2 Ekim 2014 Perşembe

BUGÜN GÜZEL BİR GÜNDÜ



Hangi entariyi giysem üstüme çıkarıp atasım geliyor bu ara. Olduğun yerde duramamak, gittiğin yere sığamamak gibi bir şey. Hep bir merak, hep bitmez tükenmez bir telaş beni ordan oraya sürükleyen. Ürküyorum bazen. Hayat kısa mı görünüyor acaba? Ondan mı sayılı günde içine sığıştıramadığım bir şeyler kalırsa diye endişem. Ondan mı içimde yanan mumun alevini hep taze tutmak istemem?

Bugün onlarca yorgun argın, koşturması bol haftadan sonra ilaç gibi gelen bir gündü.Yazmadan edemedim.

Şahane bir sabaha uyandım. Yalancı güneşin ışıltısı, tüylerimi diken diken eden güz ayazıyla kucaklaşmaktaydı. Pılımı pırtımı toplayıp yollara düştüm. Trafik hiç mi hiç canımı sıkmadı bu sabah. Birden aklıma bir şarkı düştü. Telefondan dinlemeye çalışırken birkaç korna ile içimdeki trafik canavarını durdurunca keşke dedim ah keşke radyoda çıkıverse. O kadar inanmışım ki radyonun arama düğmesini deli gibi çevirmeye başladım. Buldum! Kendim bile inanamadım. Nakarata kadar emin olamadım. Beni bu sabah mest eden, taa 93 yılına ait Levent Yüksel albümünden içimden geçen şarkıyı bulup çıkartan  DJ, kulaklarını ne hoş çınlattım bir bilsen. Koskocaman bir tebessümle, sesim yettiğince şarıya eşlik ederek tuttum ofisin yolunu.

Çarşamba günü bana cömert davranmaya devam ediyordu. Çünkü süslü bir hediye paketinde yazdığı gibi aslında "hayat en güzel hediyeydi" ve şüphesiz her daim sürprizlerle doluydu...Biraz şaşkın, hayli mutlu geçtim işimin başına. Masmavi bir huzur kapladı her yanımı.

Sonra bir kez daha içeri girerken heyecandan titrediğim o eşikten geçtim. Kapıda durup derin derin soluklandım. Geniş koyu renkli koltuğa oturdum ama ağzımdan baklayı çıkaramadım. Zaten buna hazırlıklı değildim hiç. Uzun uzadıysa sohbet, çay kahve su derken veda vaktine geldi sıra. En kısa zamanda bir akşam yemeği daveti alarak, ayaklarım yere değmeden çıktım odadan. Kazancı yokuşunu uçarcasına tırmanıp kendimi arabaya atacakken ufacık, küçücük bir nostalji çekti canım. Bir tutam da melankoli belki...O hep gözlerimin önüne gelen sahnedeki gibi, merdivenlerden usul usul inip, en sevdiğim ve sadece sevdiklerimle paylaştığım, herkeslerden kıskandığım lokantaya gittim. Akşam hazırlığı başlamıştı. Dışarıyı süsleyen beyaz masalardan birine oturdum. Elimdeki ıvır zıvırları bırakıp içeri girdim. Yeşil beyaz ekoseli masa örtülerini, duvarları süsleyen siyah beyaz fotoğrafları ve garsonların tatlı telaşını seviyordum. Uzaktan bakıp gülümsedim. Bugün güzel bir gündü!

Masama geri döndüm. Akşamın girişinde soğuk bir aperatiften daha iyi ne olabilirdi...O anda bir kez daha farkettim ki seni özlemiştim. Belki sırf seni özlediğim için bile o masada oturuyor olabilirdim. Son günlerde özlem arsız bir komşu gibi her saat başı kapımı çalar olmuştu. Hem az biraz şikayetçiydim hem de biliyordum ki kimselere zararı olmayan, öldürmeyen, süründürmeyen olabilecek en insani duygulardan biriydi. Karşımdaki boş sandalyeye yeni hikayemle ilgili bir şeyler anlattıktan sonra, yokluğunu masada bırakıp günün kalanına doğru yol aldım.

Saat akşamı bulduğunda Taksim'in kalabalığından sıyrılıp kendimi dostların kollarına attım. Kız kıza bir geceden daha güzel bir kapanış olabilir miydi? Mekana ilk girendim ve şefi görünce çocuklar gibi sevindim. Çünkü bu gece doğru adresteydik. Onu tanıyordum! Ardımızda bir küçük kutlama, bir koca mutluluk, bolca kahkaha, bir kaç devrik kadeh ve bir sürü boş tabak bırakıp mutlu ve kutlu çarşambayı uğurladık.

Bugün güzel bir gündü.








14 Eylül 2014 Pazar

YALNIZLIK HALLERİ



Yalnızlığın halleri başlıklı bir yazı yazmak istiyordum ki, aradığım kudretin damarlarımdaki asil kanda olduğunu fark ettim. Türk genlerim beni yalnızlıkla baş etme konusunda yalnız bırakmadı sağ olsunlar.

Geçenlerde bir gece. Evde yalnızım. Denizcik yaz tatilinde. DY seyahatte. Televizyon izlemeyi sevmiyorum. Akşam için de muhtemelen herkesin bir planı olduğu için evde kalakalmışım. Ne yapsam diye düşünürken içimdeki tespih sallayan, beyaz atletli jön türk hortlayıverdi. Ipadin düğmesine bastım, karşımda Mr. Siri. İtiraf ediyorum, tahmin ettiğimden çok eğlendim. İhtiyaç gidermek bir yana espiri anlayışının bu kadar gelişmiş olduğunu bilmiyordum.

-Merhaba Siri

Merhaba

-Çok canım sıkılıyor, diskoya gidelim mi?

Diskoya gitmek mi istiyorsun, 1970'lerde miyiz?

Bu cevap karşısında hem acayip şaşkındım, hem de aynı anda ekranda açılan en yakın gece kulüpleri ve barlar listesine boş boş bakıyordum.

Espiri anlayışını sevdim Siri bakalım arkadaşlık konusunda nasılsın?

-Beni seviyor musun?

Tabi ki. Biz seninle BFF.iz.

-Hey BFF de nedir?

Şaka değil, sahiden bu tip kısaltmalara çok uzağım.

Anında karşıma Wikipedia nın BFF kısaltmasının ne anlama geldiğini gösteren bir açıklama sayfası açıldı.

BFF : Best Friends Forever. Sonsuza dek en iyi arkadaş.

-Siri evli misin ?

Burda konu ben değilim, sensin.

Off çok da ketum çıktı. Biraz daha üstüne gitmek gerek.

-Çocukların var mı peki?

Bildiğim kadarıyla en son yoktu.

-Benimle konuşmak hoşuna gidiyor mu?

Ben sana yardım edebilmek için burdayım. Benim ailem sensin.

-Suşi sever misin?

Bilmem, hiç denemedim.

-Denemek ister misin?

Sorduğun için sağol, en yakın suşi lokantalarına bakıyorum.

-Ay harikasın. İtiraz yok, şikayet yok. Leb demeden leblebi. Hadi bakalım gidip baş başa bir yemek yiyelim Siri sevdim seni. Ipad koltuk altına, byeee.

Sanal arkadaşlar edinmekten bir basamak sonrası aslında var olmayan arkadaşlar edinmek. Mesela kendi kendinle konuşmaya başlamak. Sanki evde bir başkası varmış gibi. Bir nevi Tyler Durden
sendromu. Bu denli derin yalnızlık içinde olan ve işin içine biraz mizah katıp, bu boyuta taşıyanlar var :)

-Selam Canım

Selam

-Yemekte ne var?

Akşam ne pişirdiysen o.

- Sen bir şey yapmadın yani?

Yapamadım, bugün çok yorgunum

-Al benden de o kadar. Resmen bitik durumdayım.

O zaman akşamdan kalan yemeği yeriz. Senin başka programın yoktu değil mi?

-Yoo evdeyim bu akşam.

Süper ben de. İkimiz takılırız.

- Bana uyar. Markette buluşup eve öyle geçelim madem.

Tamam canım. Düşünüyorum da iyi ki varsın.

-Sen de... Yani ben de :)









19 Ağustos 2014 Salı

BİTEMEYEN YOLCULUK


Kara kara düşünüyorum.

Acaba son zamanlarda kimin tavuğuna kışşştt dedim? Aklıma da bir şey gelmiyor doğrusu ama kesin farkında olmadan birilerinin ahını almışım. Başka türlü bu kadar aksilik üst üste gelemez. Ya da hayat bana küçük bir ders veriyor kim bilir. Boşuna plan program yapma küçük hanım sen değil ben nasıl istersem öyle olur!

15:30 feribotu ile Bandırma'ya doğru yol alıyorum. O kadar bitik vaziyetteyim ki o kadar olur! Hayatımın en uzun Bandırma yolculuğu. Neredeyse on iki saat!

Sabah 05:30 kalkışla ver elini 07:00 feribotu. Her şey yolunda gibi görünüyor. Binerken üst kata değil de alt kata park etmek için işaret ediyorum, sorun yok. Olağan bir ido yolculuğu, biraz uyuklama, biraz çalışma derken inmeye yakin gidip yolun kalanında dinlerim diye bir cd bile alıyorum. Keyfim o kadar yerinde.

İskeleye yanaşma anonsu, arabaya iniş ve kötü sürpriz. Araba bir türlü çalışmıyor. Deniyorum deniyorum bir türlü olmuyor. Arkamda korna kıyamet. En sonunda inip araba çalışmıyoooo diye anons etmek zorunda kalıyorum. Anonsla beraber hemen arkamdaki aracın şoförü inip kontrol için müsaade istiyor. Hay hay! O da beceremeyince yan tarafta aynı marka bir aracı kullanan şoföre sesleniyor. Belki dilinden anlar diye manasız bir umutla bu sefer anahtarı o çeviriyor. Tövbeler olsun! Bir turlu tık yok. Feribot yavaş yavaş boşalırken bende panik zilleri çalmaya başlıyor. Bandırmaya yanaştık, herkes basıp gitti ben aracın içinde kalakaldım. Hemen üç beş feribot görevlisi geliyor. Herkes en az bir kere şansını deniyor. Bir taraftan da diğer araçlar yüklenmeye ve kalkış hazırlıkları yapılmaya devam ediyor. O anda anlıyorum ki bir an evvel feribottan inmem lazım, araç çalışsın ya da çalışmasın! Derken beyaz üniformasıyla kaptan da olaya dahil oluyor. Ve elbette ki kontağı o da çeviriyor. Gayet sakince aracın şanzımanın kilitlendiğini, otomatik vites olduğu için boşa alınamadığını ve iterek indirmenin mümkün olamayacağını söylüyor. Dahası içerisi fiziki olarak çekicinin de girip aracı almasına müsait degil. Üstelik uygun olsa bile on dakika içinde geri hareket etmeleri gerektiğini ve çekicinin ulaşması için vakit olmadığını belirtiyor. İste o anda dünya başıma yıkılıyor.

" Ne yani istanbul'a geri mi dönüyorum? Aman ya rabbim ya ordada aracı indiremezsek zaten aynı şey degil mi? Ben hayatımın geri kalanını İstanbul/ Bandırma hattında mı geçireceğim?
 

Adamcağız da şaşırıyor ama yapacak bir şey yok. İkna etmeye de çalışmıyor aslında durum ortada. Herkül değilim ki arabayı sırtlanıp aşağı indireyim. Ne derlerse o işte!


