18 Eylül 2016 Pazar

#24saat #yüzleşme


Kafasının içi oradan oraya savrulan kelimelerle doluydu bu gece. Hiç birinin ucundan tutup diğeri ile yan yana getiremiyor, bir türlü aklından geçenleri anlatacak doğru cümleleri kuramıyordu. Karanlık otobanda en sağ şeritte ağır aksak ilerlerken tam anlamıyla allak bullaktı. Sanki bütün olan biten bir, bilemedin birkaç sözcüğün içine tıkıştırılmıştı.

 “ Nasılsın?
“ Nerdesin?
“ Dikkatli ol!

Her zaman olduğu gibi uzaktaydı ve son haftaların aksine öfkeli değil endişeliydi besbelli. Tek kelimeye bağlamıştı umutlarını. “İyiyim”

 Ve genç kadın, henüz kendi kaderinin de bu gece hayatını kaybeden onlarca masum insanla birlikte değişmiş olduğunu bilmiyordu.

“ İyiyim dedi. Ne kadar iyi olunursa artık.

Hala kendisini merak ediyor olması içine dokunuyordu. Çocukluğundan beri eli omzundaydı gerçi. Kolay mıydı bir anda yok sayıp, ne hali varsa görsün demek. Bunu düşününce gecenin bütün can sıkıcılığına karşın yumuşak bir ifade belirdi yüzünde. Ne vakit söze çocukluğumuz diye başlasa hemen sözünü keserdi;

“ Senin çocukluğun. Ben koskoca adamdım o zamanlar.

Ali,  bir kez daha gözlerinin önünden gitmeyen kumral lüleleri korumak için kanatlarını açarken,  ilk defa geç kaldığını fark etti. Buruk, kekremsi bir tat gelip oturdu boğazına. Olması gereken yerde olamadığı için söylememesi gereken sözler döküldü kurumuş çatlak dudaklarından.

“ Olduğun yer güvenli değil, birazdan yollar kapanacak. Hemen eve git.

“ Nerde olduğumu nerden biliyorsun?

“ Bunu boş ver sadece dediğimi yap. Şu an o karanlık şehirde yalnız olman beni çok rahatsız ediyor.

“ Her gün arayıp soran ve ihtiyacım olduğu an yanımda olabilecek bir sürü insan var. Merak etmene gerek yok.

“ Biliyorum. Hatta bazıları günde birkaç kez arıyor.

Paylaştıkları onlarca delici sessizlikten en uzun olanıydı.

“ Ne dedin sen?

“ Hiç.

“ Bunu yapmış olduğuna inanamıyorum.

“ Saçlarım tutuştu dediğinde öfkeden ve başına bir şey gelebileceği endişesinden delirdiğim bir andı sadece. Yaptığımla övünmüyorum. Tam tersine ne kadar rahatsız olduğumu tahmin bile edemezsin.

“ Kahretsin! Beni çok büyük bir hayal kırıklığına uğrattın.

“ İtiraf etmek gerekirse seni en çok mobese kameralarının önünden geçerken izlemeyi seviyorum.  An be an, cadde cadde, semt semt.. O puslu ekrana yansıyan güzellik beni burada hayata bağlayan tek şey. Kış günü Cudi eteklerine yayılan siste saçlarını,  Gabar’da isimsiz çağlayan derelerde ışıldayan gözlerini  ve Kotar da açan ters lalelerde gülüşlerini görüyorum. Çok bunaldığım zamanlarda derin bir iç çekiyorum. Eriyen kar suyuyla çağlayanlardan düşüp Kızılsuya, Kasrik’te Dicle’ye karışsak şimdi diyorum. Öylece sarmaş dolaş…Zeytin dallarının çatallı gölgesinin tenine dokunduğu yerden son kez öpmeden ölmemeye yemin ettim.

Ruhuna dokunan onca güzel söz bile öfkesini hafifletemedi. Gözü kararır gibi oldu. Emniyet şeridinde durup, konuşmayı sonlandırmadan evvel camları araladı.

“ Şimdi telefonu kapatıyorum ve seninle uzun süre haberleşmek istemiyorum.

Ali konuşmanın başından beri parmaklarına doladığı zeytin çekirdeklerinden yapılma tesbihi sehpaya fırlattı. Bu sevimsiz gecede ne zamandır canını sıkan konuyu açma niyeti olmasa da ağzından kaçırıvermişti bir kere. Toparlamaya çalıştı.

“ Sadece şakaydı. Kızdığın için üstüne geldim hepsi o kadar. İnsanların hayatta kalmaya ve birilerini hayatta tutmaya çalıştığı bir zamanda kamera görüntülerini izlemekten daha önemli işlerim var.

“ Akvaryumunda sürekli izlediğin zavallı bir balık olmak istemiyorum.  Kamera saçmalığı yalan da olsa izimi sürmen hiç hoşuma gitmedi. Bir şey bilmek istiyorsan sorabilirsin, sana hiç yalan söylemedim.  Bana söz vermiştin.

 “ Sana verdiğim söz Cizre İstanbul’dan daha güvenli bir yer olmadan önceydi. Senin için yapabileceğim tek şey güvende olmanı sağlayabilmek ama bunun için de çoğu zaman elim kolum bağlı. Bu acizlik beni kemiren sinsi bir hastalık gibi.

“ Ben iyiyim. Bir şey olacaksa da kimse bunun önüne geçemez.  Her an, her şeyin tam tersine dönebildiği ve bunun için şaşırmaktan bile vazgeçtiğimiz günlerden geçiyoruz.

“ Sadece şehrin güvenliğinden bahsetmiyorum. Kayıtlarda dikkatimi çeken ve sana söylemem gereken son bir şey daha var.

“ Neden bahsettiğini sormaya korkuyorum.  

“ Şimdi kızgınlığını bir kenara bırak ve kulaklarını açıp sözlerimi iyi dinle.

Az önce yumuşacık bir ses tonuyla  fısıldar gibi konuşan adam bir anda sırra kadem bastı. Sesi sertleşti.

“ Seni tanrıçam belledim. İste tüm Mezopotamya’yı ayaklarına sereyim, bir emrinle düşmanlarının boynuna yağlı urganlar geçirip leşlerini dipsiz kuyulara gömeyim  dedim. Yüz çevirdin.  Bozguna uğramış bir ordu gibi ne yöne gideceğini bilemedin, dağılmıştın.  Hala da dağılmaktasın. Madem gerdanlığın üzerindeki tek taş olmak istemedin, o halde tesbihte boncuk olmaya da razı olma…

16 Ağustos 2016 Salı

KIRMIZI BİSİKLET


“ Kaç şehir girdi aramıza sayamadım. Kaç baştan çıkartıcı iklim, kaç davetkar yüz gelip geçti kim bilir…Günler haftalara, geceler aylara karıştı. Ve an oldu, gelip yine dizinin dibinde oturup sana yasladım sırtımı. Bir kez daha beni serseme çeviriyor dediğim bu meydanda, yenilendiğim tazelendiğim yerdeyim.
Dün gece aynı saatlerde günün kavurucu sıcağı içine işlemiş taşlara oturup başımı göğe çevirdiğimde burası evimin salonu gibi demiştim. Tepemde yükselen kule yemek masamın üzerindeki avize, etrafımı saran heykeller oraya buraya kondurduğum tablolar gibiydi. Öyle bir rahatlık, öyle derin bir huzurdu her yanımı kaplayan. Ayaklarımı boylu boyunca uzatıp, birkaç saatliğine de olsa görünmez olabilmeyi diledim. Sonra etrafımdaki herkes bir bir yok olup gitti ama ben bir türlü yerimden doğrulup otelin yolunu tutamadım. Bu şehirde, bu meydanda beni kendine çeken bir büyü var sanki. Ben uzaklaşmak istedikçe görünmez eller kollarıma yapışıp, hayali sarmaşıklar dolanıyor ayaklarıma…

