16 Ağustos 2016 Salı

KIRMIZI BİSİKLET


“ Kaç şehir girdi aramıza sayamadım. Kaç baştan çıkartıcı iklim, kaç davetkar yüz gelip geçti kim bilir…Günler haftalara, geceler aylara karıştı. Ve an oldu, gelip yine dizinin dibinde oturup sana yasladım sırtımı. Bir kez daha beni serseme çeviriyor dediğim bu meydanda, yenilendiğim tazelendiğim yerdeyim.
Dün gece aynı saatlerde günün kavurucu sıcağı içine işlemiş taşlara oturup başımı göğe çevirdiğimde burası evimin salonu gibi demiştim. Tepemde yükselen kule yemek masamın üzerindeki avize, etrafımı saran heykeller oraya buraya kondurduğum tablolar gibiydi. Öyle bir rahatlık, öyle derin bir huzurdu her yanımı kaplayan. Ayaklarımı boylu boyunca uzatıp, birkaç saatliğine de olsa görünmez olabilmeyi diledim. Sonra etrafımdaki herkes bir bir yok olup gitti ama ben bir türlü yerimden doğrulup otelin yolunu tutamadım. Bu şehirde, bu meydanda beni kendine çeken bir büyü var sanki. Ben uzaklaşmak istedikçe görünmez eller kollarıma yapışıp, hayali sarmaşıklar dolanıyor ayaklarıma…

Sırtını merdivenlerin kenarındaki taş duvara yaslamış, elindeki parlak ekrana dalıp gitmişti. Yazdığı son cümlenin sonuna üçüncü noktayı da iliştirmişti ki karanlığın orta yerinden fırlayıp aniden burnunun dibinde bitiveren bisikletin gürültüsüyle irkildi. Meydanın diğer köşesinden pedal çevirerek gelen genç bir adam sert bir frenle taş merdivenlerde oturan kadının önünde durdu. Onu korkutmuştu! Olduğu yerden hafifçe doğrulup, göz ucuyla hala açık olan dondurmacının köşesinde bekleyen polis arabasının yerinde durup durmadığına baktı. Üstünde fazla para yoktu. Çantasını isterse hemen verebilirdi. Telefonu zaten elindeydi,  fark ettirmeden cebine koyabilirdi. Kafasından birkaç saniye içinde onlarca düşünce geçerken, karanlıkta yüzünü seçemediği adam bisikletin üzerinden eğilip anlamadığı bir lisanda bir şeyler söyleme başladı. Meydanda kimsecikler yoktu. Bir başkasıyla konuşuyor olamazdı. Onu anlamadığını belirtmek için başını sağa sola salladı. Genç adam geniş bir gülümseme ile karşılık verdi.  Ufak tefek birine benziyordu, pek de korkulacak bir hali yok gibiydi. İnce yüz hatlarını gizleyen seyrek sakalları vardı ve başına ressamların taktıklarına benzer siyah bir şapka kondurmuştu. Bisikleti de pek döküntü bir şeye benziyordu. Kırmızı rengi solmuş, yer yer boyaları dökülmüş ve selenin arkasındaki çamurluğun üzerine iki küçük pet şişe bağlanmıştı.  Ne diye gecenin bu saatinde burnunun dibinde bittiğini merak etti. Kılığına, ayakkabılarına bakınca bu saatte sigara, çakmak ya da birkaç kuruş için dilencilik edecek birine benzemiyordu. Tekrar konuşmak için eğildiğinde koyu renk saçların ve seyrek sakalların arasından parlayan yeşil gözlerini gördü. Dikkatlice yüzüne bakıyordu.  Birden bisikletin üzerinden atlayıp aşağı indi,  tek pedalı merdivenin en alt basamağına yaslayıp yanına oturdu ve konuşmaya başladı ;

“Biliyor musun, bu gece hayatımın en berbat gecesi."