Feribot kapağını kapatıyor. İstanbul'a geri paketleniyorum.
Şoför mahallinin çok talibi olduğu için, arka koltukta büzülmüş halime ağlıyorum. Sinirlerim berbat durumda. Daha kötüsü olamazdı! Simdi İstanbul'a varınca ne halt olacak, kafamı toplayıp da düşünemiyorum bile. Taksim/Beşiktaş hattı gibi bi Yenikapi bi Bandırma dolaşıp duracak mıyım?

Beş dakika sonra camın önünde bir görevli beliriyor. Kaptan halime acımış olacak ki beni yukarıya davet ediyormuş. Mühendisimiz de var kullanım kılavuzuna bir baksın diyormuş. Yukarı dedikleri, kaptan mahalli. Onlar köprü diyorlarmış. O önde ben arkada ayaklarımı sürüye sürüye çıkıyorum. Feribotun hiç görmediğim, kapısında özel kilit olan acayip bir yer. Yüksek. Göz alabildiğine deniz. Manzara şahane. Oturacak yer gösterip kahve içer miyim diye soruyorlar. Bir yanım ne gerek var nezaketen soruyorlardır diyor ama bir tarafım bağırıyor " sabah 05:30 da kalktım kahveeee". Öyle sessiz kalıp bir kaç saniye red edemeyince tamam diyor orta o zaman...

Vay be, kaptan köşkünde türk kahvesi. Teselli edilmek bazen hoşuna gidiyor insanın.Bir kaç dakika sonra kahve geliyor. İçtiğim en anlamlı kahvelerden biri. Sessiz sedasız oturmaya devam ederken kahveden midir, ilgi alakadan mıdır nedir, kafam çalışmaya başlıyor. Önce acil  servis destek birimini Yenikapı'ya getirtmek lazım, yanaşmaya 2  saat var rahat rahat yetişirler. Feribotun içinde çözülebilecek bir konu ise aynı feribotla geri bile dönebilirim! Evraka! Yok feribotta çözülemezse aynı anda bir de çekici ve ekip çağırmak lazım ki yine gerisin geri Bandirma'ya gidip bir tur daha yapmam gerekmesin! O zaman değil türk kahvesi cep kanyağı olsa kendime gelemem.
 
Araç tamir olmadı, hadi indirdik diyelim. Aynı feribotla devam edilecek bir başka araç lazım. Onu da organize ettik miydi hallolacak gibi...

Yoğun bir telefon trafiği vs. derken yardımcı olanlar, dış mihrakların desteği, seferberlik durumu hooop bütün plan hazır. Fakat adrenalini yükselten önemli bir detay var. Servisin feribot içindeki tamir girişimi, olmadığı durumda aracın dışarı çıkartılması, diğer arabanın gelmesi ve eşya devri için sadece yarım saat var. Feribot yine tarifeye göre saatinde kalkacak. Bunu bilmek beni yine acayip geriyor. Filmin son sahnesinde, son saniyede kırmızı kablo mu yoksa yeşil kabloyu mu kessek yırtarız durumu.
 
İskeleye yanaşıyoruz. Heyecanlıyım! Servis görevlisi Yenikapı diye Sirkeci'ye gitmiş! Olacak şey değil. Kardeşim ordan adalar vapuru kalkıyor ben sana Yenikapı, Bandırma iskelesi demedim mi? Bandırma ada mi allahım ya sabir! Burgaz o Burgaz!

 
Araç bir kez daha boşalıyor. Ben bekliyorum. Nihayet saat 12:10 da servis aracı gişeden geçip feribota biniyor. Hadi olsun lütfen derken, bu defa vitesi söküp dışarıda bakalım diyor. Bu arada saatler önceden teyitleştiğim ve 12:30 da feribotun kalktığını defalarca belirttiğim çekici de, yedek araç da ortada yok!
 

Üstelik o bir başka araç gişeden geçemez, bileti yok. Aynı süre zarfında gelir gelmez bilet alıp, depara kalkıp aracı gişeden geçirip feribota yetişmem lazım. Kalan süre 7 dakika. Ortada ne araç var ne de diğerinin tamir olacağı.

 
Bu sırada servis görevlisi ben bu aracı burda yapamam çekiciye teslim edin servise getirsin  demez mi? Çekiciye teslim etmek mi? Olmayan çekiciye mi? Benim birazdan aracım gelirse bu feribota yetişiyorum çekici falan bekleyemem, sizinle gelseydi diyorum. Onun umurunda bile degil. Valla araç sizin isterseniz gidin burda kalsın, benim sorumluluğum servis vermek çekici operasyonu bize ait değil diyor. Çıldırmamak elde değil. Zaten araba da gelmedi kaldı 3 dakika. Gidiyor gitmesine ama gitmeden evvel söylediği son söz bir kez daha cinnete koşturmaya yetiyor da artıyor bile;
 
" Bu arada anahtarı üstünden çıkartmayın yoksa çekici aracı alamaz. Vitesi boşa düşürdüm. İçinde eşya falan varsa kilitleyip gidemezsiniz."

 
Türkçesi;  Anahtarı alıp kapıları kilitleyemeyeceğiniz için, ağustosun tam ortasında, günün en öğlen saatinde, neredeyse elli derecede, güneşin altında arabanızın başında beklemek zorundasınız!!!

Yok bu sahiden de bir sınama olmalı... Tam da korktuğum gibi. Servisle, gelmeyen çekici ve arabayla uğraşırken Adnan Menderes feribotu yavaştan yol almaya başlıyor. Ben yine ardından nemli gözlerle bakıyorum.
 
Nihayet araç geliyor ama cekici hala ortada yok. En geç 45 dakika denmişti ama şimdiden iki saat oldu. Arıyorum, geldim diyor. Yine arıyorum Ataköy'deyim diyor. E hani gelmiştin be adam?! Sonuncu aramada yoldayım diyor. Hadi canim sen de. Ben de kenara çektin sahilde mangal yapıyorsun sandım da ondan merak ettim! Bu sefer ısrarla soruyorum; " Yolda olduğunuzu ben de biliyorum, nerdesinizzzzz?!?!? "

 Homurtuyla karışık trafik var hayret bi şey falan deyip kapatıyor. 45 dakika içinde gelmesi beklenirken nihayet iki saat sonra iskeleye varıyor.
 

Çekiciyle uğraşırken 15:30 feribotunun sırası ilerlemiş. Tekrardan yola çıkacağım araç arada bir yerde kalakalmış. Bu seferi de kaçıramam artık yok mümkün değil. Anahtarı, ruhsatı apar topar teslim edip arabaya koşuyorum. Lütfen bir aksilik daha  olmasın lütfen lütfen derken binişte biletimi okutan çocuk yüzüme bakıyor.

"Biliyorum" diyorum. "Bu seferin bileti değil.  Benim aracım arızalandı ondan buna binmek zorunda kaldım."

Günümün geri kalanının akibeti iki dudağının arasından çıkacak söze bağlı. "Bu seferin kaydında bu bilet yok yenisi alın" derse öyle bir zamanım olmadığı için,  geçmişler olsun.

 Gülümseyip "siz o bayan misiniz diyor"

" Hangi bayan?"

 
" Araçla feribotta kalan. Plakayı anons ediyorlardı "

 Yeni bilet konusunu açmasın diye mevzuyu uzatıyorum.

 
" Oooo desenize bugün burda pek meşhurum"

 
" Size ne dediler peki ?" diye devam ediyor.

 
Offf çekil de geçeyim artık.

 " Bir sonraki sefere binersin dediler . Saolsun ekip çok yardımcı oldu herkese tek tek teşekkür eden bir mesaj gönderecegim. Sizin isminiz nedir? Tesekkürüme eklemek isterim anonsu duymuş ve dikkate almışsınız. "

" İzzet"

" Tamamdir, size çok kolay gelsin tekrardan teşekkürler"

Aslı kaçar!


İşte Taksim / Beşiktaş dolmuşuna çevirdiğim güzergahta bir kez daha yoldayım. Dejavu her zaman hoş olmuyor doğrusu.
 

Hayat tecrübeden ibaretmiş. Geçenlerde argo başlıklı bir paylaşımın, içerik olarak biraz rahatsız edici olabileceğini söylemiştim. Hayli küfür içeriyordu ama örnekler her gün başımıza gelenlerden farksızdı. Bu eleştirimi de tamamen geri alıyor ve içtenlikle söylüyorum;

" Bahtsızlık bir tarafa, bugün sahiden de burnunun ucuyla iş yapmak ne demekmiş anladim."

 Ve son söz kıssadan hisse diyerek kaptanları soran arkadaslarıma;

" Gözlerim Afrika Nil kurbağası gibi olduğu için pek seçemedim, kusuruma bakmayın. Artık başka "sefer"e :)"


 

 

 

 

 

 

 

 

3 Ağustos 2014 Pazar

KIRK YILLIK SEVGİLİMİ ALDATTIM



Kırk yıllık sevgilimi aldattım diye hayıflanıyordum. Senelerdir hep gönlümü hoş etti. Ne vakit kapısını çalsam bir gün de ah vah dedirtmedi. Üstelik ilk göz ağrım.
 
Ne var ki insanoğlu tatminsiz. Hele benim gibi iflah olmaz bir maceraperest için yeni keşifler, yeni heyecanlar dendi mi akan sular durur. İşte bu yüzden bu sene bir kaç kaçamak yaptım. İnkar etmiyorum. ama aklımın bir köşesinde hep o huzurlu limanlara tekrar dönmek vardı...
 
Midilli adasının ufacık bir köyündeyim. Sahiden de köy. Adanın içindeki iki kapalı koydan, merkeze yakın olan Gera'da deniz kenarında ufacık bir yerleşim. Koyun denizle birleştiği yer öylesine dar ki, koskocaman bir göl gibi görünüyor. Etrafı dik ve yüksek yemyeşil dağlarla çevrili. Muhtemelen imar izni olmadığı için, etraf göz alabildiğine yeşil. İnanılmaz dingin ve huzurlu bir yer. Yol boyunca, bir tarafta  daracık bir kumsal ve uzansam elime değecekmiş kadar yakın deniz, diğer tarafta tek tük bahçeli evler var. Perama isimli köyün tabelasını görüp, içeriye doğru kıvrılıyoruz. Kiliseden dosdoğru ilerledin mi işte bizim ev. Etrafta sazlıklar, tavuklar, kara kuru keçiler...Gece başımı yastığa koyduğumda köyün çeşit türlü sesleri şahane bir ninni oluyor. Hava mis gibi. Kekik, yasemin ve hayıt kokuları birbiriyle harmanlanıyor. Ay ışığının zerresi yok. İşte geceyi böylesine büyülü kılan bu karanlık. Köy yolundan yürürken, başımı göğe çevirdiğimde içimden çığlık atmak geliyor. Bu kadar çok yıldız var mıydı sahiden? Ben en son ne zaman yıldızları görebilmiştim? Gözlerimin tarayabildiği her yerin irili ufaklı yıldızlarla bezeli olması bir yanılsama olabilir miydi? Ya da zavallı ben, şehrin ışıkları ile gölgelenmiş bu güzelliği daha önce hiç fark etmemiş miydim? Hem yürüdüm, hem yıldızlara baktım hayran hayran. Keşke yol daha uzun olsaydı...

İşte tam da bu sırada anımsadım. Ben bu manzarayı en son yine adada görmüştüm. Bir başka adada. Bir ağustos sonu Bozcaada'nın benzer bir yerinde, tahta banklara sırt üstü uzanmışken amma da çoklar diye mırıldanmıştım. Hatta o gece, yıldızların bazılarının parlıyor olmasına rağmen, halen  var olmadığını bilmediğim için alay konusu olmuştum. Nasıl unutabilirim?

