7 Nisan 2015 Salı

İLAHİ RASTLANTI / FLORANSA


Hoyrat elleri bedenimde derin yontular açtıkça, çektiğim ıstırap katlanarak artardı. Kulakları sağır edecek son bir çığlıkla bedenimi ve ruhumu esir alan bu tutsaklıktan kurtulmaya ant içmiştim. Her sabah başlayan umut dolu bekleyiş, gece yarısına kadar devam eder ve gün geceye döndüğünde yine yalnızlığıma terk edilirdim. Yaralarımın kapanmasına fırsat bile vermeden, bir sonraki gün yine tüm bedenime inen çekiç darbeleri, tırnaklarımı oyan keskiler ve kemiklerimi sızlatan demir törpüler acılarımı dayanılamayacak boyuta getirirdi. Bu eziyet kaç ay, kaç yıldır devam ediyordu bilmiyordum. Artık bilincim de yarı açık yarı kapalı gibiydi. Kaçıncı ayın, kaçıncı günüydü, kış elini ayağını çekip bahara yol açmış mıydı acaba? Gerçi mevsimlerin de bir önemi yoktu. Yazın kavurucu sıcağı da olsa, ben buzdan yapılmış bir kalıbın içine yatırılmıştım ve çırılçıplaktım. Öyle tarifsiz yanıyordu ki canım, bazen aniden bedenimden boşalıverecek kan Arno nehrini doldurup taşıracak diye korkardım. Zavallı şehir sakinleri. Bir sabah uyandıklarında kan revan içindeki sokakları, kızıla bürülü meydanları gördüklerinde kim bilir ne kadar şaşıracaklardı. Savaş mı çıktı diye, bin bir telaş ve korku içinde oradan oraya koşuşturacaklardı şüphesiz. Oysa ben nice savaşlar, nice parçalanmış bedenler, gözleri oyulmuş askerler, tek kılıç darbesiyle ortadan ikiye ayrılmış çocuklar gördüm de ruhum şimdiki kadar derin bir huzursuzlukla kaplanmadı. Bunun adı esaretti.

           Oysa ben Davut'tum!

Karşıma çıkana kadar yenilmez sanılan devlerin şahı Golyat'ı sapanıyla alt etmiş, düellodan kavmini ve onurunu yücelterek çıkmış, İsrail'in kralı, tanrının yeryüzündeki elçisi Davut. Şimdilerde ise elden ele itilip kakılmış mermer bir blok içinde hapsolmuş, gencecik bir heykeltıraşın her gün bedenine ulaşmak için dört bir yanını yonttuğu, yıllardır bir türlü özgürlüğüne kavuşturamayarak ruhunu kanattığı Davut...

2 Nisan 2015 Perşembe

ADAYA BEŞ KALA / MİDİLLİ



Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum demişti şair. Tıpkı onun gibi...

Şiir, aşk ve ölüm gerçekti. Peki ya acı bu kadar dayanılamaz olabilir miydi? Cenazeyi düşündü. Tahta bir tabutta, yeşile bürülü olarak getirip mermere yatıracaklardı. Yazın kavurucu sıcağında bedeni de mermer kadar soğuk ve taş kesilmiş olacaktı. Buna dayanması ne zordu. Ellerini uzatsa,  dokunabileceği onlarca çığlığa şahitlik etmiş bir parça dokuma bezden fazlası olmayacaktı. Kucaklayıp sarılsa tahta bir kutudan başkası doldurmayacaktı kollarındaki boşluğu. Ne kokusu olacaktı artık ne de sıcaklığı. Gidiyordu, gitmişti!

Bütün avlu siyaha bürünmüş insanlarla dolup taşacaktı. Sahi siyah mıydı acının rengi? Aslında acı şeffaf, su gibi apaktı. Bu yüzden gözünü çevirdiği her yerdeydi. Baktığı her  nesnenin rengine bürülüydü. Büyük, saydam, her ortamı bütünüyle kaplayan transparan bir jöle kıvamındaydı. Ne yöne kaçsa, karşısına kim çıksa acı oracıkta peyda oluyordu.