Sırtını merdivenlerin kenarındaki taş duvara yaslamış, elindeki parlak ekrana dalıp gitmişti. Yazdığı son cümlenin sonuna üçüncü noktayı da iliştirmişti ki karanlığın orta yerinden fırlayıp aniden burnunun dibinde bitiveren bisikletin gürültüsüyle irkildi. Meydanın diğer köşesinden pedal çevirerek gelen genç bir adam sert bir frenle taş merdivenlerde oturan kadının önünde durdu. Onu korkutmuştu! Olduğu yerden hafifçe doğrulup, göz ucuyla hala açık olan dondurmacının köşesinde bekleyen polis arabasının yerinde durup durmadığına baktı. Üstünde fazla para yoktu. Çantasını isterse hemen verebilirdi. Telefonu zaten elindeydi,  fark ettirmeden cebine koyabilirdi. Kafasından birkaç saniye içinde onlarca düşünce geçerken, karanlıkta yüzünü seçemediği adam bisikletin üzerinden eğilip anlamadığı bir lisanda bir şeyler söyleme başladı. Meydanda kimsecikler yoktu. Bir başkasıyla konuşuyor olamazdı. Onu anlamadığını belirtmek için başını sağa sola salladı. Genç adam geniş bir gülümseme ile karşılık verdi.  Ufak tefek birine benziyordu, pek de korkulacak bir hali yok gibiydi. İnce yüz hatlarını gizleyen seyrek sakalları vardı ve başına ressamların taktıklarına benzer siyah bir şapka kondurmuştu. Bisikleti de pek döküntü bir şeye benziyordu. Kırmızı rengi solmuş, yer yer boyaları dökülmüş ve selenin arkasındaki çamurluğun üzerine iki küçük pet şişe bağlanmıştı.  Ne diye gecenin bu saatinde burnunun dibinde bittiğini merak etti. Kılığına, ayakkabılarına bakınca bu saatte sigara, çakmak ya da birkaç kuruş için dilencilik edecek birine benzemiyordu. Tekrar konuşmak için eğildiğinde koyu renk saçların ve seyrek sakalların arasından parlayan yeşil gözlerini gördü. Dikkatlice yüzüne bakıyordu.  Birden bisikletin üzerinden atlayıp aşağı indi,  tek pedalı merdivenin en alt basamağına yaslayıp yanına oturdu ve konuşmaya başladı ;

“Biliyor musun, bu gece hayatımın en berbat gecesi."

Koca meydanda onca yer varken davetsizce gelip dibinde bitmesine ve emrivaki bir sohbete başlamış olmasına kızdı.

“O zaman şanslı sayılırsın. Takvime göre yılın en kısa gecelerini yaşıyoruz."

Genç adam sadece basit bir  “neden?”  sorusu beklerken aldığı cevaba şaşırmıştı. Başını çevirip yüzüne daha dikkatli baktı. Kesinlikle ilginç birine benziyordu. Kendisine kızmış mıydı yoksa konuşmaya devam etmek için böyle garip bir şey mi söylemişti kestiremedi. Şansını denemeye devam etmek istedi;

“Hayatın kendisi başlı başına bir şans. Sadece bir kısmı iyi şans bir kısmı da kötü şans. Öğrenci misin?"

Karanlıkta yaşımı pek seçemiyor herhalde diye düşündüyse de bu soru genç kadının pek hoşuna gitti.

 “Hayır. İş için buradayım."

“Sokakta sabahladığını görünce pek de bir işin varmış gibi gelmemişti bana. Ne iş yapıyorsun?"

“Bir gazetenin hafta sonu ilavesine gezi yazıları yazıyorum. Sen gelmeden önce de tamamlamak üzereydim."

“Hayat ne tuhaf burada oturmuş gecenin bir saati bir gazeteciyle konuşuyorum.  Az önce işte çıktım ve seni görünce belki bir şeyler içmek istersin diye düşündüm. Ponte Vecchio'nun karşı tarafında bildiğim güzel bir bar var. Bir kadeh şarap ya da soğuk biraya ne dersin?"

Bu ani teklif aklını karıştırdı. Hiç tanımadığı birinin peşine takılıp bilmediği bir yere gidecek hali yoktu. O an için onu başından savmak yapılacak en doğru şey gibi göründü.

“Teklif için teşekkürler ama birazdan otele dönmem gerekiyor."

“Kalacak bir yerin olduğuna sevindim. Belki telefonunu verirsen yarın için haberleşiriz."

Israrcı birine benziyordu ve bu da en sevmediği şeylerden biriydi. Konuyu kestirme yoldan kapatmaya karar verdi

“Zamanını almak istemem. Hem erkek arkadaşım var hem de görünüşe göre senin için oldukça yaşlıyım."

“Sevgilin olması şanssızlık olsa da bu gece sana rastlamış olmam bir şans sayılabilir. Tamam, gitmeyelim, sorun değil.  Belki sadece burada laflayıp arkadaş olabiliriz."

“Birazdan gitmem gerekiyor."

“Anladım. – Stranger is danger öyle değil mi? Yabancı demek tehlike demektir."

“Hai ragione. Haklısın."

“İtalyanca biliyor musun?"

“ No. Sadece birkaç kısa cümle hepsi bu."
 
“Sana öğretebilirim istersen."

“Grazie mille. Teşekkür ederim ama tekrar görüşeceğimizi hiç sanmıyorum. Sen bu saatte burada ne yapıyorsun?"

“İşten çıktım. Dediğim gibi berbat bir gece geçirdim ve eve gitmeden önce bir şeyler içmek istedim. Seni burada tek başına görünce de belki katılmak istersin diye düşündüm. Yalnız olmak sıkıcı olmalı."

“Hayır. Yalnızlığı sevdiğim için buraya geldim.  Bu saatte kimsecikler olmaz diye düşünüyordum."

“Ben gelene kadar."

“Sen gelene kadar."                                               

“Rahatsız ettiysem üzgünüm. Anlaşılan bir şeyler içmeye gelmemek konusunda kararlısın."

Onunla bir yere gitmeye kesinlikle çekiniyordu ama kalkıp gitmesini de hiç istemedi.

“Sen ne iş yapıyorsun? Bu saate kadar çalıştığına göre yorgun olmalısın."

“Hem de çok! San Lorenzo pazarının arka sokağındaki bir lokantada garsonum. Bugün St. Giovanni günü ve bütün masalar ağzına kadar doluydu."

“Buralı mısın?"

“Güneyliyim. Bari yakınlarında küçük bir kasaba."

“Böyle aniden yanıma gelip konuşmaya başladığına göre güneyliler kuzeylilerden daha cesur olmalı."

“Uzaktan bakınca Brezilyalı olduğunu düşündüm. Burada, tam senin oturduğun yerde tanıştığım Riolu  bir kız arkadaşım vardı. Seni ona benzettim."

Cebinden çıkarttığı telefonun parlak ekranında,  beyaz tenli kumral bir kızın fotoğrafını gösterdi.

“Kız arkadasın güzelmiş. Hayal kırıklığına uğrattıysam üzgünüm."

“Yoo hayır, halimden şikâyetçi olduğumu söyleyemem. Sen nerelisin?"

“Sona Turca di İstanbul"

“Sahi mi?"

Şaşırmış görünüyordu.

“Sahi. Neden?"

“Sanırım Türk olduğunu bilseydim, konuşamazdım. Buna güneyliler bile cesaret edemez."

“O nedenmiş?"

“Türk kızları pek konuşkan değil. Birkaç kötü tecrübem oldu."

Aslında haklıydı. En azından yeni insanlarla tanışmak ve yabancılarla konuşmak konusunda Brezilyalılar kadar açık görüşlü olmadıkları bir gerçekti.

“Peki sence ben seninle neden konuşuyorum?"

“Bir şeyler içmeye gelmediğine göre beni beğendiğin için olamaz. Gazeteci olduğun içindir. Yabancılarla konuşmaya alışkınsın ya da insanların ilk bakışta iyi ya da kötü olduğunu anlıyorsundur."