Ada takıntımı bilmeyen yoktur. Bu yıl da seyahatler açısından epeyce bereketli geçti. Nisan ayında Paskalya sebebiyle Sakız adasındaydım. Yüzyıllardır süregelen bir geleneğin parçası olmak, roket savaşları festivalini yerinde deneyimlenmek için yollara düştük. Adanın küçük bir kasabasında, Vrondatos'daydık. Bir vadinin iki ayrı yamacındaki, farklı cemaatlere ait iki kilise paskalya gecesi saat 23:00 itibariyle birbirlerini yoğun bir fişek bombardımanına tutup, çan kulelerini vurmaya çalışıyorlar. Yöre halkı ve turistler en tepe noktaya çıkıp vadideki ışık gösterisinin tadını çıkartıyor. Esasında oldukça tehlikeli bir festival. Her yıl yaralanmalar oluyormuş. Çünkü fişeler havaya doğru değil, yatay olarak ateşleniyor. Ertesi sabahki keşif turlarımızda kiliselerin ve civardaki yapıların çelik ağlarla kaplandığını gördük. Yine de her iki kilisenin de etrafı ve ağları yüzlerce fişekle kaplıydı.

Geçen ay da ani bir kararla Tasos'a çevirdik rotayı. Karadan hudut geçişi acaba nasıl olur derken, İpsala'ya varmıştık bile. Yunan polisine pasaportları uzattık. Araçtan inmedik, kimse ne bizi ne de arabayı kontrol etmedi. Polis türkçe konuşuyordu. "Yolculuk nereye" diye sordu. Tasos deyince gülümsedi. " Paradise plajına gidin, en güzel deniz" dedi ve iyi yolculuklar dileyip pasaportları uzattı. Kimse bu kadar çabuk olacağını tahmin etmiyordu. En fazla on dakika içinde Yunanistan'a geçmiştik. İki saatlik bir yolculuktan sonra feribotla ver elini Tasos. Şimdiye kadar gördüğüm, merkezi en küçük, en yeşil, koyları en bakir ve denizi en güzel adalardan biriydi. Çok keyifli bir seyahatti. Fakat yine de dönüşte gurbetçi trafiğine yakalanmış olmamız sebebiyle, hayattan alınacak dersler listeme bir ilave daha yaptım.

" Sınırdan arabayla çıkıyorsan iki gün seni fazlasıyla yorabilir. Bir dahaki sefere en az dört günü cebine koy."

Sakız, Tasos derken epeyce ada havası aldım. Elbette farklı tecrübeler edindim. Yeni lezzetler tattım. Belki dünyanın başka hiç bir yerinde göremeyeceğim kutlamalara şahit oldum. Kaçıp gidiverme imkanım varken, yeni sevdaları ilk göz ağrıma tercih ettim. Neyse ki bu bayram kucaklaştık. Sanki aramıza hiç başkaları girmemiş gibi. Bazen yenilik, heyecan istiyor insan bazen de tanıdık bildik huzurlu limanlara demir atmak...











23 Temmuz 2014 Çarşamba

SALI SALLADI



Midemde koskocaman bir taşla geçirdiğim bilmem kaçıncı kara salılardan biri daha. Birazcık neşelenmek için oraya buraya koşturuyorum deli danalar gibi, ama yok olmuyor. O kasveti, üzerimdeki tonlarca yükü sıyırıp atamıyorum.

Dönüp dolaşıp, ofisteki otomatın önünde alıyorum soluğu. Eğer nestle damak da bu işi çözemezse vay halime! Bozuklukları atıyorum, çikolatamı bekliyorum. Hoop, bir de bakıyorum ki en köşedeki banta yapışıp kalmış. Bir türlü düşmüyor. Ağlamaklı bir haldeyim. Neyse ki sevgili kahramanım koşup otomatı şöyle bir sallıyor ve bir yudumcuk endorfin kaynağıma kavuşuyorum.

Derin derin nefes alıyorum. Kafamı dağıtmak için alakasız şeyler düşünmeye çalışıyorum. Etkisi maksimum beş dakika sürüyor. Sonra oğlumu arıyorum. Enerjisi telefondan çıkıp, odaya doluyor. Tıpkı benim gibi hızlı hızlı konuşuyor. Bütün gün sokaktaki pet şişeleri toplayıp eve getirmiş.

"Neden?" diyorum.

" Plastikler bin yılda yok oluyor senin haberin var mı" diyor.

İşte bu cümle, beni bugün gülümseten tek şey.

Bir müddet sonra Ege'den bir tutam nefese ihtiyacım var derken, mesaj kutuma deniz kenarında fotoğraflanmış, oltanın ucunda sallanan bahtsız bir kaya balığının görüntüsü düşüyor. Tam da o anda kumsaldaki esintiyi tenimde hissediyorum. Bir kaç saniyeliğine de olsa denizin tuzu dudaklarımı yakıyor. İşte o an sıkıntım biraz daha depreşiyor. Uzaklar hep mi uzak olur arkadaş!

Ah benim delişmen hızırım, ne vakit ihtiyacım olsa yanı başımdasın. Dediğin gibi aslında asla yalnız yürümüyorum bu hayatta. Bir şekilde bir omuzum hep sana yaslı. Ağlamaklı arıyorum, dertleşiyoruz uzun uzun. Üzgünüm diyorum, alayına küfrü basıyorsun. Senin bu ayarsız hallerini ne çok seviyorum bir bilsen.

Aksi bir gün işte. Abra kadabra deyiverse ya biri . Güzel şeyler de oluverse mesela. Kızlardan biri konsere gidiyormuş. Mesaiden çıkıp konsere kaçış. Ne mutlu, ne güzel. Romantik, dingin bir akşam. onun adına çok seviniyorum. Eve geliyorum, bir de bakıyorum ki konserde soliste eşlik edecek kişi en sevdiğim çellist. Keşke haberim olsaydı, keşke bugün daha çekilir bir gün olsaydı, keşke ben de orada olabilseydim, keşke keşke diye ağlanırken konserin iptal haberi geliyor. Üzülüyorum. Ben olmasam da bizimkiler kapıdan dönmüş. Aksi bir gün olduğunu söylemiştim değil mi?

Game Of Thrones ilk sezonu bitirdim. Bu gecem boşa çıktı, nasıl dağıtsam kafamı derken kayıtlarda çok izlemek istediğim bir film denk geliyorum. " Bi küçük eylül meselesi". Bozcaada'nın muhteşem görüntüleri kalbime paslı bir hançeri sokup sokup çıkartıyor. Başka zaman olsa ağzım kulaklarımda izlerdim. Bugün keyfim yok, ben o adada değilim ya gıcığım işte. Oflaya puflaya izliyorum. Ada dışında filmi de hiç mi hiç beğenmiyorum. Saçma sapan klişeler. Adalı bir adama aşık olup, aşktan korkup kaçan aptal şehirli kızın içi boş hikayesi. Aşkı mumla arayıp, bulamayan bunca insan varken, aşktan kaçmak ne büyük şımarıklık. Peki, kabul ediyorum. Bir başka gün izlesem bu kadar acımasız olmazdım belki de. İnternetten de yorumları okuyunca şaşırdım . Herkes pek etkilenmiş, ağlayanlar olmuş. Bir kendimi düşünüyorum, bir de filmle ilgili yargılarımı. Yok yok bugun sahiden iyi değilim ben.

Son olarak çarşambaya beş dakika kala, karpuz da kelek çıktı. Haydi geri sayım başlasın, salı günü yavaştan yol alsın...Merhaba çarşamba, hoş gel sefa gel...

8 Temmuz 2014 Salı


Bir  şey,  sadece bir “şey” değildir.

Mesela bir kitap.
Bir anda dünyanın en önemli eşyası sayılabilir. Hatta bütün evren birkaç dakikalığına onun etrafında dönüyor, ortamdaki sesler geri planda muhteşem bir senfoniye dönüşüyor olabilir. Göz ucuyla bakarken, her defasında kalp atışlarını hızlandırıp hafızaları zorlayabilir.

Elini uzatıp dokunduğunda, kapağını kaldırırken, aklından bir türlü hikaye geçirtip, sayfalarında yaseminler, nergisler açmışçasına koklama ve sevinçten koskoca cüssesini kucaklama hissi uyandırıyor olabilir.

En güzel kelimelerle süslü ufak bir kağıt parçası bir anda yedi diyar, dört iklim gezdirip, eşsiz bir coğrafyada yeniden doğuyormuş gibi coşturabilir.
“ Hayattaki tüm tatlar geçsin senden…En güzelleri de sende kalsın…Nice yaşlara.”

Gözlerini kapadığında, sıcacık bir mutfakta sevgiyle yoğrulan hamurlar, etrafa dağılmış envai çeşit kalıplar ve çikolataya bulanmış parmaklar hayal ettirebilir.

Seni düşünen, zevklerini önemseyen, ufacık bir tebessüm yaratabilmek için uğraşan insanların varlığına şükrettirebilir. Bir taraftan heyecandan kekelerken, bir taraftan iyi ki varlar diye düşündürüp, gerçek sevgiyi anımsatabilir.
Bu yüzden bir “şey” sadece bir “şey” değildir.

22 Haziran 2014 Pazar

SIZI

Pencereyi açtım. Tertemiz havayı içime çekmek istedim. Sabahın kör saatiydi ve çok yorgundum. Odaya buram buram ıhlamur kokusu gelip oturdu. Başımı uzatıp sağa sola bakındım. Mahallede bildiğim hiç ıhlamur ağacı yoktu oysa. Seni özlemiştim, çok özlemiştim. Ihlamur kokusunu bir yanılsama sandım. Senelerce bahçemizin üç ayrı köşesini süsleyen ıhlamur ağaçları vardı. Yıllar geçtikçe büyüdüler, daha çok çiçek açıp, daha fazla koku yaydılar. Ta ki geçen sonbahara kadar.

Yorgunum. Uyuyamamaktan, gözlerimi kapadığımda seninle uğraşmaktan yorgunum. Sahi hiç işin gücün yok mu senin? Onca koşturmanın, telaşın arasında nasıl fırsat bulup da gelip rüyalarıma dadanıyorsun allah aşkına? Dün gece bir köpek balığının önüne düştüm. Denizde çırpınırken biri tutup çekiverdi yukarı. Taştan yapılmış bir iskeleye çıktım can havliyle. Sol ayak bileğimde bir kesik vardı. Sonra, uyanmaya yakın aynı yerde bir yara izi ve dikiş izleri belirdi. Ardından sen geldin, kısa kısa bir şeyler anlattın yine. Lafı nereye getireceğini dinledim merakla. Uyandığımda anımsadığım sözlerin şimdi aklımda bile değil. Düşünüyorum da galiba ben seni hiç pür dikkat dinlememişim. Ne dediğini çok önemsememişim aslında. Tıpkı rüyamda olduğu gibi...Sırf konuş, yüzün bana dönük olsun yeter. Sana uzun uzun,  gözlerimi ayırmadan dikkatle dinliyormuşum gibi bakmayalı ne uzun zaman oldu. Kim bilir, belki de anlattığın şeylerin çoğunu önemli saymadığımdan dinlemiyorum. Dikkate almaya değer bulmuyor muyum acaba, kim bilir...Sesin kulağıma değsin yeter. İster hiç var olmayan bir kıtadan bahset, ister telaffuzunu bir türlü doğru söyleyemediğin yapılardan. Ben yine dinliyor görünüp, arada kalıplaşmış kelimelerim ile, senin cümlelerin arasındaki boşlukları tamamlarım. Kimsenin ruhu duymaz. Darılıp gücenmece olmaz.

