19 Ekim 2015 Pazartesi

HOŞGELDİN


Kalbinizin hiç diz kapağınızda ya da bedeninizin başka bir yerinde attığı oldu mu? Ya da yerinden fırlamak için göğüs kafesinizin içinde kendini sağa sola savurduğu?

Ben migren ilettinden ötürü zaman zaman iç organlarımın yer değiştirmesine alışkınım. Bazen beynimle midemin köşe kapmaca oynadığı olur. Ama bu başka bir şey... Elimi oynatmaya çalışıyorum avuçlarımda atıyor sanki, zonklamasından elimi uzatıp da kalemi oynatamıyorum. Sonra dizlerime iniyor, yerimden kalkıp da iki adım atamıyorum. Başka türlü bir şey. O da kendince haklı garibim. Kolay mı bunca heyecanı bir başına sırtlamak. Hem çok güzel, hem bir o kadar ürkütücü üstelik. Bitmesin istenen bir an, sonsuz olsun istenen bir rüya gibi.  Bir taraftan en kuytu köşeye çekilip tek başıma kalakalmak geliyor içimden, bir taraftan da sokağa çıkıp dur durak bilmeden nefesim kesilene kadar koşmak. Ama daha fazla yormak insafsızlık olur biliyorum. O yüzden durup derin derin soluklanmak ve biraz sakinleşip devamını dilemek en doğrusu galiba. Hoşgeldin belalı sevgilim, sefalar getir...




12 Ekim 2015 Pazartesi

Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir



Bundan uzun süre önce yazılarımdan birine şöyle bir giriş yapmışım ;

- İflah olmaz bir yengeç olduğum için düşlemeden yaşayamıyorum. Şimdilerin pek popüler deyimiyle, "sevgili evren" daima torpilli davrandı bana hakkını yiyemem. Lakin gözlerimi kapadığımda karşımda duran her şey benim olmasa da olur muydu bilmiyorum. Sorgusuz sualsiz ve zerre kadar hesap kitap yapmadan sadece içimden geçenleri fısıldadım, o da duydu. Şimdiye kadar yanıma kar kalan ya da yanılgıdan ibaret olanlar bir tarafa kaldı geriye üç dilek.

İlki için geri sayım başladı. Otuz beşinci yaş günümü ve ondan önceki bir kaç ay boyunca yasayacağım telaşı düşündükçe gülümsüyorum. Doğum günümde etrafımda sevdiklerim ve sevenlerimle Aslı'nın sözcüklerinin dokunulabilir olduğunu kutlamak benim için bir hayalden çok daha yakın artık. -

Bugün,  yukarıdaki cümleleri  yayınlamamın üstünden yaklaşık kırk iki ay geçmişken ilk kitabım " Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir " görücüye çıktı. Kitabın gölgesinde kaldığı için uzun zamandır ihmal ettiğim blogumu elden geçirirken 2012 tarihli bu yazıya rastladım. Doğruyu söylemek gerekirse son iki gündür bastırmayı beceremediğim heyecanıma tuhaf bir lezzet kattı. Dönüp dönüp tekrar okudum.

Sabah kitabın online satışa açıldığını gördüğümde, hiç böyle bir an yaşayacağın aklına gelir miydi diye sordular.

Evet dedim. Ben bu anı senelerdir gözlerimin önüne getiriyorum. Bir an olsun aklımdan çıkmadı ki.

Herkes trafikte söylenirken ben o sıralarda telefonumun çaldığını ve yayınevilerinden birinden bir teklif aldığımı düşünüyordum. 

 Yürüyüş yaparken gözlerimin önünde imza gününde sırada bekleyenler beliriyor, kulak kabartıp aralarında geçecek muhtemel diyalogları dinliyordum;

" Yazar kimin nesi?"

" İlk kitabı mı "

" Ben de ismini daha önce hiç duymadım "

Sadece iki hikayeyi tamamlamış ve yayınevi ile konuyu hiç paylaşmamışken bir gün yakın arkadaşlarımdan birine kafamı kurcalayan önemli bir soru var dedim;

"Acaba biyografi fotoğrafı için ne giymek gerekir? "

Güldü. Siz kadınları anlamak çok zor, her şey bitti de sıra ne ara kıyafete geldi diye sordu. Halbuki ben o esnada kafamda tüm hikayeleri yazmış, yayınevi ile anlaşmış, artık aradaki keyfe keder süreçleri düşünmeye çoktan başlamıştım. Ama bundan kimsenin haberi yoktu.

Hedef koymak ne güzel diyorlar. Oysa esas güzel ve heyecan verici olan hayal kurmak...