“ Hiç sanmıyorum. Yani insanları tanıyabilmek için keşke gazeteci olmak yeterli olabilseydi."

Taş merdivenlerde bir süre sessizce oturdular. İkisi de dirseklerini dizlerine, ellerini çenelerine yaslamıştı. Kadının boynundaki ince uzun zincirin ucunda sallanan yeşil kolye ucu genç adamın dikkatini çekti.

“Boynundaki nedir?"

“Uzun zaman önce hediye edilmiş bir kolye."

“Sürekli takıyor musun onu?"

“Evet."

“O halde batıl inançları olan birisin. Şans getireceğine inanmasan takmazsın."

“Alışkanlık diyelim. İnançlı biri olduğum söylenemez."

“Ben inançlı biriyim ama tanrıya değil yıldızlara inanıyorum."

Aklından geçeni onunla paylaşıp inançlarını alt üst etmesi an meselesiydi. Yüzünde muzur bir gülümseme belirdi. Birazdan söyleyeceklerini kendisi de geçen yaz adada, gecenin bir yarısı tahta bir banka uzanıp yıldızları seyrederken öğrenmişti. Münasebetsiz bir arkadaşı bilimsel birkaç cümle ile gecenin tüm romantizmini silip süpürmüştü. Onu bu gerçekle yüzleştirme konusunda tereddüt ettiyse de söylemeden duramadı:

“Biliyor musun aslında gökyüzüne bakıp inandığın yıldızların bazıları yok."

Suratına garip bir bakış attı.

“Ne demek yok."

“Bildiğin yok işte. Onları görüyor olman var oldukları anlamına gelmiyor."

“Ne demek istediğini hiç anlayamadım."

Astronomiyle ilgili terimleri başka bir lisanda anlatmakta zorlansa da, bazı yıldızların ışığının dünyaya ulaşana kadar çoktan sönmüş olabileceğini açıklamaya çalıştı. Işık yılının hızla değil mesafeyle ölçüldüğünü, bir yıldız ne kadar uzaktaysa o kadar yıl önceki halini görebildiklerini ve ardan geçen zamanda yıldızın karanlığa gömülmüş olabileceğini anlattı. Gözlerindeki şaşkın ifade çok komik görünüyordu. Aklına yatar gibi olsa da itiraz etti.

“Hiç böyle bir şey duymadım."

“Duymamış olabilirsin ama gerçek bu. Bu durumda yıldızların inandırıcılığı da ortadan kalkmış oluyor."

“Ben de kalanlara inanırım o zaman. Zaten sadece yıldızlar demek istemedim. Ben başka gezegenler ve onlarda yaşayan insanlar olduğuna inanıyorum. Neden tek olalım ki? Hem bir gün oradan dünyaya birileri gelecek ve biz de onların gezegenine gidebileceğiz."

“İşte bu hiç hoşuma gitmez."

“ Neden?"

“Bu dünyadaki insanlar bile bana fazla geliyor da ondan."

“O zaman şu an bomboş meydanın ve insansız bir şehrin tadını çıkartabilirsin."

“Nasıl?"

“Bisikleti al."

En son ne zaman bisiklete bindiğini hatırlamıyordu. Çocukluğundan beri ayağını yerden kesen araç gerece karşı bir tedirginliği vardı. Kayak yapamaz, paten kayamaz ve kaykay benzeri aletlerin üzerinde dengede durmayı deneyemezdi bile. Yine de bu teklif bir an için çok cezbedici geldi.

“Ben en son ne zaman bisiklete bindiğimi bile hatırlamıyorum."

“Baksana ortalıkta çarpacağın kimse yok. En fazla dengeni kaybedip düşersin. Onda da hızlı değilsen bir şeycik olmaz."

“Sahi deneyebilir miyim?"

“Evet. Tabii ki."

Heyecanlanmıştı. Kesinlikle heyecanlanmıştı. Kalbi hızlı atmaya, nefesi sıklaşmaya başlamıştı. Bunca yıl sonra bisiklete binecekti, üstelik Floransa’nın kalbinde hiç tanımadığı birinin hurdadan hallice bisikletine…

Merdivene yaslı duran bisikleti kendine doğru çekip, yönünü meydana doğru çevirdi. Selenin boyu ve direksiyonla arasındaki boşluk işini kolaylaştıracak gibi görünüyordu. Bisikleti bacaklarının arasına alıp pedala yüklendi ve aniden Vecchio Sarayı'nın önündeki geniş meydana doğru ileriye fırladı. Seleye iyice oturup pedallara usul usul basmaya devam ederken uçuyormuş gibi hissetti. Koskoca meydanda, Davut’un önünden geçip, çeşmelerin etrafından dolaşırken bunun yaşadığı en keyifli deneyimlerden biri olduğunu düşünüyordu. Ilık rüzgâr yüzüne vuruyor, meydandaki heykellerin, sarayın ve kulenin gölgesi üzerinde geziniyordu. Meydanın en uzak köşesine geldiğinde durup bir zafer edasıyla merdivenlerde oturup gülümseyen genç adama el salladı. Küçücük bir çocuk gibi bisikletin tepesinden inmek istemiyordu. Meydanda defalarca turladıktan sonra, bisikleti aynı yere yaslayıp neşeli bir ses tonuyla sordu:

“Şu senin bar hala açık olabilir mi acaba? Ne dersin?"

“Fikrini mi değiştirdin?"

“Tekrar değiştirmeden gitsek fena olmaz."

Toparlanıp kalktıklarında gidecekleri yere kadar bisikleti onun kullanabileceğini söyledi. Bunu duyduğunda sevinçten gözleri parladı ve hiç ikiletmeden direksiyonu kaptı. Bu defa Floransa’nın arnavut kaldırımlı caddelerinde, uzun bir kuşatma sonrasında şehri  fethetmiş bir imparatoriçe edasıyla ilerliyordu. Genç adam birkaç adım geriden yürüyerek kendisini takip ediyordu. Tek kelimeyle müthiş bir geceydi. Ponte Vechhio köprüsüne paralel  uzanan bir köprünün üzerinden geçip köşedeki barın önünde durdular. Kapanmıştı.  

“Karar vermekte gecikmişiz gibi görünüyor."

Hem onu buraya kadar getirip hem de kapıda kaldıkları için kendini mahcup hissetti. Ama ilk teklif ettiğinde kabul etmiş olsa kapanmadan yetişebilirlerdi.  Bu saatten sonra ya açık bir market bulup sokaklarda takılmaya devam edeceklerdi ya da vedalaşıp ayrılacaklardı.  Ara sokaklarda göçmenlerin işlettiği küçük marketler hafta sonları sabaha kadar açık oluyordu. Birkaç sokak ötedekine kadar yürüyüp sonra köprünün üzerine oturup şehri izleyebilirlerdi. Hala tedirgin görünen kadının bu teklifine evet diyeceğine emin değildi. Ya da bir kez daha evet diyene kadar ışıklar sönüp, gece güne dönmüş olabilirdi.

 “Eğer istersen içmek için bir şeyler alıp köprülerden birinde oturup geceye devam edebiliriz. Hala açık olabilecek bir yer biliyorum. Buraya çok uzak sayılmaz, gidip bakalım mı ne dersin?

“Acele edelim derim."

Ufacık köhne dükkan gençlerle dolup taşıyordu. Bu saatte şehirde açık olan tek market olmalıydı. Dolapta  kalan son birayı alıp iki plastik bardağa pay ettiler. Şehrin bu tarafı oldukça kalabalık ve turistik meydanların aksine ara sokaklar hala hareketliydi.

Birkaç sokak geçip tekrar nehir kenarına geldiler. Ponte Vecchio köprüsünden hemen sonraki köprünün en ortasında, duvarın üzerine oturup bacaklarını Arno nehrine doğru uzattı. Bir elinde plastik bir bardak diğerinde cips paketi vardı. Yüzündeki anlamsız gülümseme genç adamın dikkatini çekti.

“Neden gülüyorsun?"

“Çünkü halim çok komik."

“Komik olan nedir?"