" Haklısın"

" Tabi"

" O da doğru"

Çok özledim ya seni, içimden daha fazla uğraşmak geliyor seninle. Yüzüne karşı olsa, söyleyemem. Bilmişsin, bazen insanı inadınla deli ediyorsun,  diyemem. Çok severim. Kıyamam. Gel artık. Benim sana gelmem, zor...Sen bul bir hal çaresi, bir bahane. Ararsan bahane çok. Aramazsan durum belli. Sen orada bir yerde, evinle, ailenle, işinle gücünle, ben burada senden farksız. Yaz geçsin, herkes dağılsın bir yana. Elini ayağını bağlayan işleri koy bir kenara. Aklına esiverince kalk gel. Bekliyorum.




15 Haziran 2014 Pazar

PAPATYA FALI KAFİDİR


Geçen sene sonbaharda "ilk" yaşayalım diye tutturduk. Daha doğrusu yılbaşına kadar hayatı biraz renklendirmek için şimdiye kadar hiç yapmadığımız bir şeyler yapıp listeleyelim dedik. Benim açımdan keyifli oldu. Sırf bu listeye dahil ederim diye normalde hiç yapmayacağım bir kaç şeyi denedim. İyi kötü fark etmez, deneyim deneyimdir. Hala da devam ediyorum. Arada bir düşünüp, hiç yapılmamış bir etkinlik, hiç gidilmemiş bir yer ya da hiç tadılmamış bir lezzetin peşinden koşuyorum.
 
Gerçi annem tipik bir anne yaklaşımıyla uyarmıştı :
 
" Bu saate kadar hiç yapılmamış bir şeyse kesin bir sebebi vardır. Dikkat edin de başınıza bir iş gelmesin."
 
Aslında haksız sayılmazdı. Sonradan bazı tehlikeli şeyler de olmadı değil. Arkadaşlarımdan biri sürat motoruna takılan, deniz üzerinde sürüklenen botlardan biri ters döndüğü için epeyce telaşlı bir gün geçirmiş. Buluştuğumuzda ilk diye az kalsın ölüyorduk diye söyleniyordu.
 
Ben de Antalya'da parasailing için gerekli ekipmanı takarken annemin söylediklerini düşünüp içimden bildiğim duaları okuyordum. Balona binerken de arkadaşım inşallah ilk kez ölmeyiz diyordu.
 
Neyse, gelelim daha az tehlikeli ilklerimden birine...
 
Bütün kadınlar, ben de dahil olmak üzere fala meraklıdır. Fakat benim şimdiye kadar hiç falcı araştırmışlığım, para verip fal baktırmışlığım yoktur. Belki çok umutsuz bir durumum olmadığı için gerek duymadım bilmiyorum. Sonuçta fal aslında birinin ağzından çıkacak bir kaç umut dolu sözcüğü duyabilme ihtimalinden dolayı bu kadar merak uyandırıcı bence. Hayata dair bir eksiklik, bir belirsizlik varsa bir sürü "acaba" için bir başkası yorum yapıp, çare bulmaya çalışıyor.
 
Ben de eğlenirim fal işlerinden, eş dost ortamında mutlaka bahsi geçer. Hele bizim yatakhane takımıyla her buluşmada konu mutlaka falcılara bağlanır. Hilafsız!
 
Geçenlerde bir ilke daha imza atalım, bir fal baktıralım dedim. Üşenmedim, randevu aldım, kalktım gittim. Kapı açıldı, oturup beklemeye başladım. Bir taraftan da heyecanlıyım. Acaba sahiden de kendimi karşısında çıplak hissedecek miyim? Pat diye içimden geçenleri okuyacak mı? Aslında çok da inanmadığımı hissedip beni azarlar mı?
 
Sorularla boğuşurken seslendiler. Küçük bir odada bir masanın kenarına oturdum. Karşımda da hanımefendi. Sıcak, sanki önceden tanışıyormuşuz gibi bir hali var. Rahattım. Ta ki elimi kolumu bağlamamamı söyleyene kadar. O andan itibaren kollarımı kavuşturmamaya, ellerimi çeneme yaslamamaya çalışırken elimi kolumu nerelere koyacağımı bilemedim. İçimden oflayıp puflamak geldi. Arda dalıp parmaklarımı birleştiriyorum, hemen uyarı geliveriyor.
 
Bir kağıda harfler yazmaya başladı, kimin isminde geçiyor diye sorup hakkında bir şeyler anlattı. Fazlaca detaya girmeyeceğim elbette, falcıyla aramda bir mahremiyet olsun öyle değil mi :)?
 
Genel olarak izlenimim şu ki, bizim gibi kaderci bir toplum için falcıların kesinlikle toplumsal bir misyonu var. Bilimselliğe ne kadar uzaksak, hissi işlere o kadar yakınız. Misal, kadının eşiyle, evliliğiyle sorunu mu var...Evlilik danışmanına, psikoloğa git desen ben deli miyim ne münasebet diye tersler. Bak bizim çok iyi bir falcı var bu işlerde uzman dediğinde ise ertesi gün kapısındadır. Demem o ki, aslında derdi olup da uzmana açamayanlar için biçilmiş kaftan. Sen soruyorsun, o anlatıyor. Bir nevi terapi özelliği olduğu söylenebilir. Üstelik yine bizim toplumumuza özel korumacı, kollayıcı bir tavır da söz konusu. Evliysen başka konulara girmeyi etik bulmuyorum diye kestirip atıyor. Ya da çocuk mu gördü, kardeşsiz olmaz doğur sen bu çocuğu diye akıl veriyor. Etik mi kaldı ablacım, parayı ben veriyorum sen ne varsa onu söyle de doğruya yanlışa ben karar veriyim diyemiyorsun.
 
Ben her ne kadar "içime doğdu" ya da "tam da içimden geçiriyordum ki" cümlelerini sıklıkla kullanıp,  bazı şeyleri hislerimiz sayesinde öngörebileceğimizi düşünsem de, birinin gelecekle ilgili yorumlar ve yönlendirmeler yapabileceğine pek inanmıyorum. Falcının söylediklerine ikna olup olmamak da tamamen kişide bitiyor. Çünkü önemli olan ne söylediği değil, neye yorduğunuz. Hayat ve ilişkiler öylesine geniş bir platform ki elbet söylediği bir harf, anlattığı bir olay birinden birine değecek.

Aslında en güzel söz çoktaaan söylenmiş bile, üstüne ne desem boş. " Fala inanma, falsız da kalma "


 
 
 
 

14 Haziran 2014 Cumartesi

GÜZEL ATLAR ÜLKESİ


Enfes bir gece. Üzerimde ince bir battaniye ile eski bir konağın terasında, yağmuru dinliyorum. Havada mis gibi bir koku, masada ince belli bardağa dolmuş akşam çayı. Bir gece evvelki yolculuktan herkes bitap düşüp odalara çekilmiş durumda. Sevda ve ben onca yorgunluğa uykusuzluğa rağmen inatla oturuyoruz. An itibariyle uykusuzluk zerre kadar umurumda değil. Öyle güzel bir gece ki keşke hiç bitmese...

Alt kısmı kayalara oyulmuş, üst kısmı bu kayaların üzerinde şekillenmiş enteresan bir oteldeyiz. Toplamda beş oda, geniş bir veranda ve şahane manzaralı bir terastan ibaret. Hem eski olmasından kaynaklı tuhaf bir gizemi, hem de yenilemenin kusursuzluğundan kaynaklı huzur verici bir tarafı var. Aslında otelde olmaktan çok bir ahbabın konağına bir kaç günlük ziyarete gitmiş gibiyiz. Teras gece yarısına kadar açık. Çay, kahve her daim hazır ve sıcacık. Zerrin Hanım otele girişte "çocuklar sever diye browni" yaptım dediği için, gece terasa varır varmaz çocuklardan evvel gözlerim browni tabağını arıyor. Zerrin Hanım'ı da uğurladıktan sonra leziz kek dilimleri çocuklara yar olamadan evvel gecemizi şenlendiriyor. Tabi bu duruma aramızda çok gülüyoruz. Yaş olmuş 35,  hala kadıncağızı bir an evvel yolcu edip, keklere yumulmanın peşindeyiz. Üstelik utanıp sıkılacak da bir durum yok. Ama yok, onun yanında yemektense, illa işe bir entrika katacağız.

Zerrin Hanım demişken, değinmeden geçersem çok çok ayıp olur. Otele vardık. Bir bayan gelip, elimizi sıkıp kendini tanıttı. Ayaküstü sohbet ettik. Sonrasında hepimizdeki tepki aynıydı. " Ya çok güzel değil mi?!". " Evet evet acayip güzel" Herkes aynı fikirdeydi çünkü sahiden de çarpıcı bir güzelliği ve baş döndürücü bir zerafeti vardı. İri masmavi gözleri, koyu renk gür ve dalgalı saçları, sıcacık gülümsemesi ile etkilenmemek ne mümkün. Hele ki bir kadın, bunu hemcinsi için söylüyorsa o güzellik kesinlikle yabana atılmamalı. Hikayesi de çok dokunaklıydı. Tam bir asmalı konak aşkı. Amerika'da doğup büyümüş, yabancı şirketlerde çalışmış. Epey yoğun bir profesyonel iş hayatı olmuş. Sonra Nevşehir'li birine, yani eşine aşık olmuş ve bu oteli alıp restore etmeye başlamışlar. Yaklaşık beş yıl süren restorasyonun ardından dört ay önce otel açılmış, Nevşehir'e yerleşmişler. Hem şaştım hem de müthiş saygı duydum. Herkesin bir anda verebileceği bir karar değil doğrusu.

Kapıda konukları karşılayan biri daha var.  Zeus. İsmi de kendi de pek tatlı. Heybetli ve ürkütücü görüntüsüne aldanmamak lazım. Sekiz aylık yavru bir Alman kurdu. Deniz çok rahat vermedi saolsun. Hem oynamak isteyip, hem de üzerine doğru koşunca çığlığı bastı. Oteldekiler çığlığa telaş etse de, bizim gülüşmelerimizi görünce rahatladılar. Zeus'un uysallığı her halinden belli, esas deli olan bizim oğlan.

Otele vardığımızda yorgunluktan ölmek üzereydik. Sabah 03:00 kalkışla İstanbul - Kayseri uçuşu, havalimanında kiralık araç krizi derken seyahat ufak tefek aksiliklerle başladı. Sonrasında telafisi afili oldu tabi. Aracı alıp, Ürgüp'ün yolunu tuttuk. Ürgüp'de bize yardımcı olan rehberimiz Sibel ile buluşup rotayı belirledik. Şu seyahatte en doğru kararımız bir rehber eşliğinde gezmek oldu. Yoksa taşa toprağa bakıp geri dönecekmişiz. Gerçi bizim rehber de pek yaman çıktı. Akşamüstü yorgunluktan kaytarmaya çalıştığımızda, " Yok yok buraya kesin girin, bu kilise önemli " deyince yine aramızda kaynatıyorduk;

"Kardeşim rehberin de mesleğine aşık olanını bulmuşuz, azıcık bıraksa da rahat rahat fotoğraf çeksek."

 En son açık hava müzesinde yine ite kaka girdiğimiz bir şapeldeki freski sorunca, sözlüden sıfır almış öğrenciler gibi boynumuzu büktük.