Koca meydanda onca yer varken davetsizce gelip dibinde bitmesine ve emrivaki bir sohbete başlamış olmasına kızdı.

“O zaman şanslı sayılırsın. Takvime göre yılın en kısa gecelerini yaşıyoruz."

Genç adam sadece basit bir  “neden?”  sorusu beklerken aldığı cevaba şaşırmıştı. Başını çevirip yüzüne daha dikkatli baktı. Kesinlikle ilginç birine benziyordu. Kendisine kızmış mıydı yoksa konuşmaya devam etmek için böyle garip bir şey mi söylemişti kestiremedi. Şansını denemeye devam etmek istedi;

“Hayatın kendisi başlı başına bir şans. Sadece bir kısmı iyi şans bir kısmı da kötü şans. Öğrenci misin?"

Karanlıkta yaşımı pek seçemiyor herhalde diye düşündüyse de bu soru genç kadının pek hoşuna gitti.

 “Hayır. İş için buradayım."

“Sokakta sabahladığını görünce pek de bir işin varmış gibi gelmemişti bana. Ne iş yapıyorsun?"

“Bir gazetenin hafta sonu ilavesine gezi yazıları yazıyorum. Sen gelmeden önce de tamamlamak üzereydim."

“Hayat ne tuhaf burada oturmuş gecenin bir saati bir gazeteciyle konuşuyorum.  Az önce işte çıktım ve seni görünce belki bir şeyler içmek istersin diye düşündüm. Ponte Vecchio'nun karşı tarafında bildiğim güzel bir bar var. Bir kadeh şarap ya da soğuk biraya ne dersin?"

Bu ani teklif aklını karıştırdı. Hiç tanımadığı birinin peşine takılıp bilmediği bir yere gidecek hali yoktu. O an için onu başından savmak yapılacak en doğru şey gibi göründü.

“Teklif için teşekkürler ama birazdan otele dönmem gerekiyor."

“Kalacak bir yerin olduğuna sevindim. Belki telefonunu verirsen yarın için haberleşiriz."

Israrcı birine benziyordu ve bu da en sevmediği şeylerden biriydi. Konuyu kestirme yoldan kapatmaya karar verdi

“Zamanını almak istemem. Hem erkek arkadaşım var hem de görünüşe göre senin için oldukça yaşlıyım."

“Sevgilin olması şanssızlık olsa da bu gece sana rastlamış olmam bir şans sayılabilir. Tamam, gitmeyelim, sorun değil.  Belki sadece burada laflayıp arkadaş olabiliriz."

“Birazdan gitmem gerekiyor."

“Anladım. – Stranger is danger öyle değil mi? Yabancı demek tehlike demektir."

“Hai ragione. Haklısın."

“İtalyanca biliyor musun?"

“ No. Sadece birkaç kısa cümle hepsi bu."
 
“Sana öğretebilirim istersen."

“Grazie mille. Teşekkür ederim ama tekrar görüşeceğimizi hiç sanmıyorum. Sen bu saatte burada ne yapıyorsun?"

“İşten çıktım. Dediğim gibi berbat bir gece geçirdim ve eve gitmeden önce bir şeyler içmek istedim. Seni burada tek başına görünce de belki katılmak istersin diye düşündüm. Yalnız olmak sıkıcı olmalı."

“Hayır. Yalnızlığı sevdiğim için buraya geldim.  Bu saatte kimsecikler olmaz diye düşünüyordum."

“Ben gelene kadar."

“Sen gelene kadar."                                               

“Rahatsız ettiysem üzgünüm. Anlaşılan bir şeyler içmeye gelmemek konusunda kararlısın."

Onunla bir yere gitmeye kesinlikle çekiniyordu ama kalkıp gitmesini de hiç istemedi.

“Sen ne iş yapıyorsun? Bu saate kadar çalıştığına göre yorgun olmalısın."