“Sabaha karşı Ponte Vecchio’ya karşı oturmuş hiç tanımadığım biriyle aynı paketten patates cipsi yemeye çalışıyorum."

“Artık tanışıyor sayılmaz mıyız?"

“İsmini bile bilmiyorum. Sahi ismin ne?"

İkisi de gülmeye başladı.

“Stephano. Ya senin?"

“Selin."

Plastik bardakları birbirine dokundurup aynı anda tanıştıklarına memnun olduklarını söylediler.

Gece, şehir, köprü, bira ve bir yabancının bütünlediği gece çok güzeldi.  Stephano arada sırada başını gökyüzüne çevirip yıldızlara bakıyordu. O anlarda kafasında hala var olup olmadıklarına dair soru işaretleri belirdiğini düşündü. Acaba hangisi vardı, hangisi çoktan karanlığa gömülmüştü..? Bu geceye dair konuştukları onca şeyi ve birlikte geçirdikleri saatleri unutup gidecekti. Ama hayatı boyunca yıldızlara her baktığında onu anımsayacağına emindi.

Gün ağarmaya başlarken artık gitme vakti gelmişti. Kaldığı otel ve Stephano’nun  evi şehrin aynı yakasındaydı. Santa Maria Novella istasyonuna kadar birlikte gidebilirlerdi. Bisikleti yine büyük bir nezaketle kendisine doğru uzattı. Köprü ve istasyon arasındaki yol hiç bitmesin istediyse de beş dakika sonra istasyonun önündeki yol ayrımına gelmişlerdi. Bisikletten inip isteksizce sahibine bıraktı. Sayesinde hiç unutamayacağı bir gece geçirdiği genç adama minnettar hissediyordu. Yeşil gözlerine ve gülümseyen yüzüne baktı.

“Veda zamanı."

“Evet. Eğer bu gece sana sadece tek bir iltifat etme hakkım olsaydı şimdiye kadar gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip olduğunu söyleyebilirdim."

“Teşekkür ederim. Gece için, bira için ve en çok da bisikletini paylaştığın için."

Stephano  ona sıkıca sarılıp kendisi için de unutulmaz bir gece olduğunu söyledi ve bisiklete binip hızla uzaklaştı.  Bu onu son görüşüydü. Ne soyismini biliyordu ne de tekrar irtibatta olmak için bir iz bırakmıştı.

Birkaç adım ötedeki otele girerken, metal bir kafese benzeyen asansörde erkenci turistlerle selamlaştı. Kocaman bir tomar anahtarın arasından odasınınkini bulup kapıyı açtı ve üstünü değiştirmek için geniş gardırobun aynalı kapağını araladı. Gömleğinin üçüncü düğmesini açtığında şaşkınlıkla aynaya yansıyan siluetine baktı ve kendisini kocaman bir sersem gibi hissetti.  Bu gece Stephano’ya hatıra kalan tek şey yıldızların gizemli öyküsü değildi. Kolyesinin yerinde yeller esiyordu. Gülümsedi ve uzun bir günün sonunda derin bir uykuya dalmadan önce kendi kendine mırıldandı.
“Kırmızı bir bisikletle bir geceliğine de olsa şehrin imparatoriçesi olmak için değerdi…"

 

 

5 Ağustos 2016 Cuma

GEÇMİŞE ÖZLEM

Hafta iyi başlamadı. İki gündür nükseden rahatsızlığım yüzünden geceleri uykusuz, gündüzleri yarı uyur yarı uyanık geçirdim. Doktor ve tedavi fobim yüzünden kaçtıklarımın bir  gün beni  küt diye indireceğini biliyordum. Ve hala  doktor arkadaşlarım uzman meslektaşlarını önerip, tahlil detaylarını vs. anlatırken kafamda tek bir soru vardı:

 “Acaba kan testi isterler mi?"

 “O niye ki?"

 “İğneden korkuyorum ya."

 Gelen tepki netti.

 “ Yuh!"

Bu yuh bu yaşta bunca şey yaşayıp da iğneden korkuyor oluşuma mı yoksa yine her zamanki gibi büyük fotoğrafı es geçip iğneye takılmış olmama mıydı bilmiyorum. Sadece daha fazla fırça yememek için ses etmedim. Neticede kan istediler mi paşa paşa kolumu uzatmaktan başka çarem yoktu.

Geçen iki günün aksine bugün güzel bir sabaha uyandım. Yatağın her tarafı sırtımı ve bedenimin üst kısmını destekleyen geniş yastıklarla doluydu. Ağrılar yüzünden yatamıyordum, sürekli dik durmam gerekiyordu. Bir an için kendimi tarladan toplanıp, köy evlerinin odalarına doldurulmuş pamuk yığınlarının içinde gibi hissettim. Çocukluğumda bu yığınların üzerine çıkmışlığım vardı. O duyguyu biliyordum. Yüksektesin. Altındaki pamuklar o kadar yumuşak ki sanki havada asılı kalmış gibi hissediyor ama düşmeyeceğini bildiğin için çok eğleniyorsun. İncirliova Hacıaliobası köyünde kardeşimle bu pamuk  odalardan birinde çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Fotoğrafa renk katan eksik dişlerimden anlıyorum ki aşağı yukarı Deniz ile aynı yaştaymışız. Ben 8 Ece 4 gibi..O gün hafızamda yer etmiş ne güzel bir gündü. Geniş ve güzel ailemin her bireyini şimdilerde ne çok anıyor ve ne çok özlüyorum. Yer sofrasının etrafında bir bakır tepsi, etrafında evin adamları. Deveci Nuri, Mustafa enişte, Sert Ahmet, Damat Mehmet. Pencerenin kenarındaki sedirde güzeller güzeli Çerkez kadınları, çocukları ve torunları. Hangi birini ansam diğerinin hatırı kalır. Ve biz. Döşeğin bir kenarında kucak kucağa oturan gülen çocuk yüzlerimiz.

Yatağın içinde bu kareleri düşünüp biraz daha dik durmaya çabalarken açılan oda kapısından içeriye serin bir esinti doldu. Kapı çarpacak galiba deyip gözlerimi kısarken DY girdi içeri. "Ooo bu oda ne kadar da güzel esiyormuş, ama istersen kapıyı kapatalım daha da kötü olma," dedi. "Bırak," dedim. Bırak essin. Bilakis nasıl iyi geliyor. Sanki serince bir bahçedeymişim gibi essin. Hatta köydeki evin bahçesi bile olabilir yattığım yer. Evin çıkıntısındaki mutfak duvarından başlayan cılız bir asma, bahçenin ortasında bölüm bölüm ayrılmış topraklıkların içinde karanfiller, ortancalar. Bahçe kapısının yanında bir ocak. Ocak var mıydı sahi yoksa zihin oyunlarından biri mi tam olarak kestiremiyorum. Ama hafızamda hep kapının yanında kirece boyalı, küçük bir tepeciği andıran bir ocak varmış gibi.  Tabii yatağın üzerindeki ince beyaz pikeyi havalandıran bu esintinin bir kısmı da tavanda tam tepemdeki vantilatörün işiydi. Mahalle kıraathanelerinde asılı olan geniş kollu hem lamba hem vantilatör olanlar. Komik görünse de çok işe yarıyor.

Esintiyle birlikte burnuma biber kokusu geldi. Bildiğimiz, doğrarken ellerimize beyaz tohumlarının yapışıp kaldığı taze yeşil biber. Şu meşhur reklamdaki gibi olsaydı. “Muftakta biri mi var? “ Evet mutfakta biri olsaydı keşke. İncecik doğradığı biberleri domates ve bol zeytinyağı ile harmanlanmış koca bir tabak kesik ile buluşturup çingen pilavı yapsaydı. İşte bu tartışmasız en sevdiğim anlardan biridir. Domates ve biber olmasa bile olur hatta. Taze ekmeğin kabuğunu tabağa bandırdın mı, kesikten damlayan zeytinyağı ağzını sulandırır. Aman nerden geldi aklıma sabah sabah. İstanbul'da da bulunmaz, mümkün değil. Sofrada taze ekmek, az tuzlu acımsı sele zeytin ve iyi demli bir bardak çay olsaydı. Bir de yumurtaları tokuşturmak için biri. Annem mesela...Ne iyi olurdu.

