıştım. İlk başta müthiş acemiydim. Sonra sonra piri olmaya başladım ve "hayattan alınan dersler" başlığımın altına toplu taşıma tecrübelerimi ekledim.


* İstanbul kart, şart! Bilet alma stresi yaşamadan, ki yanlış araca bilet alıp geçemeyip geri dönüp başka bilet için kuyruk beklemişliğim var, hızlıca okutup turnikeden süzülüyorum . Üstelik bilet alabilmek için metal para bulundurma ya da cepleri çantaları telaşla karıştırma stresi de yok.

* Kart olması yetmez, dolması da gerekir. Es kaza kartınız boş ve akşam iş çıkış saatinde Mecidiyeköy, Gayrettepe ya da Taksim' den doldurmak zorundaysanız boşverin gitsin! Direk tek geçişlik bilet alıp, aradaki fiyat farkını da görmezden gelip kartın dolumunu daha ara bir saate ve mümkünse daha az işlek bir istasyona bırakın. Şahsen benim Levent'te 20-25 dk. beklemişliğim var!

* Mümkün olabildiğince en sondaki vagonlara yürümek, oturma ihtimalini % 30 arttırır. Türk halkı yürümeyi sevmediğinden istasyonda yürüyen merdivenden indiği yerde kalakalır. Orada bir insan silsilesi, bir güruh oluşur. En baştaki vagonlar ise nispeten az kalabalıktır. Eğer ki ilk duraktan biniyor ve son vagona kadar araç  kalkar mı diye endişeleniyorsanız atlayın bir kapıdan, içeriden yürüyün sona doğru.

* Milletçe bizde inenlere yol verip, doğal olarak boşalan araca binmek gibi bir mantık kesinlikle yok. Sanırsınız ki ortada bir meydan savaşı var. Dışarıdakiler içeriden kimsenin çıkmasına müsaade etmeyecek, içeridekiler de dışarıdan kimseyi almayacak. Aynı anda zıt yönlere itişen insanlar. Sanırım bu benim toplu taşımadan en anlayamadığım şey. İlk başta sesimi yükselterek "yahu bir müsaade edin de inelim" diyordum, şimdilerde ortama ayak uydurdum. Baktım işe yaramıyor, ben de ineceğim zaman bir omuzumu öne uzatıp dışarıda bekleyen 300 Spartlı'ya karşı gardımı alıyorum. Çok şükür henüz hiç inmeyi beceremediğim olmadı.

* Eğer oturuyorsanız ve yanınızdaki kişi kelime avı ya da candy crush benzeri bir oyun oynuyorsa asla ve asla ipad ekranına bakmayın. Bir kez bile! Yok bir kez göz atayım derseniz yandınız. Yanınızdakinin gazetesini okumaktan beter. Kalan bütün yol boyunca adamı dürtükleyip "işte bakın tam şurda k-a-h-v-e-h-a-n-e " dememek için kendinizi zor tutarsınız. Hatta iş şu noktaya kadar geliyor, tecrübeyle sabittir :) " Of 9 harfli kelime söylesem mi acaba..Yok ya Avrupa'da olsa neyse de burda garip kaçabilir şimdi. Neyse belki de sinirlenir adamcağız sanane diye. Doğru ya banane "

* Canınız sıkılıyorsa insanları izleyip ya da dinleyip tahminlerde bulunun inanılmaz eğlenceli. Mesela bazen yürüyen merdivenlerde arkamdaki kişinin ses tonunda fiziksel özelliklerini tahmin etmeye çalışıyorum. "Hımmm kumral, gözlüklü, biraz tombiş" Tabi ki atıyorum. Ama her tutan detay beni gülümsetiyor. Ya da geçen sabah olduğu gibi karşımdakine bakıyorum. Biraz garip görünüyor. Pantolonun rengi bi tuhaf, ayakkabılarını üste para versem giyecek birini bulamam, o kadar enteresan. Bu da neyin nesi derken, inince sabit merdivenden koşarak çıkışını görünce anlıyorum. Bizden değil. Yabancı olması çok yüksek olasılık.

* Sonra filmlerde, dizilerde geçen toplu taşıma sahnelerine aldanıp, romantik hayaller kurmayın. Misal, ben geçen gece rüyamda Mehmet Günsür'ü gördüm. Uçakta, yan yana koltuklarda Brezilya' ya gidiyorduk. Sabah uyanınca anlattım, güldük geçtik. Ve yaklaşık bir saat sonra  Metro ile Sanayi Mahallesine doğru yol alıyordum, yanımda pos bıyıklı amca vardı!

* Son olarak, hanımlar siz siz olun etek ya da elbiseyle asla ve asla neredeyse 60 derecelik açıyla uzanan uçsuz bucaksız merdivenlerden çıkmayın. Eğer ortalık tenhaysa yürüyen merdiven de tehlikeli olabilir. Direk engelli asansörüne yöneylin. Ne de olsa etek giymiş olmak taşıma için mağduriyet durumu sayılabilir, tereddüte gerek yok.

Not:  Bahsi geçen deneyimler raylı sistem üzerine edinilmiş olup, Metrobüs , minibüs gibi tekerlekli araçlar için geçerli değildir :)