“Hem de çok! San Lorenzo pazarının arka sokağındaki bir lokantada garsonum. Bugün St. Giovanni günü ve bütün masalar ağzına kadar doluydu."

“Buralı mısın?"

“Güneyliyim. Bari yakınlarında küçük bir kasaba."

“Böyle aniden yanıma gelip konuşmaya başladığına göre güneyliler kuzeylilerden daha cesur olmalı."

“Uzaktan bakınca Brezilyalı olduğunu düşündüm. Burada, tam senin oturduğun yerde tanıştığım Riolu  bir kız arkadaşım vardı. Seni ona benzettim."

Cebinden çıkarttığı telefonun parlak ekranında,  beyaz tenli kumral bir kızın fotoğrafını gösterdi.

“Kız arkadasın güzelmiş. Hayal kırıklığına uğrattıysam üzgünüm."

“Yoo hayır, halimden şikâyetçi olduğumu söyleyemem. Sen nerelisin?"

“Sona Turca di İstanbul"

“Sahi mi?"

Şaşırmış görünüyordu.

“Sahi. Neden?"

“Sanırım Türk olduğunu bilseydim, konuşamazdım. Buna güneyliler bile cesaret edemez."

“O nedenmiş?"

“Türk kızları pek konuşkan değil. Birkaç kötü tecrübem oldu."

Aslında haklıydı. En azından yeni insanlarla tanışmak ve yabancılarla konuşmak konusunda Brezilyalılar kadar açık görüşlü olmadıkları bir gerçekti.

“Peki sence ben seninle neden konuşuyorum?"

“Bir şeyler içmeye gelmediğine göre beni beğendiğin için olamaz. Gazeteci olduğun içindir. Yabancılarla konuşmaya alışkınsın ya da insanların ilk bakışta iyi ya da kötü olduğunu anlıyorsundur."

“ Hiç sanmıyorum. Yani insanları tanıyabilmek için keşke gazeteci olmak yeterli olabilseydi."

Taş merdivenlerde bir süre sessizce oturdular. İkisi de dirseklerini dizlerine, ellerini çenelerine yaslamıştı. Kadının boynundaki ince uzun zincirin ucunda sallanan yeşil kolye ucu genç adamın dikkatini çekti.

“Boynundaki nedir?"

“Uzun zaman önce hediye edilmiş bir kolye."

“Sürekli takıyor musun onu?"

“Evet."

“O halde batıl inançları olan birisin. Şans getireceğine inanmasan takmazsın."

“Alışkanlık diyelim. İnançlı biri olduğum söylenemez."

“Ben inançlı biriyim ama tanrıya değil yıldızlara inanıyorum."

Aklından geçeni onunla paylaşıp inançlarını alt üst etmesi an meselesiydi. Yüzünde muzur bir gülümseme belirdi. Birazdan söyleyeceklerini kendisi de geçen yaz adada, gecenin bir yarısı tahta bir banka uzanıp yıldızları seyrederken öğrenmişti. Münasebetsiz bir arkadaşı bilimsel birkaç cümle ile gecenin tüm romantizmini silip süpürmüştü. Onu bu gerçekle yüzleştirme konusunda tereddüt ettiyse de söylemeden duramadı:

“Biliyor musun aslında gökyüzüne bakıp inandığın yıldızların bazıları yok."

Suratına garip bir bakış attı.

“Ne demek yok."

“Bildiğin yok işte. Onları görüyor olman var oldukları anlamına gelmiyor."

“Ne demek istediğini hiç anlayamadım."

Astronomiyle ilgili terimleri başka bir lisanda anlatmakta zorlansa da, bazı yıldızların ışığının dünyaya ulaşana kadar çoktan sönmüş olabileceğini açıklamaya çalıştı. Işık yılının hızla değil mesafeyle ölçüldüğünü, bir yıldız ne kadar uzaktaysa o kadar yıl önceki halini görebildiklerini ve ardan geçen zamanda yıldızın karanlığa gömülmüş olabileceğini anlattı. Gözlerindeki şaşkın ifade çok komik görünüyordu. Aklına yatar gibi olsa da itiraz etti.