 

 
Hafta iyi başlamadı. İki gündür nükseden rahatsızlığım yüzünden geceleri uykusuz, gündüzleri yarı uyur yarı uyanık geçirdim. Doktor ve tedavi fobim yüzünden kaçtıklarımın bir  gün beni  küt diye indireceğini biliyordum. Ve hala  doktor arkadaşlarım uzman meslektaşlarını önerip, tahlil detaylarını vs. anlatırken kafamda tek bir soru vardı:

 “ Acaba kan testi isterler mi?

 “ O niye ki?

 “ İğneden korkuyorum ya.

 Gelen tepki netti.

 “ Yuh!

Bu yuh bu yaşta bunca şey yaşayıp da ığneden korkuyor oluşuma mı yoksa yine her zamanki gibi büyük fotoğrafı es geçip iğneye takılmış olmama mıydı bilmiyorum. Sadece daha fazla fırça yememek için ses etmedim. Neticede kan istediler mi paşa paşa kolumu uzatmaktan başka çarem yoktu.

Geçen iki günün aksine bugün güzel bir sabaha uyandım. Yatağın her tarafı sırtımı ve bedenimin üst kısmını destekleyen geniş yastıklarla doluydu. Ağrılar yüzünden yatamıyordum, sürekli dik durmam gerekiyordu. Bir an için kendimi tarladan toplanıp, köy evlerinin odalarına doldurulmuş pamuk yığınlarının içinde gibi hissettim. Çocukluğumda bu yığınların üzerine çıkmışlığım vardı. O duyguyu biliyordum. Yüksektesin. Altındaki pamuklar o kadar yumuşak ki sanki havada asılı kalmış gibi hissediyor ama düşmeyeceğini bildiğin için çok eğleniyorsun. İncirliova  Hacıaliobası köyünde kardeşimle bu pamuk  odalardan birinde çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Fotoğrafa renk katan eksik dişlerimden anlıyorum ki aşağı yukarı Deniz ile aynı yaştaymışız. Ben 8 Ece 4 gibi..O gün hafızamda yer etmiş ne güzel bir gündü. Geniş ve güzel ailemin her bireyini şimdilerde ne çok anıyor ve ne çok özlüyorum. Yer sofrasının etrafında bir bakır tepsi, etrafında evin adamları. Deveci Nuri, Mustafa enişte, Sert Ahmet, Damat Mehmet. Pencerenin kenarındaki sedirde güzeller güzeli Çerkez kadınları, çocukları ve torunları. Hangi birini ansam diğerinin hatırı kalır. Ve biz. Döşeğin bir kenarında kucak kucağa oturan gülen çocuk yüzlerimiz..

Yatağın içinde bu kareleri düşünüp biraz daha dik durmaya çabalarken açılan oda kapısından içeriye serin bir esinti doldu. Kapı çarpacak galiba deyip gözlerimi kısarken DY girdi içeri. Ooo bu oda ne kadar da güzel esiyormuş, ama istersen kapıyı kapatalım daha da kötü olma dedi. Bırak dedim, bırak essin. Bilakis nasıl iyi geliyor. Sanki serince bir bahçedeymişim gibi essin. Hatta köydeki evin bahçesi bile olabilir yattığım yer. Evin çıkıntısındaki mutfak duvarından başlayan cılız bir asma, bahçenin ortasında bolum bolum ayrılmış topraklıkların ıcınde karanfıller, ortancalar. Bahçe kapısının yanında bir ocak. Ocak var mıydı sahi yoksa zihin oyunlarından biri mi tam olarak kestiremiyorum . Ama hafızamda hep kapının yanında kirece boyalı, küçük bir tepeciği andıran bir ocak varmış gibi.  Tabi yatağın üzerindeki ince beyaz pikeyi havalandıran bu esintinin bir kısmı da tavda asılı duran, tam tepemdeki vantilatörün işiydi. Mahalle kıraathanelerinde asılı olan geniş kollu hem lamba hem vantilatör olanlar. Komik görünse de çok işe yarıyor.

 Esintiyle birlikte burnuma biber kokusu geldi. Bildiğimiz, doğrarken ellerimize beyaz tohumlarının yapışıp kaldığı taze yeşil biber. Şu meşhur reklamdaki gibi olsaydı. “ Muftakta biri mi var? “ Evet mutfakta biri olsaydı keşke. İncecik doğradığı biberleri domates ve bol zeytinyağı ile harmanlanmış koca bir tabak kesik ile buluşturup çingen pilavı yapsaydı. İşte bu tartışmasız en sevdiğim anlardan biridir. Domates ve biber olmasa bile olur hatta. Taze ekmeğin kabuğunu tabağa bandırdın mı, kesikten damlayan zeytinyağı ağzını sulandırır. Aman nerden geldi aklıma sabah sabah. İstanbul da da bulunmaz, mümkün değil. Sofrada taze ekmek, az tuzlu acımsı sele seytin ve iyi demli bir bardak çay olsaydı. Bir de yumurtaları tokuşturmak için biri. Annem mesela..Ne iyi olurdu.

 

 

28 Temmuz 2016 Perşembe

KUZEYDE SON ŞARKI


Haziran ayında, ocak ayazını yaşatan korkunç fırtınadan korunabilmek için bulduğu ilk kuytu köşeye sığınmıştı. Durmadan yağan yağmur üstünü başını sırılsıklam etmiş, ıslaklık çamaşırlarını geçip iliklerine kadar işlemişti. Daha fazla üşümektense çok da uzun olmadığını umduğu tünelden geçerek yolunu kısaltmak isabetli olurdu. Gecenin karanlığında, iki eski apartmanın arasındaki daracık tünelde yürümeye başladı.

Kollarını iki yana açmış; el yordamıyla duvarlara tutunarak dengesini korumaya, arada bir sağa sola yaslanarak tünelin çıkışını bulmaya çalışıyordu. İçindeki korkuyu savuşturmak için aklına neşeli bir şeyler getirmeye, kendini avutmaya çalıştı.  Ilıman iklimlerden kopup gelen rüzgarın saçlarını okşadığını düşündü ve gülümsedi. Sonra rüzgarın taşıdığı narenciye kokularını, gittiği her yere beraberinde götürdüğü derin kara gözlü adamla paylaştığını düşledi. Onu tünelin sonunda bekliyor olmalıydı. 

Rüzgar, kokular hatta hangi şarkının kavuşma anına şahitlik edeceğini düşünürken aniden, birinin sol elini bileğinden tuttuğunu hissetti.  Gözleri zifiri karanlıkta hiçbir şeyi göremez olmuştu. Bütün dünya bir anda derin bir karanlığa büründü. Sadece tenindeki ağırlığı ve bileğine sıkı sıkıya yapışmış parmakların dokunuşunu hissediyordu.  Elini kurtarabilmek için çırpındıkça canı daha çok yanıyordu.

Diğer eliyle bileğini kavrayan parmaklara dokundu. Çok soğuk ve taş kesilmiş gibiydiler. Sonra eliyle  yavaş yavaş yukarıya doğru ilerledi.  Usulca, meçhul adamın bileğini ve kolunu geçip omzunda durdu. Omzunun olduğu noktaya bakılırsa, karanlıkta göremediği adam kendisinden bir karış kadar uzundu.  Dokunmaya devam etmesini istermiş gibi yakınlaştığını hissetti. Nefesi yüzünde, kalp atışları göğsünün üstündeydi. İçindeki merak korkuyu bastırmıştı. Omzundan boynuna geçip parmak uçlarıyla çenesine, elmacık kemiklerine ve burnuna dokundu. Zihninde yüzünün haritasını çıkarmaya çalışıyordu. İki kaşının ortasından keskin bir bıçak gibi uzanan sivri bir burnu,  geniş bir alnı ve parmaklarına paslı iğneler gibi batan seyrek sakalları vardı.  Elini aşağı indirirken bileğindeki ağırlık biraz hafifler gibi oldu. Sonra içindeki tedirginliği yok eden, bildik bir ses duydu.