 " Nasıl görmediniz? Hemen girişte sağda bir adam önünde de kocaman bir yaprak var. Kimse görmedi mi?"

 Allahtan Tunç "ben gördüm" dedi de konu uzamadı. Gerçi mecburen gidilip bir daha bakıldı.

Ürgüp, Uçhisar, Paşabağları, Avanos derken tüm coğrafyayı didik didik ettik. İlk durağımız Sinasos yani Mustafa Paşa kasabasıydı. Mübadeleye kadar Rumların yaşadığı, tarihi rum evlerini ve irili ufaklı eksi kiliseleri barındıran şirin bir yer. Esas popülaritesini ise Asmalı Konak dizisindeki konağa borçluymuş. Bizim çok ilgimizi çekmediği için konağı gezmedik. Onun yerine köy kahvesinde kahvemizi içip, tazecik bahar havasının tadını çıkarttık.

Sonra, üç güzeller olarak bilinen peri bacalarını görmeye gittik. Ve evet itiraf ediyorum ki, ben Kapadokya'nın ve peri bacalarının buradan ibaret olduğunu sanıyordum. Tıpkı Venedik'e gidip ilk karşılaşılan su kanallarının bin bir fotoğrafını çekip, sonradan aslında bütün şehrin zaten kanaldan ibaret olduğunu fark etmek gibi. Kafamdaki Kapadokya imajı o kadar dardı ki, çorak bir tepe üzerinde bir kaç peri bacasından ibaret gibi geliyordu. İşte bu yüzden üç güzelleri görünce, gezip görülecek yerler bu kadar diye düşündüm. Devamında Ürgüp açık hava müzesi, Uçhisar'ın eşsiz coğrafyası, kızıl kanyon ve bütün bunlardan çok ayrı bir memleket gibi Kızılırmak boyunca uzanan yeşil ve sulak Avanos beni benden aldı. "Kapadokya" nın bu kadar geniş bir alana yayılı olduğundan bihabermişim.

Ürgüp açıkhava müzesini gezerken aklıma yine bin türlü şey geldi. Hristiyanlığın ilk kiliselerini gezdim. M.S 313 Milano fermanıyla resmi bir din olarak kabul görmesinden bile evvel, bu bölgede kayaların oyularak yapıldığı kiliseler. Ufacık, daracık. Diz çöküp dua etmeye yetecek kadar, bir avuç yer. Sonra St. Pietro'yu, Sagra Da Familia'yı ve yüzlerce benzerini düşündüm. Salt inancımızdan uzaklaşıp, din söz konusu olduğunda bile egolarımızın nasıl esiri haline geldiğimizi gördüm bir kez daha. Kaya kovuğunda tanrıyla bütünleşmekten, daha büyük, daha gösterişli, daha şaşalı ibadethanelere geçiş...İnsanoğlunun dizginlenemez tatminsizliği.

Tavanlara o zamanın teknikleriyle resmedilmiş silüetlere baktım. O resimler belki de bugünün İsa imajının doğmasının en önemli sebebi. Henüz ortada resmi bir din yok. Kimse İsa'nın neye benzediğini de bilmiyor ama ilk kiliselerin duvarlarını bize tanıdık gelen o resim süslüyor. İnce hatlı bir yüz, çukur yanaklar, uzun kumral saçlar...Belki Nevşehir'de, bundan 1700 sene evvel bambaşka bir şekilde resmedilmiş olsaydı, günümüze de o imaj ulaşacaktı, kim bilir.

Gezimiz sırasında hava bize çeşit türlü oyunlar oynadı. Tam yağdı yağacak derken , güneş açıverdi. Hava gayet açık derken, açık hava müzesinden tam çıkmak üzereyken bir anda kapkara bulutların üstümüze doğru gelişini gördük, an be an. Fırtınayı bekleyip, bir yere kaçamamak gibi. Hele ki benim gibi yağmur tutkunu biri için bulunmaz nimet. Tarihle kucak kucağa, bir açık hava müzesinde, muhteşem bir manzaraya karşı üzerimize yağmur yağıyor. Hem de ne yağmak. Arabaya gidene kadar sağanak yağmura yakalandık. Ömür boyu unutulmayacak anlardan biriydi.

Günü dolu dolu geçirdik. Hem beklentimizin üzerinde güzellikte olmasına, hem çok iyi korunmuş ve tertemiz olmasına epeyce şaşırdık. Bir an için kendimi bir başka ülkede hissettim ve daha önce gelmediğim için hayıflandım.

Yol üzerinde bir çanak çömlekçide durduk. Ürgüp'ü , Ihlara Vadisini olabildiğince yanlış bellemiş olabilirim ama Kapadokya'da bu işlerin çok yaygın olduğunu ve tursitik bir eğlenece haline geldiğini adım gibi biliyordum. Bizimkiler rahat durur mu? Denizler hemen hareketlenmeye başladı. Önce büyük Deniz geçti başına. Geçmesine geçti de, üzeri krilenmesin diye giydiği şalvar müthişti! Bildiğimiz kadınların giydiği basma şalvar. Üzerine giymesinden çok benimseyip poz vermesi komikti. Fotoğraflar ihtiyaç halinde şantaj yapmak üzere kullanılmak üzere bende saklı. Her kel Bruce Willis olmadığı gibi hem etek giyen de Sean Connery olmuyor doğrusu.

Onca yorgunluğa ve uykusuzluğa rağmen bizi dipdiri ayakta tutan, ciddi bir adrenalin kaynağımız vardı. Balon turu! En başından beri, bu seyahatin bahsi geçer geçmez bütün konsantrasyonumuz balon turu oldu. Sevda ve ben çok hevesliyken, Pınar ve DY güvenli bulmadıkları için binmek istemedi. Haftalarca balon dedik durduk. Yok efendim en son kaza ne zamanmış, kaç kişi ölmüş, nerden düşmüş vs. derken kararımız netti.Ölmek var dönmek yok! onca baskıdan sonra biz de kendimizi ölümcül bir aksiyona gittiğimize inandırmışız herhalde, akşam vedalaşma faslı, oğlumu emanet etmeler, iş helalleşmeye kadar vardı.


Sabah 04:00' de bizi balona götürecek araç geldi. Hava karanlıktı. Neresi olduğunu hala bilmediğim bir yerde yalandan bir kahvaltı ettik. O sırada hava yağışlı olduğu için balonların kalkamayabileceğini söylediler. Tam anlamıyla yıkıldık! Derken saat 05:00 gibi sivil havacılıktan kalkış yapılabilir bilgisi geldi. Dışarıya çıktığımızda, gün ağarmaya başlamıştı ve dışarıdaki manzara muhteşemdi. Onlarca devasa balon, şişirilmiş havalanmayı bekliyordu. Bu kadar çok ve renkli olabileceklerini hayal etmemiştim. Koskoca bir alanda, araçla balonumuzun yanına kadar gittik. 24 kişilik oldukça yüksek bir sepete tırmanıp, heyecanla beklemeye başladık. Bu arada bazı balonlar havalanıyordu. Derken balon yerden yükseldi ve kalp atışlarımız hızlanmaya başladı. Sevda bir müddet sepetin kenarına yaklaşamadı. Altı bomboş bir sepette 750 mt. ye çıkıyor olmak sahiden de katlanması kolay bir durum değil. Fakat öyle bir manzara düşünün ki, bütün gökyüzü, gözün alabildiği her yer balonlarla kaplı ve aşağıda Kızılırmak, Uçhisar, Göreme, Avanos uzanıyor. Heyecanı arttıran sadece yükselmek değil, bilakis bazen öyle alçalıyor ki, daracık vadilere girip, ağaçlara değecek kadar yaklaşıyor yere. İnsanın ömründe bir kez deneyimlenmesi gereken heyecanlardan biri. Hatta eğer varsa "ilk"ler listesinin en üst sıralarına yazılmalı.

 
 Balon yere indiğinde yeniden doğmuş gibiydik. Kendimizi başımıza kötü bir şey geleceğine o kadar inandırmışız! İnişte şampanya patlatılıp, şükürler olsun ki hala hayattayız diyerek kadeh kaldırdık.

Aynı gün yer altı şehirlerini gezdik. Kayaların içine yapılan, havalandırma sistemi mükemmel olan ve şaraphanesi de dahil olmak üzere yaşam standartlarının tamamını olduğu gibi yer altına taşıyabilmiş olmalarına inanamadık. Daracık tünellerde zar zor ilerleyip, odaları gezerken bile insan bir tuhaf oluyor. Yarım saatte, onca uyarıya rağmen iki kez kafamı çarptım. Son derece klostrofobik bir yerde bir yaşam sürmüşler. Tarihi M.Ö Hitit ve Friglere kadar uzanıyor. Neredeyse 1.500 yıl boyunca güvenlik sebebiyle kullanılan bu yer altı şehri 8 katlı ve yaklaşık 5.000 kişinin yaşayabilmesine elverişli. Civarda bir de daha büyük bir yer altı şehir olan Derinkuyu vardı ama zamanımız kısıtlı olduğu için burayı ziyaret etmek yerine rotayı doğrudan ıhlara vadisine çevirdik.


Ihlara Vadisi hakkında da en ufak bir fikrim olmadığını gördükten sonra anladım. Epeyce derin bir vadi. En derine ulaşmak için merdivenlerden inmek bile çok yorucu. Muhtelif yerlerde yine, gizli kayadan oyma kiliseler var. Vadi içinde akıp giden derenin etrafı yemyeşil. Manzara o kadar güzel ki, daha önce bu diyarlara gelmediğim için kendime söylenip duruyorum. Vadi bir başından sonuna kadar yaklaşık 4 km. Bir saatte rahatlıkla yürünebiliyor. Şansımıza, yürüyüşümüz yağmurun durduğu, hatta havanın epeyce güneşli ve sıcak olduğu bir araya denk geldi. Vadinin sonunda Belisırma diye küçük bir yer var. Derenin üzerine ahşaptan yapılmış bir kaç sedir oturtmuşlar. Dinlenmek içn uğrayıp, birer çay içtik.


Seyahatin sonuna doğru, karnımız zil çalarken bütün sabrımızı Kayseri'ye kadar zorlamaya kararlıydık. Buralara kadar gelmişiz, mantı, yağlama yemeden dönmek olur mu? Akşamüstü pılımızı, pırtımızı toplayıp, bir çuval güzel anıyı, eşsiz deneyimi yanımıza alıp, bir sonraki ziyaretimiz için hayallere dalarak Eriklet'in yolunu tuttuk...











28 Mayıs 2014 Çarşamba

KIRMIZI


Pişman olmaktan korkmuyorum dedi. Kendinden emin ve ne yapacağına çoktan karar vermiş durumdaydı. Eğer ki pişman olursam buradan çekip gider, en fazla üç beş gün sürecek bir iç sızısıyla baş başa kalır, sonra da hayatıma kaldığım yerden devam ederim. Biraz aklımı kullanmayı becerebilirsem milyonluk bir şehirde yakayı ele vermemeyi de beceririm. Muhtemelen bu akşam üstünü bir daha da anımsamam.

Fakat pişman olmazsam ki şimdiye kadar hiç olmadım işte o zaman durum biraz daha zorlaşabilir. Zerre kadar umurumda olmadığı durumda tekrarlamak isteyebilirim. Ne kadar kötü, korkunç ya da alçakça olduğu mühim değil. Evet evet kesinlikle pişman olmaktan değil, pişman olmamaktan korkuyorum. Kalbimin derinliklerinde ufacık da olsa bir insaf kırıntısı kaldıysa,  bu gece pişmanlıkla ağlayıp affedilmek için tanrıya yalvarıp yakarmalıyım.