“Hiç böyle bir şey duymadım."

“Duymamış olabilirsin ama gerçek bu. Bu durumda yıldızların inandırıcılığı da ortadan kalkmış oluyor."

“Ben de kalanlara inanırım o zaman. Zaten sadece yıldızlar demek istemedim. Ben başka gezegenler ve onlarda yaşayan insanlar olduğuna inanıyorum. Neden tek olalım ki? Hem bir gün oradan dünyaya birileri gelecek ve biz de onların gezegenine gidebileceğiz."

“İşte bu hiç hoşuma gitmez."

“ Neden?"

“Bu dünyadaki insanlar bile bana fazla geliyor da ondan."

“O zaman şu an bomboş meydanın ve insansız bir şehrin tadını çıkartabilirsin."

“Nasıl?"

“Bisikleti al."

En son ne zaman bisiklete bindiğini hatırlamıyordu. Çocukluğundan beri ayağını yerden kesen araç gerece karşı bir tedirginliği vardı. Kayak yapamaz, paten kayamaz ve kaykay benzeri aletlerin üzerinde dengede durmayı deneyemezdi bile. Yine de bu teklif bir an için çok cezbedici geldi.

“Ben en son ne zaman bisiklete bindiğimi bile hatırlamıyorum."

“Baksana ortalıkta çarpacağın kimse yok. En fazla dengeni kaybedip düşersin. Onda da hızlı değilsen bir şeycik olmaz."

“Sahi deneyebilir miyim?"

“Evet. Tabii ki."

Heyecanlanmıştı. Kesinlikle heyecanlanmıştı. Kalbi hızlı atmaya, nefesi sıklaşmaya başlamıştı. Bunca yıl sonra bisiklete binecekti, üstelik Floransa’nın kalbinde hiç tanımadığı birinin hurdadan hallice bisikletine…

Merdivene yaslı duran bisikleti kendine doğru çekip, yönünü meydana doğru çevirdi. Selenin boyu ve direksiyonla arasındaki boşluk işini kolaylaştıracak gibi görünüyordu. Bisikleti bacaklarının arasına alıp pedala yüklendi ve aniden Vecchio Sarayı'nın önündeki geniş meydana doğru ileriye fırladı. Seleye iyice oturup pedallara usul usul basmaya devam ederken uçuyormuş gibi hissetti. Koskoca meydanda, Davut’un önünden geçip, çeşmelerin etrafından dolaşırken bunun yaşadığı en keyifli deneyimlerden biri olduğunu düşünüyordu. Ilık rüzgâr yüzüne vuruyor, meydandaki heykellerin, sarayın ve kulenin gölgesi üzerinde geziniyordu. Meydanın en uzak köşesine geldiğinde durup bir zafer edasıyla merdivenlerde oturup gülümseyen genç adama el salladı. Küçücük bir çocuk gibi bisikletin tepesinden inmek istemiyordu. Meydanda defalarca turladıktan sonra, bisikleti aynı yere yaslayıp neşeli bir ses tonuyla sordu:

“Şu senin bar hala açık olabilir mi acaba? Ne dersin?"

“Fikrini mi değiştirdin?"

“Tekrar değiştirmeden gitsek fena olmaz."

Toparlanıp kalktıklarında gidecekleri yere kadar bisikleti onun kullanabileceğini söyledi. Bunu duyduğunda sevinçten gözleri parladı ve hiç ikiletmeden direksiyonu kaptı. Bu defa Floransa’nın arnavut kaldırımlı caddelerinde, uzun bir kuşatma sonrasında şehri  fethetmiş bir imparatoriçe edasıyla ilerliyordu. Genç adam birkaç adım geriden yürüyerek kendisini takip ediyordu. Tek kelimeyle müthiş bir geceydi. Ponte Vechhio köprüsüne paralel  uzanan bir köprünün üzerinden geçip köşedeki barın önünde durdular. Kapanmıştı.  