“Nereden  geliyorsun?"

Kuzeyden geliyordu kadın. O çok sevdiği balıkçı kral ile bir kez daha rastlaşabilme umuduyla sırtını denize yaslamış küçücük bir denizkızının şehrinden.

Güneyden geliyordu adam.  Yağmurlu bir akşamüstü, oltasını yavaşça suya bırakırken düşlerini süsleyen ürkek bir denizkızıyla tanıştığı, deniz ve kumsalın kavuştuğu yeri cennet kapısı belleyenlerin şehrinden.

Yönleri gibi, iklimleri de ayrıydı.

Sağ elini, adamın başının sol yanından aşağıya doğru indirdiğinde dehşete kapıldı. Diğer omzunun olduğu yerde anlamsız bir boşluk vardı ve eli havada asılı kalmıştı. Bu defa elini göğsünün üstüne koyup usulca gezdirmeye başladı. Kalbinin üç parmak aşağısı nemli bir çukurluktu. Elini korkuyla geri çekti. Bileği hala adamın parmaklarının arasındaydı. Derin bir nefes alıp elini biraz daha aşağıya doğru kaydırdığında parmakları yapıp yapış oldu. Birbirine karışan kan ve irin kokusuyla sarsıldı.

“Sen kimsin?" diye fısıldadı kadın.

Birkaç saniye süren sessizlikten sonra  tünelde puslu bir ses yankılanmaya başladı;

I saw you dancing out the ocean
Seni gördüm, okyanusun kenarında dans ederken

Running fast along the sand
Kumsal boyunca koşarken

A spirit born of earth and water
Toprak ve sudan doğmuş bir ruh

Fire flying from your hands 
Senin ellerinden uçup giden bir ateş

Adam şarkıyı mırıldanırken kadın elini bileğini tutan elin üzerine koydu. İyice kavradı. Bu sesin sahibi ona yıllar evvel  tutmak ve kavramak arasındaki farkı öğretmişti.  Tıpkı aidiyet duygusunu ve inançlarını yitirdiğinde, biriyle olmakla, birine ait olmak arasındaki farkı öğrettiği gibi.

Gittiği yerde başına bir şey gelirse, başka bir dünyada kavuşacaklarına emindi. Bir vedayı hak ediyorlardı. O anı düşündüğünde sebepsizce zihninde beliren şarkı şimdi ne başını ne de sonu göremediği tüneli çınlatıyordu. Tünel bu gece kuzeyin tüm ışıklarını bir bir söndürmüş, mekanları süsleyen irili ufaklı mumlara üflemiş ve tüm dünyayı derin bir karanlığın içine çekmişti. Uzun günler yerini sonsuz gecelere bırakmıştı. Ufacık bir teselli aradı.

Rüyalar gerçek olmasa da, unutulmak istenen gerçekler kötü bir rüya olabilirdi belki.
Kuzeyden geliyordu kadın,  güneyden geliyordu adam. Güneyin en doğusundan...

Artık iklimleri gibi alemleri de ayrıydı.


17 Mayıs 2016 Salı

#yirmidortsaat #sitem

“ Günaaaaaydıııııınnnn Cizre ”

Güneş yüzünü göstereli saatler olmuş, yine de gecenin karanlığı, kasveti pılını pırtısını toplayıp gidememişti.  Bir ufacık aydınlanma, belki sebepsiz bir tebessüm için genç kadın telefonun diğer ucundan böyle seslenmişti  bu sabah.

Bu coşkulu selamlamaya karşılık,  Ali her zamanki sakinliğiyle sakinliğiyle günaydın diyebildi sadece. Yalın, ruhsuz baştan savma bir günaydın.

 Memleket yangın yeriyken sorulacak en saçma soruyu sordu sonra.

“ Asayiş berkemal mi? “

- Genç bir askeri sakinleştirmeye çalışmak dışında bugün ortam sakin. Geceden beridir merdiven boşluğunda yere çöküp için için ağlayan, civar köylerden gariban bir çocukcağız.  Geçen hafta on yedisindeki kız kardeşi anasına babasına kızıp dağa kaçmış. İki gecedir ağır bombardıman var. Dağlarda delik kovuk bırakmadan sığınaklar ateşe veriliyor.  On kilometre ötede yanan meşe ağaçlarının kokusu buraya kadar geldiğinde kardeşimin saçları tutuştu diye kendini yerden yere attı.

- Belki evine geri dönmüştür, pişman olmuştur. Hem insan ne diye ailesine kızıp yirmilik masumları öldürmeye, ölmeye gönüllü olur? Çocuk oyuncağı mı bu?

 - Sevdiğine vermemişler kızı. Pişman olacak kadar zamanı olabildiyse çoktan geri dönmeye çalışıyordur…Yoksa geçmiş olsun.

Bütün bunlara neyin sebep olduğunu anlıyorsun değil mi dedi.

- Anlıyorum, aptallık.

Hayır, aşk dedi kadın.

İkisi de aynı değil mi zaten dedi adam.

Kadın sustu.

Bana güzel bir şey söyle dedi usulca.

- Bu kadar coşkun akan dere görmedim hiç. Bu çorak coğrafyanın ortasında, içinde yüzlerce renk taşıyor gibi akan sayısız su pınarı var. Görsen şaşırıp kalırsın. Araçtan inip elimi suya değdiremedim ama öyle güzel öyle temizdi ki bir an için her şeyi unutturdu.

Belki bir gün, ortalık sakinleşince birlikte gideriz dedi, hala birkaç güzel söz duyabilmeyi ümid ederek…

Ali sustu bu defa.

Derin bir sessizlik hattın iki ucunu da delip geçerken,  içinden gelen sesi daha fazla bastıramayarak mırıldandı:

- Biliyor musun, benim de saçlarım tutuştu. Hem de çok uzun zaman önce ve senin hiç haberin olmadı.

Ali söylediklerini duymuştu.

Aniden odanın her yanına ateşler saçan bir yıldırım düşmüş gibi darmaduman oldu etrafı. Baktığı her yer yanıyordu, bütün eşyalar gözünde alev topuna dönmüştü. Onca çatışmanın ortasında kalmış, nice şehirlerin yerle bir olduğuna şahit olmuş ve aynı teşkilatta omuz omuza görev yaptığı insanlar tarafından sırtından vurulmuştu ama hiç bu kadar aciz hissetmemişti.  Ne diyeceğini bilemedi. Sol elindeki ince alyans etinin içine geçene kaçar yumruğunu sıktı. Kaşları çatık, bakışları öfke bürülüydü. Sonra en iyi bildiği şeyi yaptı. Yıkılmışlığını ve öfkesini yok sayıp içinden fışkıran büyük kelimleri yuttu. Sesini alçaltarak, usulca sordu :

- Peki ya ellerin? Ellerin de tutuştu mu?

 

12 Mayıs 2016 Perşembe

ACI DEDİĞİN NEDİR Kİ?


İşkence müzesinin merdivenlerinden ürkek bir serçe gibi iniyorum. Her an pırr diye gerisin geri kaçıverecek kadar da temkinliyim.  Sanki daracık taş merdivenden iner inmez siyahlara bürülü, eli baltalı bir cellat kolumdan tutup beni derin ve karanlık delhizlere tıkıverecek. Günler ve geceler boyunca sesimi kimselere duyuramayıp ya soğuktan ya da açlıktan son nefesimi verip yok olup gideceğim. Eyvahlar olsun!  Zaten benim gibi iğneden bile korkan, kan görünce fenalaşan, acı eşiği son derece düşük birinin burada ne işi var?