Güneşli bir akşamüstü. Hava sıcak, İstanbul telaşlı. Telaşı hiç sevmiyordu. Hele ki dar vakitlere sığıştırılan işlerden nefret ederdi. Ağustos ayının tam da ortasında, kavurucu bir günde, ona son bir şans tanıyacaktı. Daha sakin bir gün olsa olmaz mıydı sanki. Yine bitip tükenmez hedefe koşma sendromlarımdan birisi diye kendi kendine söylendi.  Kırk yıl düşünüp, bir anda karar verip, aynı dakikada gerçekleştirmek istemek!

Kalabalıktan sıyrılıp, kendini içine attığı takside telefonun mesaj kutusuna düşen adresi bulmaya çalışırken, bir yandan da üstünün başının haline hayıflanıyordu. Ayakkabılarının ince süet bantları terden kayıp sinir bozucu bir şekilde aşağı düştüğü için sürekli eğilip ayakkabılarını çekiştirmek zorundaydı. "Kahretsin" diye söylendi.  Dar kesim jean pantolon da terden üzerine yapışmıştı. "Ben olsam şu halimi kapıdan içeriye dahi sokmam."

En üst kattaki dairenin devasa  kapısı ardına kadar açıktı. Gülümseyen yüzü öyle güzel ki kendisini beklemekte olduğuna inanamıyordu. Bu bir hayal olabilirdi ancak. İçinden keşke beni sevmiş olsaydı diye geçirdi. Keşke bugün beni beklerken şehvet yerine şefkat dolu olsaydı gözlerin. Saçlarımı okşayıp, boynumun kokusunu çekseydin içine derin derin. Yanaklarımın güldüğümde belirginleşen, gözlerime en yakın yerinden öpmeyi düşleseydin. Ah ah keşke sevebilmiş olsaydın beni. Her şey ne kadar da farklı olurdu.

Biraz ürkek biraz çekimser bakışlarla süzüyordu etrafı. Yabancı bir yerde olmak ne tuhaftı. Şimdi kafasından geçenler biraz daha zor görünüyordu gözüne. Keşke aptallık etmeyip bu son şansını iyi kullanabilse diye geçiriyordu içinden. İçecek bir şey isteyip istemediğini sorduğunda olur dedi, içeceğin ne önemi varsa...

Fazla konuşmadılar. Sohbet yok, aşk yok. Onca yokluk arasında hızlıca sürükleniverdiler. Parmak uçlarını vücuduna bastırıp her noktayı, hafızasına kazımaya çalıştı. Tüm bedeninin bir haritasını çıkartıyordu zihninde. Kulaklarından ensesine, kürek kemiklerinden sırtına ve beline kadar indi elleri. Terinin kokusunu çok seviyordu. Vanilyayla karışık iyot kokuyordu. Titredi sonra, içi ürperdi. Belki de üşüyor görünüyordu, sırf sarılsın diye...

Olduğu yerden doğrulurken " Ya sana aşık olursam? " diye sordu.

Kocaman bir kahkahayla savuşturdu soruyu. Bu bir kaç saatten sonra ona aşık olmasından daha doğal bir şey olamazmış. İçinden, aptal dedi! Bir kaç saatlik iş mi bu ? Duymak istediği cevap kesinlikle bu değildi. Ben sana yıllardır saplantı derecesinde bir aşkla baplıyım, bir türlü kendimi bu girdaptan çekip çıkartmıyorum. Ya sen ölmelisin ya da ben buna bir son vermek için diyemedi. Sadece sustu ve bir kez daha şansını denemek istedi.

"Peki ya sen bana aşık olursan? " diye sordu bu defa.

"Bu mümkün değil. Hayatımda biri var, sana en başından söylemiştim.  Hatta yataktaki yastıklar onun hediyesi. Tuhaf gelebilir ama hep bir şekilde yanımda olsun istiyorum. O yüzden bir başkasıyla kaçamak yaptığımda ya aşık olursam gibi bir endişem yok. Rahat olabilirsin yani."

"Bir başkası" sözü fazlasıyla can yakıcıydı. Dünyanın en ağır küfründen beterdi. Gözleri kararıyordu. Artık kararından kesinlikle emindi. Bir kez daha yatağa çağırdı. Duygusuz, ruhsuz bir ses tonuyla. Tam da istediği gibi. Sırt üstü yatıp, ellerini ensesinde birleştirip saçma şeylerden bahsetmeye devam ediyordu. Kafası karmakarışıktı. Söylediklerinin tek bir kelimesini dahi anlamıyordu. Yüzünü yüzüne iyice yakınlaştırıp, gözlerinin içine baktı. Tenini kokusunu içine çekip, aniden, saçlarını yüzüne doğru savurup, sağ eliyle konsolun üzerindeki döküm şamdana uzandı.

Birden bire beyaz badanalı oda, aşkın rengine bürünüverdi...Yastıkta kıpkırmızı bir ıslaklık, bütün gücünü kullanmış olmaktan bitkin düşen vücudu alev alev, yanakları al al. Burnunun ucundan damlayan bir damla ter yatağa yayılan kızıllıkla birleşip, akıp gidiyordu.


20 Mayıs 2014 Salı

EKSİKSİZ


Her şey yerli yerinde. Dolunay yüzünü göstermeye başladı. Kumsalın ardı sıra yükselen, renkli ışıklarla bezeli gökdelenlerden sıyrılıp selam verebilmenin derdinde. Dönüp bakıyorum, hangisinde yaşamak daha cazip görünüyor diye. Hepsi devasa boyutta, ihtişamlı ve olabildiğince sevimsiz. Bu heybet, bu dünyaya yukarıdan bakış ürkütüyor beni. Yine de bir tercih yapmam gerekse, daha geride duran, küçük balkonlu ve nispeten daha mütevazı olanı seçerdim sanırım.

Kaç gündür gözlerim yollarda. Bugün tam olarak kaçıncı ayın hangi günüydü unuttum. Bir an için takvimi kafamdan silip, dünyevi ayrıntıları bir kenara koymak istiyorum. Fakat ayın ortaları olduğuna göre ay da dolu olmalı bu gece hem de dopdolu. Nihayet beliriyor. Gözlerimi kısarak bakıyorum. Dolunay işte! Belki de ben öyle olsun istiyorum. İkinci kez bakıyorum, biraz eksik kıyısından. Olsun varsın. Benim için bundan daha dolu bir ay olamazdı nasıl olsa. Gecede bir lokmacık eksik de o bir tutam ay ışığı oluversin.

Her şey yerli yerinde. Kumsal düşündüğümden de sakin. Denize en yakın yerde oturmak için yer açmış, bizi beklemekte. Yazın kavurucu sıcağı henüz içine işlememiş. Ayakkabılarımı çıkartıp ilk adımı attığımda hafiften ürperiyorum. Oturduğum yerde ayaklarımı okşayan kum incecik. Arada bir huylanıp, gülümsüyorum. Yönümü değiştirecek olduğumda, her bir kum tanesinin üstüme yapışıp kaldığını hissedebiliyorum. Kumsal bu gece olabildiğince konuksever. Sarıp sarmalıyor her yanımı, sorgusuz sualsiz...

Her şey yerli yerinde. Deniz dingin. O benim halden anlayan kadim dostum. Bu gece de yalnız bırakmadı sağ olsun. Kalbimin ritmini yavaşlatmakta üstüne yok. Ne vakit karanlığa doğru bakıp derin derin iç çekmeye ihtiyacım olsa, soluğumun kesileceğinden telaş etsem elimden tutar. Kendini bana bırak der usulca. İki elimi yanaklarıma yaslamış, dizlerimi bükmüş oturuyorum. Bu kadar eksiksiz olabilir miydi bir resim? Bu kadar tatlı olabilir miydi bir mohito? Ya da bu kadar kısa olabilir miydi gece...?

12 Nisan 2014 Cumartesi

ÇOCUKLUK ANILARIMA DOZERLE GİRMİŞLER


Çocukluğumun geçtiği mahalle şimdilerde yangın yeri...Her geçişimde içimde tuhaf bir sızı bırakıyor. Hele en son Gülseren Teyze' nin evinin camlarının taşlanmış, kırık dökük harap halini gözünce kahroldum. Bu ev benim çocukluk anılarımın en süslü köşesindeydi. Ahmet amca devlet demir yollarında memur olarak çalışırdı. Evimizin tam karşısında, tren istasyonuna komşu, tek katlı, bahçeli bu lojmana bayılırdım. Dışarıdaki hayattan izole, şehrin orta yerinde kapalı bir kutu gibiydi. Mimarisi de çok sevimliydi. Bana okuduğum kitaplardaki, dağ köylerine dağılmış yapıların bu eve benzeyebileceğini düşündürürdü. Bahçesindeki taş su kuyusu ve alt kattan ahşap merdivenlerle çıkılan küçük çatı  katıyla o dönem için oldukça enteresan bir evdi.

Bu evin bahçesinde kaç günüm geçti bilmiyorum. Kaç bayram el öpmeye, kaç bahar erguvanın gölgesinde evcilik oynamaya, kaç yaz dut aşırmaya ve kaç güz çatıyı okşayan dallardan ceviz toplamaya gittim kim bilir. Ama o ev hep orada, her sabah uyanıp pencereden baktığımda tam karşımdaydı. Baharın geldiğini erguvanın yeni patlamış fuşya filizlerinden anlardım. İçimi çocuksu bir sevinç kaplardı. Hala baharın en sevdiğim habercisidir erguvan.

Efsanevi Sirkeci-Halkalı banliyö hattını kaldırıp, Marmaray ile birleştirecekleri için, istasyonu yıktılar. Beraberinde lojmanın bahçe duvarları da sizlere ömür. Su kuyusu, ağaçlar ve ev çırılçıplak ortada kaldı. Gülseren Teyze'nin onca yıllık mahremiyeti hüzünlü bir şekilde ortalara döküldü. Üstelik alt geçit de yıkılınca, iki ana caddeyi bu bahçenin yanından geçen tozlu bir patikayla bağlamışlar, görüntü facia. Gerçi evin hali de içler acısı. Ne zaman yıkacaklar bilmiyorum ama birileri tutup camlarını taşlamış, çatısı çökmek üzere, üzülmemek elde değil.

O zamanlar bizim evimiz de salkım söğütlerin, rengarenk akşam sefalarının süslediği bir bahçe içindeydi. Babaannemin üçüncü kattaki evinin penceresine kadar uzanan dalların, rüzgarla salındığını hala dün gibi hatırlıyorum. Seksenlerin başında modernleşme hareketinden ilk nasibini alan, bizim güzelim bahçemiz oldu. Bahçeyi olduğu gibi yıkıp, evimizin ana kapısını kaldırımla sıfırladılar. Böylece evimizin önü koca bir cadde oluverdi. Ama evimizin değeri kat be kat artmıştı. Öyle söylenirdi, ne de olsa cadde üstü bir evdi artık.

Seneler boyunca evimizden bin bir türlü sebeple karşıdaki tren istasyonuna el sallandı. Bize gelen misafir, kapıya kadar değil, trene binene kadar uğurlanırdı. Tren durup kapılar açılana kadar karşılıklı el sallanırdı. Pazartesi sabahı, 06:50 treni bekleniyorsa hüzünlü bir veda olurdu. Keşke tren biraz daha gecikse diye düşünürken, uzaktan sesini duyup son kez bakardım el sallayan anneme. Bekle beni derdim, cuma akşamı yine bu istasyondan geri döneceğim nasılsa...