 

10 Ekim 2015 Cumartesi

VEDA / AMSTERDAM




Gün boyunca kayıt cihazını masanın üzerine bırakıp tekrar tekrar dinledi. Bazı diyalogları not edip, altlarını çizdi. Okuyucuyu Yolanda ile tanıştırırken nerden başlamanın daha etkili olacağı üzerinde epeyce kafa yorması gerekiyordu. Küçük bir detayı atladığında ya da akışta bir aksama olduğunda hikâyenin bütün tadı kaçabilirdi.  Birkaç kez yazıp beğenemeyip sildi. En sonunda şehirde ilk rastlaştıkları an ile başlayan bir giriş yapmaya karar verdi. Kafasını kaldırmadan yazmaya koyuldu. Ana caddeye bakan geniş pencerenin önündeki solgun renkli masada hiç durmadan yazdı… Parmakları uyuşup, boynuna derin bir bıçak saplanana kadar dur durak bilmeden devam etti.  Dışarıda güneş yükseldi, alçaldı ve gün yüzünü geceye dönmeye başladı. Son cümlesini de tamamlayıp, bir hikâyeyi daha bitirmiş olmanın heyecanıyla hemen Selim Bey’e ikinci bir elektronik posta gönderdi.

6 Ekim 2015 Salı


Hayali aslından daha güzeldi...

Ulaşılmazlık mıydı gözlerimi  kapadığımda karşımda duran aksini böylesine kıymetli kılan, yoksa birlikteyken ki heyecanım ve şaşkınlığım mı engelliyordu anın tadını çıkartabilmemi bilmiyorum. İlk andan itibaren bir telaş bir inanamamazlık.

Ask gibi, belki de aşkın ta kendisiydi. Onca yolu gözünde büyütmemek, nerede olsa oraya uçuverme hevesi, ilk karşılaşılan andaki hafif baş dönmesi, aniden beliriveren muzip bir gülümseme  ve ne yapacağını bilememe hali.

Görebildiğim tek renk maviydi, masmavi...İçinde belli belirsiz bir tutam beyazlık. Alabildiğine maviye boyanırdı her yer, bütün dünya masmavi olurdu onu görünce. Sarhoş edici bir koku yayılırdı etrafa. İyot, yosun ve anason kokularına karışan ilahi bir koku. Kulağıma uzaklardan bir melodi gelip oturur, puslu bir kadın sesi nostaljik bir kaç dize ile sarhoşluğumu ikiye katlardı.

Dokunduğumda demir gibi keskin soğukluğuyla irkileceğimi bilirdim. Yine de o müthiş kavuşma anında ufacık bir dokunuşun yarattığı yürek çarpıntısına değerdi. Oysa ben dar vakitlerde kaçamak bir dokunuş değil, doyasıya kucaklaşmak, serinliğine aldırmadan sarıp sarmalanmak, kalıcıyım ben bu diyarda diyebilmek isterdim.

 Bilirdim ki belalı bir sevgiliydi ardımda bıraktığım şehir. Her ne zaman uzaklaşsam dönüp dolaşıp ona döneciğimden emindi. Bundan sadistçe bir zevk aldığını düşünürdüm. Koşarak kaçıyorsun ya sürünerek geri döneceksin der gibi yolcu ederdi beni. Kaçamak bir sevdaydı benimki. Aslımı, ait olduğum yeri inkar etmeden, Sezen'in dediği gibi hepi topu bir kaç günlük bir seydi işte...

DÖNECEK


Bir kadın:

Telefonun parlak ekranında belirecek mesajı merakla bekleyen. Sessizce yutkunan ve elinin tersiyle kimselere fark ettirmeden burnunu ovuşturan.  O lanet olası kelimeyi bir türlü savuşturamadığı için kızgın, çaresiz ve epeydir olmadığı kadar üzgün. “Acaba”

Bir adam:

Portekiz’de balıkçı olmayı düşlerken en uzaklara savrulup, denizin ancak ismi ile teselli bulan. Yüzünü hayırsız, nankör dağlara dönüp iç çekerken kiloluk levreklerin, koyu pembe mercanların hayaliyle avunan. Adayı düşleyip gün sayan.

Kadın arabada. Yüzünden düşen bin parça. Huzursuz.

Adam sorguda. Kaşları çatık, yüz hatları ürkütücü. Umutsuz.

Ufacık bir kız odada. Kafası traşlı, yorgun ve aç. Korkmuş.

Öğrenci, asker, polis onlarca tazecik beden toprağın üzerinde. Cansız.

Kadın soruyor "zırh var mı?"

"Yok," diyor adam "ne zırhı"

"Yol," diyor kadın "ne kadar sürer?"

"Kırk dakika belki daha kısa."

Kırk dakika kırk gece olup çöküyor kadının omuzlarına.

Hep olduğu gibi uzakta ama bu defa sanki sekiz memleket ötede adam. Hiç bilmediği, tanımadığı yangın yerine dönmüş hoyrat şehirlerde. Bir başına.

"Dönecek," diyor kadın içinden.

Eski taş sokaklar boyu yürüyüp çocukluk hatırlarımıza gülüp geçmek, sakallarında göçmen kuşların yuva yapması için dönecek. Ellerini geceye doğru uzattığında avuçlarında haş haş çiçekleri açması için dönecek… Dönecek.