Her şeyin sorumlusu içimdeki bitmez tükenmez merak. Daha görülecek çok yer, tanışılacak çok insan ve yaşanacak çok ilk var derken hooop kendimi böyle uzak bir diyarda, yüzyıllarca hapishane olarak kullanılmış sevimsiz bir köşede buluveriyorum . Hem zaten tüm deneyimlerin eğlenceli olduğunu da kim söylemiş ? Hatta bazıları can yakıcı bile olabilir. Artık bahtımıza ne çıkarsa.

 Hemen mekâna dair felsefi bir yorum yapıp içeriye girebilmek için kendimi cesaretlendiriyorum.  " Bedensel acı dediğin nedir ki? Mühim olan ruhumuzdaki kapanmaz yaralar. Üfleyince geçmeyenler…"

Peki , itiraf ediyorum ki  bu felsefenin geçerliliği kemikleri birbirinden ayıran gerçek bir düzenekle tanışına kadar geçerli oldu. Doğal olarak tüm araç gereç, o dönemde temin edilebilen ahşap, demir gibi materyallerden yapılma. İlk bakışta ne işe yaradığı anlaşılamayan mekanizmalara, ucu sivriltilmiş kalın kütüklere, altında ateş yakılan bronz levhalara yaklaşıp uygulamanın detaylarını okuyunca koşarak kaçma hissi uyanıyor. Büyük, küçük her türlü suç için geliştirilmiş bir ceza tekniği var. Hiçbir şey es geçilmemiş.  Ayyaşlık edip ahaliyi rahatsız edenin içine kilitlendiği bir şarap varili de mevcut, kavgaya karışmış kadınları boyunlarından birbirine bağlayıp bir süre yüz yüze bakmalarını zorunlu kılan bir boyunluk da. Düşünsenize en nefret ettiğiniz kişi günlerce en mahrem anlarınızda bile burnunuzun dibinde oluyor ! Gel de bir daha kavga etmeye yelten.

Sonradan öğrendiğime göre Avrupa toplumlarındaki bu acımasız cezalandırma mekanizması sayesinde suça yönelim oldukça sınırlıymış. Şimdilerde bile geçmişten gelen bu caydırıcılığın etkili olduğu söyleniyor.

Daha ağır suçlar için hayal gücünün sınırları zorlanmış. Gününüzün geri kalanını ziyan etmemek için çok detaya girmeyi uygun bulmuyorum.  Bu çarpıcı ziyarette galiba beni en çok etkileyen şey, vahşet söz konusu olduğunda insanoğlunun sahip olduğu sınırsız yaratıcılık oldu. Hangi ruh sağlığı yerinde insan oturup böyle aletler icat eder diye düşündüm.  Anatomi bilgisi şart, birilerinde test etmek ve kullanıma uygunluğu konusunda emin olmak da lazım. 

Eğilip ufacık metal levhalardaki detayları okuyunca benim kendime gelmem çok kolay olmadı. Çıkışta keyfim yerine gelsin diye hatırı sayılır miktarda çikolata ile haşır neşir olurken tekrar düşündüm;

Sahiden acıyı kelimelere sığdırıp tarif edebilmek mümkün müydü?

2 Mayıs 2016 Pazartesi

#yirmidortsaat #kayıp



Gece uykuya dalarken kafası bomboş olan, sıradan rüyalar gören, gözlerini açtığında sadece o gün ne giyeceğini düşünen insanları kıskanıyorum ne zamandır. Arabayı kullanmak için sol yerine sağ koltuğa oturmayan, aynı gün aynı çantayı üç ayrı yerde unutmayan aklı hala başında olan insanlar.  Kahve alırken kasanın arkasından gülümseyerek para üstü uzatan kızın yüzündeki ifade bile canımı sıkıyor. Aynı anı yaşıyor görünsek de, uzun zamandır etrafımdakilerle aslında çok başka yerlerde olduğumuzu biliyorum.  Dünya dönmeye devam ederken, zamansız bir kapsülün içinde asılı kalmış gibi durmaktan ve bariz bir şekilde  hayatın akışına uyum sağlayamamaktan yorgunum.

Kıskandığım sıradan insanlar… Yanımdan gelip geçen, tren gişesinde bilet almak için sıra bekleyen, neşe içinde sohbet eden, bir köşede sessizce oturup ellerindeki renkli ekranlara dalıp giden insanlar. Hepsi etrafımı saran ama incecik bir tülle ayrılmışız gibi duran tanıdık tanımadık onlarca yüz. Gördüğüm, duyduğum ama sadece uğultularını fark edebildiğim, ağızlarından çıkan çoğu sözcüğü algılayamadığım gündelik hayatıma dahil olan insanlar. İstasyonda, metroda, ofiste, sokaklarda, her yerdeler. Peki ya ben nerdeyim?

 

 

29 Mart 2016 Salı

HAYALET AŞKLARA


Bir kücük ilham istedim. "Olympias" diye fısıldadı kulağıma Dante. Ben de yazdım...Buyurunuz, işte valizimden çıkanlar.

Tanrıçaydı bu gece boylu boyunca yatağında uzanan kadın. Olympias ismini vermişti ona kara gözlü keskin bakışlı adam.

"Ah Olympias, önünde diz çökmeye ve iman tazelemeye geliyorum bekle beni olduğun yerde.

Cesedimi rüzgarla savrulan altın sarısı başakların arasında bırakıp geliyorum. Güneşi, ayı, yıldızları ve tüm ihtişamıyla gelen geceyi gözlerine sığdırmak için diz çökmeye de ölmeye de değer. Nasıl olsa bedenim ateş, kanım buhar olduğunda senden doğup, hükmettiğin mevsimlerin en güzelinde tekrar sana dönmeyecek miyim?
Bu gece saatler süren bir ayinin yorgunluğu var üzerimde. Sen tahtından göğe doğru yükselip uçuşan eteklerinle raks ederken, uzaktan çok uzaklardan seni izledim sessizce. Başımı döndüren bir şarkı çınladı kulaklarımda sözlerini hiç bilmediğim. Bir kahve, bir karanfil kokusu akıp gitti merdivenli taş sokaklar boyu. Ve bin yıllık krallığın kadınları alay ettiler benimle kendi sefil hallerine dönüp bakmadan!

Senin yanaklarındaki kızartı ise şaraptandı. Belki biraz da söz geçiremediğin bahardan, kim bilir...

Şimdi sen yanı başımda öylece uzanırken, gözlerin kapalı, dudakların hiç olmadığı kadar suskun. Sahiden de son nefesimi verip cennete mi gittim yoksa cenneti bana sen mi getirdin Olympias? Belki senin cennetin de bende saklıdır. Henüz keşfedilmemiş, kutsanmayı bekleyen topraklarla örtülüdür üstümüz belki bu gece.

Tapınakları süsleyen bronz heykellere benziyor bedenin, gözlerimi kamaştırıyor teninin ışıltısı. Bakamıyorum. Sol elimi çıplak omzuna dokundurduğumda bembeyaz pürüzsüz bir mermer gibi kayıyorsun ellerimden.Tutamıyorum..."

20 Mart 2016 Pazar

SEN DE HAKLISIN


Benim üç komşu birbiriyle oldum olası anlaşamaz. Hepsi birbirinden şikâyet eder durur. Alttaki üstekinin buyurgan hallerinden hiç haz etmez, üstteki de alttakinin tam bir baş belası olduğunu düşünür. Ortadaki ise ikisinin sürekli sorumsuzca çekişip kendisini rahatsız ettiğine söylenir.  Ben de hep arada kalır, ortalığı idare etmeye çalışırım. Birinden birinin gönlünü hoş etmezsem başımın ağrıyacağını bilirim. Geçenlerde sakince bir zamanda,  hepimiz bir aradayken biliyor musunuz bu ara çok yorgunum dedim. Demez olsaydım. Üçü birden karşıma geçip isyan bayrağını çekmez mi? Meğer eteklerindeki taşları döküp saçmaya fırsat kolluyorlarmış. Hep çekişirlerken bu defa bana karşı ağız birliği yapmış gibi dikildiler karşıma.  Başladılar teker teker dert anlatmaya. Tabi yine birbirilerine sataşmaktan da geri durmadılar.