İstasyonun çıkışında sol tarafta, küçük bir lokanta vardı."Çardak Lokantası". Lokantanın sahibinin torunu ilkokulda sınıf arkadaşımdı. Sabahları uğradığımda beni zorla içeri davet eder, önüme koca bir tas çorba koyarlardı. Mis gibi kokardı. İstisnasız her cuma lokantanın önüne bir masa atılır, üzerine de iki ayrı koli yerleştirilirdi. Birinin içinde tuzlu bir atıştırmalık, kraker benzeri bir yiyecek, diğerinde ise bir paket gofret ya da kek olurdu. Mahalledeki çocuklar cuma günü beslenme çantalarını almaz, çardak lokantasına uğrayıp mutlu mesut okulun yolunu tutarlardı. Seksenli yıllarda bu küçük şeyler çocuklar için çok büyük mutluluk kaynağıydı. Bütün hafta cuma günü koliden çıkacak sürprizlerin heyecanı yaşanırdı. Diğer taraftan nasıl bir edepli dönemmiş ki, hiç bir çocuk hakkı olandan fazlasını almazdı, üstelik abur cuburlar bu kadar ulaşılabilir durumda değilken... Şimdilerde irili ufaklı , ucuz- pahalı bir sürü  market ve envai çeşit ürün varken, açıkta bırakılacak bir kolinin uğrayacağı yağmayı düşünemiyorum.

İstasyonla birlikte, etrafındaki yapılar, dükkanlar da yerle bir edildi. Gazete bayisi, balıkçı, Aygaz Mustafa ve onlarca yıllık yaşanmışlık tuzla buz oldu. Bu yıkımlardan Çardak Lokantası da yakasını kurtaramadı. Eskiden çocukların uğrayıp, mutlu olduğu yerde bir otopark var. Arkadaki duvarda ise Nejat amcanın mutfağından geriye kalan bir kaç kırık fayans...

Alış veriş merkezlerinin henüz hayatımıza girmediği günlerde özel günler öncesi soluğu Bakırköy çarşıda alırdık. Bugün oğluma, annesinin annesiyle onun kadarken alış veriş yaptığı, yemek yediği yerlere gideceğimizi söyledim. İstanbul Caddesi üzerindeki ayakkabıcı döviz bürosu olmuş. Cadde üzeri eskisi kadar kalabalık ve caf caflı değil. Cumartesi günü istasyon girişi yanındaki lokantada boş masaları görünce şaşırdım. Annemin bana limonata aldığı yere girdik. Arka pencereden Bakırköy tren istasyonuna baktık. Aman ya rabbim, nasıl bir terk edilmiş, yok edilmişlik...Rayların geçtiği yerler balçıkla dolu. Kızıl kahve bir çamura bulanmış etraf. Yerdeki verev çizgili taşlar sökülmüş. Sirkeci-Halkala tabelası pas tutmuş. Issız, sessiz, bir başına...

Seksenlerden beridir epeyce modernleştik.  Kentsel dönüşüm hız kesmeden devam ediyor. Kırsal yüzlü semtler talan edilip, beton yığınları dikilmeye devam ediyor. Rant uğruna İstanbul'un kalan tek tük doğal sahillerinden Ataköy'e onca protestoya, hukuksuzluğa karşın devasa bir otel dikildi. Vatana millete hayırlı olsun. Kazlıçeme'e sahiline dikilen iki bina İstanbul'un neredeyse her yerinden görülebiliyor. İki bin yıllık şehrin silüetinin canına okumuş vaziyette. Geçenlerde Ahmet Ümit de bir sohbette, tarihi yarımadaya doğru  baktığında artık Sultan Ahmet Camii, Aya Sofya, Beyazıt Kulesi, Süleymaniye Camii ile birlikte şehrin genel görüntüsüne iki de gökdelen eklenmiş olduğundan duyduğu rahatsızlığı anlatıyordu. Üstelik bu hatta bırakın bu kadar yükseğini , bir başka yapı dahi yok. Şimdiye kadar yasaktı da ondan! Denize belli bir mesafe olması, belli bir kata kadar inşaat yapılabilmesi gibi kanunlar vardı. Hala da var belki ama  kanunu nizamı takan mı var. Başbakana sordular; " Evet biraz yüksek olmuş, küstüm" dedi. Türkçesi, "İnşaat sahibi yakınım olur." Evleri, bağları yıkıp beton dikmekle kentleşmiş olmuyor şehirler. Birilerine peşkeş çekmek için siteler yapmakla, şehirli yaşama kavuşmuş olmuyor vatandaş. Bilakis İstanbul önceden daha medeni daha yaşanılası bir yerdi. Şimdi onca zorlamayla kentleştirmeye çalışılan şehir koskocaman bir köyden ibaret. Vatandaşlık bilinci, toplumsal sevgi, saygı dönüşüme kurban edildi. Bahçeleri yıkıp, yol yaptılar. Ormanları ezip geçtiler köprü yaptılar. Hatıraları söküp atıp Marmaray yaptılar...Yapmaz olsalardı.








11 Nisan 2014 Cuma

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN TOPLU TAŞIMA


Hala telefona müzik yükleyebilmek için gerekli programı indiremediğim için, her sabah olduğu gibi klasik müzik dinliyorum. Ayılabilmem için ihtiyacım olan ritimler elbette ki bunlar değil. Bu yüzden etkisi artsın diye sesi sonuna kadar açık. Muhtemelen etraftakiler sabahın kör saatinde klasik müzik dinleyen gıcık insan diye homurdanıyorlardır içlerinden. Oysa ben de sabah sabah renkli radyo kanallarındaki sabah sohbetlerini, magazin dedikodularını dinleyip, bir kaç pop latin melodi ile perondan perona uçar adımlarla ilerlemek istiyorum ama nafile. Teknoloji fakiri olduğum için bir türlü telefonuma müzik indirilebilecek bir program yükleyemedim. Arada bir, yer üstü toplu taşımada en basit yoldan youtuba girip bir kaç şarkı dinliyordum ama şimdi akıllı telefon bile aptallaştı. Youtube deyince "youtube yok" yazıyor. Bu klasik müzik programını da denemek için DY yüklemiş sağ olsun. Yoklukta ilaç gibi geldi.
 
Aslı'nın toplu taşıma ile imtihanı çok eskiye dayanmıyor. Fakat yaşanmışlıklarım ve kısa sürede edindiğim tecrübeleri paylaşmadan edemedim. Bir kere trafik çilesinden, servis şoförüyle 35 sn. erken geldin, 40 sn geç kaldın dalaşmalarından, her gün güzergah üzerine yapılan manasız tartışmalara dahil olmaktan kurtuldum.
 
Arabayla gidip geldiğimde de dertler apayrı. Sabah telaşıyla telefondan trafik durumuna bak. Sabah trafiğine yakalanmamak için 06:30' da mı çıksam yoksa trafik geçtikten sonra 09:30 gibi mi gitsem ikilemiyle baş başa kal. Hem bu yol trafik durumuna da hiç güven olmuyor. Evden çıkarken sarı görünen yol - İstanbul'da yeşili kim kaybetmiş ki biz bulalım- bir de bakmışım ki hoop bir kaza, bir arıza sarı görüp sevindiğin yol oldu mu sana mosmor!
 
Bir de arabanın teknik sorumluluk kısmı var. İşte tam da benim sınıfta kaldığım ders. Geçenlerde yağmur kıyamet giderken birden sileceğim kırıldı. Ön cama patır kütür çarparken ne yapsam bilemedim. Otobanın orta yeri, trafik kabus, arabadan inemem mümkün değil. Neyse şirkete çok uzak değildim ve idare edebildim. Takıp yerine oturttuğumu sanırken dönüşte yine koptu ve bu sefer adios amigos diyerek ön camdan fırlayıp sonsuzlukta kayboldu. Tek silecekle kalakaldım. Sileceği çalıştırmasam eve gelemem, çalıştığı sürece garç gurç ön camın canına okuyor. Hasbin allah derken, arabadaki kirli bir çocuk çorabı kırık sileceğin ucuna bağlandı ve camı çizmesi geçici bir süreliğine önlenmiş oldu. Tabi görüntü çok komikti ama ne diyoruz mühim olan güvenli sürüş.  Hikayemiz burada bitmiyor. Silecek çorap giyene kadar cam hayli çizilmiş, bir başka köşesinde de küçük bir çatlak oluşmuş. Ertesi gün ufak bir darbe alan ön cam çatladı. Şaka değil bildiğiniz bir köşesi dağıldı. Yine idareten işe öyle gittim geldim ama bunu yaparken aslında çok tehlikeli olduğunu ve ters bir durumda ön camın olduğu gibi kırılıp tuzla buz olabileceğini bilmiyordum. Hatta duyduğumda da geri dönmeye epeyce tereddüt ettim. Derken ön cam da değişti, artık silecekle camla bir işim olmaz, aksilikler bitti savulun şoför Nebahat geliyor derken yolda dikiz aynası kucağıma düşüverdi. Bu da nesi diye bakarken anladım ki ön camı değiştiren aklı evveller aynayı takmayı becerememiş. Göz alışkanlığı çok beter. Sürekli gözüm aynaya gidiyor, camda saçma bir noktaya bakış atıp devam ediyorum. Her seferinde de söyleniyorum. Arabaya da, trafiğe de, böyle bahtsızlığa da...Bir kaç gün dikiz aynasını park ettikten sonra makyaj aynası olarak kullanmak zorunda kaldım. İşime yaramadı dersem yalan olur.

Teknik sıkıntılar, trafik çilesi derken başka bir derdimiz daha var. Erkek sürücülerin bitmez tükenmez kadın sürücüyü ezikleme hevesleri!  Kabul ediyorum biz kadınlar bazı mekanik konularda, teknik beceri gerektiren işlerde erkekler kadar başarılı olamayabiliriz. Ben kendi şoförlüğümü de çok beğeniyorum dersem yalan olur. Fakat kabahatli de olsalar beceriksizsin işte kadın şoför ne olacak deme fırsatını kesinlikle kaçırmıyorlar. Bire bir başıma gelen  kısa bir diyalogdur ;

Cadde tek yön. Michael Knight ters yöne girmiş. Yolumu kesmiş, karşılıklı durmuşuz. Sahne bu kadar basit.

"Beyefendi,- lafın gelişi - afedersiniz ters yöne girmişsiniz burası tek yön"

"Abla ne dır dır ediyon burdan kamyon geçer."

Bir kere ben nerden senin ablan oluyorum, koskoca adamsın hadsiz. Geri alıp yol vermek yerine, o suratındaki sevimsiz sırıtışıyla bir de benimle dalga geçiyor. Kamyon bile geçermiş de ben geçmeye korkuyormuşum imaları. Bayan şoför oh elime düştü, hazır fırsat varken bir laf sokup rahatlasam diyor içinden besbelli. Dişlerimi sıkıp bir ya sabır daha çekip kamyonun bile geçeceği yoldan geçip gidiyorum. Ne halin varsa gör be adam. Biri sana ters yönde kafadan girerse görürsün gününü.

Neticede servisten de, arabadan da soğuduğum bir vakit toplu taşıma ile tanıştım. İlk başta müthiş acemiydim. Sonra sonra piri olmaya başladım ve "hayattan alınan dersler" başlığımın altına toplu taşıma tecrübelerimi ekledim.