“Karar vermekte gecikmişiz gibi görünüyor."

Hem onu buraya kadar getirip hem de kapıda kaldıkları için kendini mahcup hissetti. Ama ilk teklif ettiğinde kabul etmiş olsa kapanmadan yetişebilirlerdi.  Bu saatten sonra ya açık bir market bulup sokaklarda takılmaya devam edeceklerdi ya da vedalaşıp ayrılacaklardı.  Ara sokaklarda göçmenlerin işlettiği küçük marketler hafta sonları sabaha kadar açık oluyordu. Birkaç sokak ötedekine kadar yürüyüp sonra köprünün üzerine oturup şehri izleyebilirlerdi. Hala tedirgin görünen kadının bu teklifine evet diyeceğine emin değildi. Ya da bir kez daha evet diyene kadar ışıklar sönüp, gece güne dönmüş olabilirdi.

 “Eğer istersen içmek için bir şeyler alıp köprülerden birinde oturup geceye devam edebiliriz. Hala açık olabilecek bir yer biliyorum. Buraya çok uzak sayılmaz, gidip bakalım mı ne dersin?

“Acele edelim derim."

Ufacık köhne dükkan gençlerle dolup taşıyordu. Bu saatte şehirde açık olan tek market olmalıydı. Dolapta  kalan son birayı alıp iki plastik bardağa pay ettiler. Şehrin bu tarafı oldukça kalabalık ve turistik meydanların aksine ara sokaklar hala hareketliydi.

Birkaç sokak geçip tekrar nehir kenarına geldiler. Ponte Vecchio köprüsünden hemen sonraki köprünün en ortasında, duvarın üzerine oturup bacaklarını Arno nehrine doğru uzattı. Bir elinde plastik bir bardak diğerinde cips paketi vardı. Yüzündeki anlamsız gülümseme genç adamın dikkatini çekti.

“Neden gülüyorsun?"

“Çünkü halim çok komik."

“Komik olan nedir?"

“Sabaha karşı Ponte Vecchio’ya karşı oturmuş hiç tanımadığım biriyle aynı paketten patates cipsi yemeye çalışıyorum."

“Artık tanışıyor sayılmaz mıyız?"

“İsmini bile bilmiyorum. Sahi ismin ne?"

İkisi de gülmeye başladı.

“Stephano. Ya senin?"

“Selin."

Plastik bardakları birbirine dokundurup aynı anda tanıştıklarına memnun olduklarını söylediler.

Gece, şehir, köprü, bira ve bir yabancının bütünlediği gece çok güzeldi.  Stephano arada sırada başını gökyüzüne çevirip yıldızlara bakıyordu. O anlarda kafasında hala var olup olmadıklarına dair soru işaretleri belirdiğini düşündü. Acaba hangisi vardı, hangisi çoktan karanlığa gömülmüştü..? Bu geceye dair konuştukları onca şeyi ve birlikte geçirdikleri saatleri unutup gidecekti. Ama hayatı boyunca yıldızlara her baktığında onu anımsayacağına emindi.

Gün ağarmaya başlarken artık gitme vakti gelmişti. Kaldığı otel ve Stephano’nun  evi şehrin aynı yakasındaydı. Santa Maria Novella istasyonuna kadar birlikte gidebilirlerdi. Bisikleti yine büyük bir nezaketle kendisine doğru uzattı. Köprü ve istasyon arasındaki yol hiç bitmesin istediyse de beş dakika sonra istasyonun önündeki yol ayrımına gelmişlerdi. Bisikletten inip isteksizce sahibine bıraktı. Sayesinde hiç unutamayacağı bir gece geçirdiği genç adama minnettar hissediyordu. Yeşil gözlerine ve gülümseyen yüzüne baktı.

