2 Ekim 2014 Perşembe

BUGÜN GÜZEL BİR GÜNDÜ



Hangi entariyi giysem üstüme çıkarıp atasım geliyor bu ara. Olduğun yerde duramamak, gittiğin yere sığamamak gibi bir şey. Hep bir merak, hep bitmez tükenmez bir telaş beni ordan oraya sürükleyen. Ürküyorum bazen. Hayat kısa mı görünüyor acaba? Ondan mı sayılı günde içine sığıştıramadığım bir şeyler kalırsa diye endişem. Ondan mı içimde yanan mumun alevini hep taze tutmak istemem?

Bugün onlarca yorgun argın, koşturması bol haftadan sonra ilaç gibi gelen bir gündü.Yazmadan edemedim.

Şahane bir sabaha uyandım. Yalancı güneşin ışıltısı, tüylerimi diken diken eden güz ayazıyla kucaklaşmaktaydı. Pılımı pırtımı toplayıp yollara düştüm. Trafik hiç mi hiç canımı sıkmadı bu sabah. Birden aklıma bir şarkı düştü. Telefondan dinlemeye çalışırken birkaç korna ile içimdeki trafik canavarını durdurunca keşke dedim ah keşke radyoda çıkıverse. O kadar inanmışım ki radyonun arama düğmesini deli gibi çevirmeye başladım. Buldum! Kendim bile inanamadım. Nakarata kadar emin olamadım. Beni bu sabah mest eden, taa 93 yılına ait Levent Yüksel albümünden içimden geçen şarkıyı bulup çıkartan  DJ, kulaklarını ne hoş çınlattım bir bilsen. Koskocaman bir tebessümle, sesim yettiğince şarıya eşlik ederek tuttum ofisin yolunu.

Çarşamba günü bana cömert davranmaya devam ediyordu. Çünkü süslü bir hediye paketinde yazdığı gibi aslında "hayat en güzel hediyeydi" ve şüphesiz her daim sürprizlerle doluydu...Biraz şaşkın, hayli mutlu geçtim işimin başına. Masmavi bir huzur kapladı her yanımı.

Sonra bir kez daha içeri girerken heyecandan titrediğim o eşikten geçtim. Kapıda durup derin derin soluklandım. Geniş koyu renkli koltuğa oturdum ama ağzımdan baklayı çıkaramadım. Zaten buna hazırlıklı değildim hiç. Uzun uzadıysa sohbet, çay kahve su derken veda vaktine geldi sıra. En kısa zamanda bir akşam yemeği daveti alarak, ayaklarım yere değmeden çıktım odadan. Kazancı yokuşunu uçarcasına tırmanıp kendimi arabaya atacakken ufacık, küçücük bir nostalji çekti canım. Bir tutam da melankoli belki...O hep gözlerimin önüne gelen sahnedeki gibi, merdivenlerden usul usul inip, en sevdiğim ve sadece sevdiklerimle paylaştığım, herkeslerden kıskandığım lokantaya gittim. Akşam hazırlığı başlamıştı. Dışarıyı süsleyen beyaz masalardan birine oturdum. Elimdeki ıvır zıvırları bırakıp içeri girdim. Yeşil beyaz ekoseli masa örtülerini, duvarları süsleyen siyah beyaz fotoğrafları ve garsonların tatlı telaşını seviyordum. Uzaktan bakıp gülümsedim. Bugün güzel bir gündü!

Masama geri döndüm. Akşamın girişinde soğuk bir aperatiften daha iyi ne olabilirdi...O anda bir kez daha farkettim ki seni özlemiştim. Belki sırf seni özlediğim için bile o masada oturuyor olabilirdim. Son günlerde özlem arsız bir komşu gibi her saat başı kapımı çalar olmuştu. Hem az biraz şikayetçiydim hem de biliyordum ki kimselere zararı olmayan, öldürmeyen, süründürmeyen olabilecek en insani duygulardan biriydi. Karşımdaki boş sandalyeye yeni hikayemle ilgili bir şeyler anlattıktan sonra, yokluğunu masada bırakıp günün kalanına doğru yol aldım.

Saat akşamı bulduğunda Taksim'in kalabalığından sıyrılıp kendimi dostların kollarına attım. Kız kıza bir geceden daha güzel bir kapanış olabilir miydi? Mekana ilk girendim ve şefi görünce çocuklar gibi sevindim. Çünkü bu gece doğru adresteydik. Onu tanıyordum! Ardımızda bir küçük kutlama, bir koca mutluluk, bolca kahkaha, bir kaç devrik kadeh ve bir sürü boş tabak bırakıp mutlu ve kutlu çarşambayı uğurladık.

Bugün güzel bir gündü.