Orta kattaki diğer ikisine göre nispeten daha kendi halindedir. Çok zor duruma düşmedikçe pek sesini yükseltmez. Ama çığlık atmaya başladı mı da vay halime!  En sonunda o bile isyan etti. Durup dinledim derdini.  Bir değil beş yerden iflasın eşiğindeyim diye başladı söze. Aşağıdakiyle yukarıdakinin itiş kakışından bıktım, eninde sonunda olan bana oluyor, sen de hiç durup beni dinlemiyorsun ne haldeyim sormuyorsun bile dedi.  Haklısın dedim, epeydir ilgilenemedim seninle.  Üstelik ömür boyu bir arada olmaya mecburuz. Sen ne kadar iyiysen ben de ancak o kadar iyi olabilirim bunun farkındayım.  Kalktım doktorlara götürdüm.  Hiçbir faydası olmasa da biraz gönlü olsun, ihmal edilmişliğini unutsun dedim. İlaçlarını almadıktan sonra ne anlamı var diye mırın kırın etti. Sevmiyorum o kimyasal kapsülleri ama güzel hatırın için eczaneye uğrarız dedim. Üç hafta sonra mı diye dalga geçti. Test sonuçlarını beş ayda aldığına göre senden pek umudum yok diye ekledi.  İyi ki bir test sonuçlarını almadık, yıllarca başıma kakarsın dedim. Valla sen bilirsin sonuçlarla alakan yoksa rutin testlerle beni de kendini de hiç yorma her tarafımı mosmor ettiğine değmez dedi. Yine başa dönmüş olduk. Onunla didişmekten hiç hoşlanmıyordum çünkü en sonunda istediğini yapmaya mecbur kalıyordum.  Hem de en beklemediğim, en uygunsuz zamanlarda! Bundan sonra elimden gelenin en iyisini yapacağıma söz verdim. Hatta daha iyi beslenip daha fazla hareket edeceğim dedim ve zor da olsa bedenimle barışmış olduk.

Sonra üst kattakini oturttum karşıma. Ee sen anlat bakalım senin isyanın neye, gene neye takıldın dedim.  Lanetliği üstündeydi,  bilmiş bilmiş baktı suratıma. Bu aşırı ciddi hallerine ben de gıcık oluyordum. Ne zaman frene basmak istese aynen bu tavrı takınıp, en sonunda da aman ne haliniz varsa görün diyerek uzaklaşırdı.

Günlük işim gücüm, hesap kitabıma zaten zor yetişiyordum bir de yeni yeni icatlar çıkartıyorsun başıma dedi. Ne kadar gereksiz, olmaz da olmaz dediğim şey varsa bulup getirip kucağıma bırakıyorsun diye söylendi. Valla hiç kusura bakma dedim. Yolları şaşıran, en önemli toplantılarda isimleri unutan,  ikiyle ikiyi çarpamayan sensin. Ortamı biraz yumuşatmak için, yoksa yaşlanıyor musun diye takıldım. Ben yaşlandığımın farkındayım ama aşağıdaki için aynı şeyi söyleyemem diye laf çarptı. Yüzüme dik dik baktıktan sonra, hem ben yorgunsam bu bile alt kattakinden ötürü diye homurdandı.  Bir kez olsun sözümü dinletemediğim gibi, beni yerli yersiz meşgul etmekte üstüne yok. Sen de zaten hep onun tarafını tutarsın. Akıl mantık bir yana varsa yoksa duygular, sezgiler hep boş işler.  Hayır, boşu boşuna konuşuyorum,  en çok ona canım sıkılıyor. Herkes başına buyruk hareket edecekse ne diye hala bu apartmanda oturuyorum onu anlamadım. Sonra gelip şöyle oldu, böyle oldu diye sızlanıp çözüm üretmemi de beklemeyin.  Bir işe soyunurken akla saygı yoksa sonucuna da katlanıverin bir zahmet. Bıktım artık o asinin arkasını toplamaktan. Sonra orta kattakine de söyle, aşağıdaki kötü durumda, kendini sağa sola savurup benim de ayarlarımı bozdu, gözünü seveyim şuna bir yol göster diye kapımı çalmasın. Vallahi biraz daha yüklenirseniz beş seneye ben senin ismini, sen de benim varlığımı unutursun haberin olsun dedi. Merak etme deyip sırtını sıvazladım. İkimiz baş başa dinleneceğiz, hem de senin en sevdiğin yerde. Aşağıdakinin de kulağını çekeceğim söz. Son söylediğime pek inanmış görünmedi ama bir şekilde beynimin de gönlünü almış oldum.

Sıra geldi sonuncuya. Diğer ikisinin dolduruşuna geldim. O ağzını bile açamadan, verdim veriştirdim. Aferin dedim sana. İyi halt ettin bak. Senin yüzünden herkesle papaz oldum. Orta kattaki de, yukarıdaki de senden şikâyetçi.  Bütün huzurumuzu kaçıran senmişsin. Son zamanlarda başımıza gelenlere bak. Üst kattaki kendinden geçmiş, evimin yolunu bile bulamıyorum.  Ortadaki desen senin yüzünden ilgi bekliyor. Heyecan, telaş, panik kaldıramıyoruz artık. Biraz söz dinlesen olmaz mı diye söylendim. Şöyle önceden olduğu gibi sakin sakin atsan, gül gibi geçinip gitsek, ne diye rahatımızı kaçırıyorsun sanki. 

Her zamanki gibi asiydi. Kimseye pabuç bırakacak bir hali de yoktu. Herkes kendi işine baksın, kimse kimseyi yönetmeye kalkmasın dedi. Ben sanki çok mu meraklıyım yerimden fırlayıp oraya buraya savrulmaya diye hiddetlendi. Bir gün nefes nefese kalıp, ertesi gün paramparça olmaya çok mu meraklıyım sanıyorsun. Bak yukarıdaki bilmez bunu, onun tuzu kurudur. Kendi ördüğü duvarların içinde güvendedir. Oturduğu yerden şunu yap bunu et demeyi bilir o kadar.  Ben olmasam bu apartman yaşanılabilir bir yer olur muydu? Ruhsuz, duygusuz sadece nefes alıp veren, gündelik işleri çözebilecek kadar düşünen bir robota dönüşmeyi mi tercih ederdin? Hayallerinin peşinden koşman için seni kim cesaretlendirirdi? Yukarıdaki mi? Güldürme beni. O sana ancak birkaç uyduruk matematik hesabı yapıp, ne gerek var ile başlayan cümleler kurar ve sonunda hayal kırıklığına uğrarsın diyerek ellerini bağlardı. Oysa ben başıma geleceklere razı olarak seni hep cesaretlendirdim. Başka türlü yaşadığını hissedemezdin. Sonunda yukarıdaki çokbilmişin haklı çıkacağını bilsek bile bazen belki de duymamazlığa gelmemiz gerekiyor. Dediği gibi hayal kırıklığına uğrayıp, benimle günlerce konuşmayacağın ihtimalini de kabul ederek söylüyorum sana bunları. Çünkü risk alabilecek bir tek ben varım. Yarın öbür gün sen dâhil herkes faturayı bana kesse bile değişemem. Emin ol sen de çok canın yansa bile değişmemi istemezsin dedi. Durup düşündüm.  İstemezdim evet, haklıydı. Az önce sana çıkıştığım için kusura bakma dedim. Ben yukarıdakileri idare ederim ama sen yine de en üst kattakinin söylediklerin kulak arkası etme. Bazen dışarıdan bakan birinin öngörülerine yüz çevirmemek gerekir. İstersen yine bildiğini oku ama onu en azından bir kerecik dinle dedim. Yüzüme bakıp gülümsedi. Söylemek istediğini anladım, sen de haklısın dedi. Dinleyeceğine söz verdi. Kalbimle de kucaklaşıp herkesle işi tatlıya bağlamış olduk.