“Veda zamanı."

“Evet. Eğer bu gece sana sadece tek bir iltifat etme hakkım olsaydı şimdiye kadar gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip olduğunu söyleyebilirdim."

“Teşekkür ederim. Gece için, bira için ve en çok da bisikletini paylaştığın için."

Stephano  ona sıkıca sarılıp kendisi için de unutulmaz bir gece olduğunu söyledi ve bisiklete binip hızla uzaklaştı.  Bu onu son görüşüydü. Ne soyismini biliyordu ne de tekrar irtibatta olmak için bir iz bırakmıştı.

Birkaç adım ötedeki otele girerken, metal bir kafese benzeyen asansörde erkenci turistlerle selamlaştı. Kocaman bir tomar anahtarın arasından odasınınkini bulup kapıyı açtı ve üstünü değiştirmek için geniş gardırobun aynalı kapağını araladı. Gömleğinin üçüncü düğmesini açtığında şaşkınlıkla aynaya yansıyan siluetine baktı ve kendisini kocaman bir sersem gibi hissetti.  Bu gece Stephano’ya hatıra kalan tek şey yıldızların gizemli öyküsü değildi. Kolyesinin yerinde yeller esiyordu. Gülümsedi ve uzun bir günün sonunda derin bir uykuya dalmadan önce kendi kendine mırıldandı.
“Kırmızı bir bisikletle bir geceliğine de olsa şehrin imparatoriçesi olmak için değerdi…"

 

 

5 Ağustos 2016 Cuma

GEÇMİŞE ÖZLEM

Hafta iyi başlamadı. İki gündür nükseden rahatsızlığım yüzünden geceleri uykusuz, gündüzleri yarı uyur yarı uyanık geçirdim. Doktor ve tedavi fobim yüzünden kaçtıklarımın bir  gün beni  küt diye indireceğini biliyordum. Ve hala  doktor arkadaşlarım uzman meslektaşlarını önerip, tahlil detaylarını vs. anlatırken kafamda tek bir soru vardı:

 “Acaba kan testi isterler mi?"

 “O niye ki?"

 “İğneden korkuyorum ya."

 Gelen tepki netti.

 “ Yuh!"

Bu yuh bu yaşta bunca şey yaşayıp da iğneden korkuyor oluşuma mı yoksa yine her zamanki gibi büyük fotoğrafı es geçip iğneye takılmış olmama mıydı bilmiyorum. Sadece daha fazla fırça yememek için ses etmedim. Neticede kan istediler mi paşa paşa kolumu uzatmaktan başka çarem yoktu.

Geçen iki günün aksine bugün güzel bir sabaha uyandım. Yatağın her tarafı sırtımı ve bedenimin üst kısmını destekleyen geniş yastıklarla doluydu. Ağrılar yüzünden yatamıyordum, sürekli dik durmam gerekiyordu. Bir an için kendimi tarladan toplanıp, köy evlerinin odalarına doldurulmuş pamuk yığınlarının içinde gibi hissettim. Çocukluğumda bu yığınların üzerine çıkmışlığım vardı. O duyguyu biliyordum. Yüksektesin. Altındaki pamuklar o kadar yumuşak ki sanki havada asılı kalmış gibi hissediyor ama düşmeyeceğini bildiğin için çok eğleniyorsun. İncirliova Hacıaliobası köyünde kardeşimle bu pamuk  odalardan birinde çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Fotoğrafa renk katan eksik dişlerimden anlıyorum ki aşağı yukarı Deniz ile aynı yaştaymışız. Ben 8 Ece 4 gibi..O gün hafızamda yer etmiş ne güzel bir gündü. Geniş ve güzel ailemin her bireyini şimdilerde ne çok anıyor ve ne çok özlüyorum. Yer sofrasının etrafında bir bakır tepsi, etrafında evin adamları. Deveci Nuri, Mustafa enişte, Sert Ahmet, Damat Mehmet. Pencerenin kenarındaki sedirde güzeller güzeli Çerkez kadınları, çocukları ve torunları. Hangi birini ansam diğerinin hatırı kalır. Ve biz. Döşeğin bir kenarında kucak kucağa oturan gülen çocuk yüzlerimiz.