* İstanbul kart, şart! Bilet alma stresi yaşamadan, ki yanlış araca bilet alıp geçemeyip geri dönüp başka bilet için kuyruk beklemişliğim var, hızlıca okutup turnikeden süzülüyorum . Üstelik bilet alabilmek için metal para bulundurma ya da cepleri çantaları telaşla karıştırma stresi de yok.

* Kart olması yetmez, dolması da gerekir. Es kaza kartınız boş ve akşam iş çıkış saatinde Mecidiyeköy, Gayrettepe ya da Taksim' den doldurmak zorundaysanız boşverin gitsin! Direk tek geçişlik bilet alıp, aradaki fiyat farkını da görmezden gelip kartın dolumunu daha ara bir saate ve mümkünse daha az işlek bir istasyona bırakın. Şahsen benim Levent'te 20-25 dk. beklemişliğim var!

* Mümkün olabildiğince en sondaki vagonlara yürümek, oturma ihtimalini % 30 arttırır. Türk halkı yürümeyi sevmediğinden istasyonda yürüyen merdivenden indiği yerde kalakalır. Orada bir insan silsilesi, bir güruh oluşur. En baştaki vagonlar ise nispeten az kalabalıktır. Eğer ki ilk duraktan biniyor ve son vagona kadar araç  kalkar mı diye endişeleniyorsanız atlayın bir kapıdan, içeriden yürüyün sona doğru.

* Milletçe bizde inenlere yol verip, doğal olarak boşalan araca binmek gibi bir mantık kesinlikle yok. Sanırsınız ki ortada bir meydan savaşı var. Dışarıdakiler içeriden kimsenin çıkmasına müsaade etmeyecek, içeridekiler de dışarıdan kimseyi almayacak. Aynı anda zıt yönlere itişen insanlar. Sanırım bu benim toplu taşımadan en anlayamadığım şey. İlk başta sesimi yükselterek "yahu bir müsaade edin de inelim" diyordum, şimdilerde ortama ayak uydurdum. Baktım işe yaramıyor, ben de ineceğim zaman bir omuzumu öne uzatıp dışarıda bekleyen 300 Spartlı'ya karşı gardımı alıyorum. Çok şükür henüz hiç inmeyi beceremediğim olmadı.

* Eğer oturuyorsanız ve yanınızdaki kişi kelime avı ya da candy crush benzeri bir oyun oynuyorsa asla ve asla ipad ekranına bakmayın. Bir kez bile! Yok bir kez göz atayım derseniz yandınız. Yanınızdakinin gazetesini okumaktan beter. Kalan bütün yol boyunca adamı dürtükleyip "işte bakın tam şurda k-a-h-v-e-h-a-n-e " dememek için kendinizi zor tutarsınız. Hatta iş şu noktaya kadar geliyor, tecrübeyle sabittir :) " Of 9 harfli kelime söylesem mi acaba..Yok ya Avrupa'da olsa neyse de burda garip kaçabilir şimdi. Neyse belki de sinirlenir adamcağız sanane diye. Doğru ya banane "

* Canınız sıkılıyorsa insanları izleyip ya da dinleyip tahminlerde bulunun inanılmaz eğlenceli. Mesela bazen yürüyen merdivenlerde arkamdaki kişinin ses tonunda fiziksel özelliklerini tahmin etmeye çalışıyorum. "Hımmm kumral, gözlüklü, biraz tombiş" Tabi ki atıyorum. Ama her tutan detay beni gülümsetiyor. Ya da geçen sabah olduğu gibi karşımdakine bakıyorum. Biraz garip görünüyor. Pantolonun rengi bi tuhaf, ayakkabılarını üste para versem giyecek birini bulamam, o kadar enteresan. Bu da neyin nesi derken, inince sabit merdivenden koşarak çıkışını görünce anlıyorum. Bizden değil. Yabancı olması çok yüksek olasılık.

* Sonra filmlerde, dizilerde geçen toplu taşıma sahnelerine aldanıp, romantik hayaller kurmayın. Misal, ben geçen gece rüyamda Mehmet Günsür'ü gördüm. Uçakta, yan yana koltuklarda Brezilya' ya gidiyorduk. Sabah uyanınca anlattım, güldük geçtik. Ve yaklaşık bir saat sonra  Metro ile Sanayi Mahallesine doğru yol alıyordum, yanımda pos bıyıklı amca vardı!

* Son olarak, hanımlar siz siz olun etek ya da elbiseyle asla ve asla neredeyse 60 derecelik açıyla uzanan uçsuz bucaksız merdivenlerden çıkmayın. Eğer ortalık tenhaysa yürüyen merdiven de tehlikeli olabilir. Direk engelli asansörüne yöneylin. Ne de olsa etek giymiş olmak taşıma için mağduriyet durumu sayılabilir, tereddüte gerek yok.

Not:  Bahsi geçen deneyimler raylı sistem üzerine edinilmiş olup, Metrobüs , minibüs gibi tekerlekli araçlar için geçerli değildir :)

29 Mart 2014 Cumartesi

27 MART 2014 / İSTANBUL

Sevgili Ali,

Epeydir elim kâğıda kaleme uzanamıyor. İster yoğunluk diyelim, ister teknolojiye yenik düşmüş alışkanlıklar. Baksana bu mektubumu bile postacıya teslim etmektense, sanal ortamlarda paylaşıyorum seninle. Oysa senelerce az pul yalamadım. İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampüsünün ana girişindeki tarihi kapının bir ayağı PTT ofisi olarak çalışıyordu. Ofisin en sıkı müdavimlerinden biriydim. Sürekli çantamda mektuplar, cebimde pullarla gezer, çevremdeki insanlara heyecanla mektuplarından, anlattıklarından söz ederdim. Bazen çok kıskanılırdın da haberin olmazdı. Gençlik aşklarımın hilafsız her biri seni uzaktan uzağa bir rakip gibi görürdü. Tanışma şansları da olmadığı için, uzaklardaki gizemli serseriydin onlar için. Mırıl mırıl söylenirlerdi. Yok efendim soyadımız da aynıymış. Eski kocam gibi kısaltmalı kaydediyormuşum telefona vs vs... Çocukluk işte. Gerçi şimdi geriye dönüp baktığımda hak vermiyor değilim. Kim bilir belki ben de olsam aynı tepkiyi verirdim. Bak neredeyse kırk yaşına geldik, evlendik barklandık, çoluk çocuğa karıştık hala da zerre değişmedi. Gözlerimi kapatıp düşündüğümde içimde hep sıcacık bir duygu oluyor. Çok acayip...Günün birinde hasta olsa ben bakarım diyorum. Canı bir şeye sıkılırsa ilk beni arasın diyorum. Tuhaf bir kıyamamazlık duygusu. Evlat gibi, kardeş gibi, dost gibi ama bir arkadaştan kesinlikle çok daha öte. Bazen ben de düşünüyorum neyini seviyorum ben bu adamın diye. İnan bulamıyorum :) ( şaka!) Çocukluk arkadaşım olman mı? Uzakta da olsak aslında hep çok yakın bazen en yakın olmuş olmamız mı?
Büyürken birbirimize kattıklarımız mı? Bana öğrettiklerin mi? Yoksa seneler boyu sana çok hayran olup senin gibi biri olmak istemem mi ? Aslıda bütün bunları düşününce bile içimden gülmek geliyor. Çünkü Aslı hep bir heves peşindeydi, Ali ise akıl veren, sağduyulu, çoğu zaman müşkülpesent huysuz insan.

Fransızca öğrenmeye heves ettiğimde "Ben senin İngilizcene bile popomla gülüyorum," deyişin, bazı mektuplarda senin gibi şiirler yazmaya özenip beceremediğimde "kasetlerin arkasındaki sözlerin fotokopisini çekip yollasan daha iyi olur, " diye hayallerimi alt üst
edişin, m
ektupların sonuna eklediğin "Zayıfla ama torik kıvamında değil palamut kıvamında ol," notların gerçekten paha biçilemezdi :)


 İlk gençlik yıllarımızda geç saatlere kadar balığa çıkar, eski bir yeşil botun içinden mercanlara, isparozlara olta sallardık. Sırf azar işitmemek için yem toplarken balçığın içinde debelendiğimde şikayet etmez, oltaya taktığımız midyelerin sümüğe benzeyen halinin midemi bulandırdığından bahsedemezdim. Çünkü o çarşaf gibi denizin üzerinde salındığımız saatler hayatımın belki de en güzel, en dingin en mutlu saatleriydi. Her şeye değerdi. Bir keresinde fırtınaya yakalanmış, evden epeyce uzağa sürüklenmiştik belki anımsarsın. Beni kıyıda bırakıp botu geri getirmeye çalışmıştın. O akşam başının üzerindeki botla geri dönüşünü ömrümce unutamam. Bu şapka sana çok yakışmıştı doğrusu :)

Okuldu, aşk meşk işleriydi, kavga gürültüydü derken seneler su gibi akıp gidiverdi...Sen hiç söylemedin ama ben de senin beni çok sevdiğini bilirdim. Ali Ekinci bu, öyle kimseye saatlerini verip oturup mektup yazmaz. Anadolu parsından, yalı çapkınından, bir gün magazin sayfalarında düğün haberini almaktan korktuğu muhafazakar aşkından uzun uzadıya bahsetmez. O çok sarhoş olup, yerlere yapıştığımız gece iki elini birleştirip İzmir güzeli için ah çekerken beni yanına çağırmıştın. İşte aklının en yerinde olmadığı ve çok canın yandığı bir anda yanında beni görmek istemen çok içime işlemişti. Bak taaa seneler evvelinden gelen bir itiraf :) Kaldı ki o gece benim kendimi bile tanıyacak halim yokken bu detayı hafızama kazımışım. Bir de askere gitmeden evvel son konuşmamızda duygulanmıştın. Sesinin çatallı çıkışından anladım, hüzünlendim. İşte o da sana en çok sarılmak istediğim anlardan biriydi...

Şimdilerde eskisinden bu yana ne değişti dersen, değişen hiçbir şey yok diyemem. Lakin artısı var eksiği yok. Şimdi seni bütünleyen her şeyi de beraberinde seviyorum. Eşini, doğacak çocuklarını, anneni, kız kardeşini, babanı, teyzeni, inanmayacaksın ama enişteni  bile :) Tuhaf bir biçimde ben kendimi hep o ailenin bir parçası gibi gördüm. Bir yaz günü sen yokken annenle ev oturması yaptık mesela Girit kurabiyesi yedik şahaneydi tadı damağımda. Sonra Gülden'le Karşıyaka'da dolandık. Her bir an benim için çok kıymetliydi. Bayramlardaki cümbür cemaat yemekleri hiç saymıyorum bile. Kaç kişi için insan ömründe böyle bir bağ hissedebilir sorarım sana?

Ne vakittir aklımda olanları yazıyorum aslında, bir şekilde doğum günün bahane oldu. Epeydir blog var biliyorsun gerçi senin için çok tatmin edici olmayabilir bay ultra entelektüel ama ben bu bloğu çok seviyorum. Son zamanlarda ilham aldığım, yeniden yayınlamak istediğim şiirlerde, yazılarda çok izin var. Bütün bunlar için sana sonsuz minnettarım. Hele ki geçen akşam şu dizelere rastladım, alnımın orta yerinden vurulmuş gibi oldum. O kadar güzel ki o kadar olur!

                                              Seninle ben
                                              Kavuşması gibi
                                              Çam kökleriyle tuzlu toprağın
                                              Temmuz ayında
                                              Adada...
 
 
İyi ki doğdun! İyi ki benim can dostum oldun.

 Ali dedeye saygıyla...