Yatağın içinde bu kareleri düşünüp biraz daha dik durmaya çabalarken açılan oda kapısından içeriye serin bir esinti doldu. Kapı çarpacak galiba deyip gözlerimi kısarken DY girdi içeri. "Ooo bu oda ne kadar da güzel esiyormuş, ama istersen kapıyı kapatalım daha da kötü olma," dedi. "Bırak," dedim. Bırak essin. Bilakis nasıl iyi geliyor. Sanki serince bir bahçedeymişim gibi essin. Hatta köydeki evin bahçesi bile olabilir yattığım yer. Evin çıkıntısındaki mutfak duvarından başlayan cılız bir asma, bahçenin ortasında bölüm bölüm ayrılmış topraklıkların içinde karanfiller, ortancalar. Bahçe kapısının yanında bir ocak. Ocak var mıydı sahi yoksa zihin oyunlarından biri mi tam olarak kestiremiyorum. Ama hafızamda hep kapının yanında kirece boyalı, küçük bir tepeciği andıran bir ocak varmış gibi.  Tabii yatağın üzerindeki ince beyaz pikeyi havalandıran bu esintinin bir kısmı da tavanda tam tepemdeki vantilatörün işiydi. Mahalle kıraathanelerinde asılı olan geniş kollu hem lamba hem vantilatör olanlar. Komik görünse de çok işe yarıyor.

Esintiyle birlikte burnuma biber kokusu geldi. Bildiğimiz, doğrarken ellerimize beyaz tohumlarının yapışıp kaldığı taze yeşil biber. Şu meşhur reklamdaki gibi olsaydı. “Muftakta biri mi var? “ Evet mutfakta biri olsaydı keşke. İncecik doğradığı biberleri domates ve bol zeytinyağı ile harmanlanmış koca bir tabak kesik ile buluşturup çingen pilavı yapsaydı. İşte bu tartışmasız en sevdiğim anlardan biridir. Domates ve biber olmasa bile olur hatta. Taze ekmeğin kabuğunu tabağa bandırdın mı, kesikten damlayan zeytinyağı ağzını sulandırır. Aman nerden geldi aklıma sabah sabah. İstanbul'da da bulunmaz, mümkün değil. Sofrada taze ekmek, az tuzlu acımsı sele zeytin ve iyi demli bir bardak çay olsaydı. Bir de yumurtaları tokuşturmak için biri. Annem mesela...Ne iyi olurdu.

 

 
Hafta iyi başlamadı. İki gündür nükseden rahatsızlığım yüzünden geceleri uykusuz, gündüzleri yarı uyur yarı uyanık geçirdim. Doktor ve tedavi fobim yüzünden kaçtıklarımın bir  gün beni  küt diye indireceğini biliyordum. Ve hala  doktor arkadaşlarım uzman meslektaşlarını önerip, tahlil detaylarını vs. anlatırken kafamda tek bir soru vardı:

 “ Acaba kan testi isterler mi?

 “ O niye ki?

 “ İğneden korkuyorum ya.

 Gelen tepki netti.

 “ Yuh!

Bu yuh bu yaşta bunca şey yaşayıp da ığneden korkuyor oluşuma mı yoksa yine her zamanki gibi büyük fotoğrafı es geçip iğneye takılmış olmama mıydı bilmiyorum. Sadece daha fazla fırça yememek için ses etmedim. Neticede kan istediler mi paşa paşa kolumu uzatmaktan başka çarem yoktu.

Geçen iki günün aksine bugün güzel bir sabaha uyandım. Yatağın her tarafı sırtımı ve bedenimin üst kısmını destekleyen geniş yastıklarla doluydu. Ağrılar yüzünden yatamıyordum, sürekli dik durmam gerekiyordu. Bir an için kendimi tarladan toplanıp, köy evlerinin odalarına doldurulmuş pamuk yığınlarının içinde gibi hissettim. Çocukluğumda bu yığınların üzerine çıkmışlığım vardı. O duyguyu biliyordum. Yüksektesin. Altındaki pamuklar o kadar yumuşak ki sanki havada asılı kalmış gibi hissediyor ama düşmeyeceğini bildiğin için çok eğleniyorsun. İncirliova  Hacıaliobası köyünde kardeşimle bu pamuk  odalardan birinde çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Fotoğrafa renk katan eksik dişlerimden anlıyorum ki aşağı yukarı Deniz ile aynı yaştaymışız. Ben 8 Ece 4 gibi..O gün hafızamda yer etmiş ne güzel bir gündü. Geniş ve güzel ailemin her bireyini şimdilerde ne çok anıyor ve ne çok özlüyorum. Yer sofrasının etrafında bir bakır tepsi, etrafında evin adamları. Deveci Nuri, Mustafa enişte, Sert Ahmet, Damat Mehmet. Pencerenin kenarındaki sedirde güzeller güzeli Çerkez kadınları, çocukları ve torunları. Hangi birini ansam diğerinin hatırı kalır. Ve biz. Döşeğin bir kenarında kucak kucağa oturan gülen çocuk yüzlerimiz..

Yatağın içinde bu kareleri düşünüp biraz daha dik durmaya çabalarken açılan oda kapısından içeriye serin bir esinti doldu. Kapı çarpacak galiba deyip gözlerimi kısarken DY girdi içeri. Ooo bu oda ne kadar da güzel esiyormuş, ama istersen kapıyı kapatalım daha da kötü olma dedi. Bırak dedim, bırak essin. Bilakis nasıl iyi geliyor. Sanki serince bir bahçedeymişim gibi essin. Hatta köydeki evin bahçesi bile olabilir yattığım yer. Evin çıkıntısındaki mutfak duvarından başlayan cılız bir asma, bahçenin ortasında bolum bolum ayrılmış topraklıkların ıcınde karanfıller, ortancalar. Bahçe kapısının yanında bir ocak. Ocak var mıydı sahi yoksa zihin oyunlarından biri mi tam olarak kestiremiyorum . Ama hafızamda hep kapının yanında kirece boyalı, küçük bir tepeciği andıran bir ocak varmış gibi.  Tabi yatağın üzerindeki ince beyaz pikeyi havalandıran bu esintinin bir kısmı da tavda asılı duran, tam tepemdeki vantilatörün işiydi. Mahalle kıraathanelerinde asılı olan geniş kollu hem lamba hem vantilatör olanlar. Komik görünse de çok işe yarıyor.

 Esintiyle birlikte burnuma biber kokusu geldi. Bildiğimiz, doğrarken ellerimize beyaz tohumlarının yapışıp kaldığı taze yeşil biber. Şu meşhur reklamdaki gibi olsaydı. “ Muftakta biri mi var? “ Evet mutfakta biri olsaydı keşke. İncecik doğradığı biberleri domates ve bol zeytinyağı ile harmanlanmış koca bir tabak kesik ile buluşturup çingen pilavı yapsaydı. İşte bu tartışmasız en sevdiğim anlardan biridir. Domates ve biber olmasa bile olur hatta. Taze ekmeğin kabuğunu tabağa bandırdın mı, kesikten damlayan zeytinyağı ağzını sulandırır. Aman nerden geldi aklıma sabah sabah. İstanbul da da bulunmaz, mümkün değil. Sofrada taze ekmek, az tuzlu acımsı sele seytin ve iyi demli bir bardak çay olsaydı. Bir de yumurtaları tokuşturmak için biri. Annem mesela..Ne iyi olurdu.