19 Ağustos 2014 Salı

BİTEMEYEN YOLCULUK


Kara kara düşünüyorum.

Acaba son zamanlarda kimin tavuğuna kışşştt dedim? Aklıma da bir şey gelmiyor doğrusu ama kesin farkında olmadan birilerinin ahını almışım. Başka türlü bu kadar aksilik üst üste gelemez. Ya da hayat bana küçük bir ders veriyor kim bilir. Boşuna plan program yapma küçük hanım sen değil ben nasıl istersem öyle olur!

15:30 feribotu ile Bandırma'ya doğru yol alıyorum. O kadar bitik vaziyetteyim ki o kadar olur! Hayatımın en uzun Bandırma yolculuğu. Neredeyse on iki saat!

Sabah 05:30 kalkışla ver elini 07:00 feribotu. Her şey yolunda gibi görünüyor. Binerken üst kata değil de alt kata park etmek için işaret ediyorum, sorun yok. Olağan bir ido yolculuğu, biraz uyuklama, biraz çalışma derken inmeye yakin gidip yolun kalanında dinlerim diye bir cd bile alıyorum. Keyfim o kadar yerinde.

İskeleye yanaşma anonsu, arabaya iniş ve kötü sürpriz. Araba bir türlü çalışmıyor. Deniyorum deniyorum bir türlü olmuyor. Arkamda korna kıyamet. En sonunda inip araba çalışmıyoooo diye anons etmek zorunda kalıyorum. Anonsla beraber hemen arkamdaki aracın şoförü inip kontrol için müsaade istiyor. Hay hay! O da beceremeyince yan tarafta aynı marka bir aracı kullanan şoföre sesleniyor. Belki dilinden anlar diye manasız bir umutla bu sefer anahtarı o çeviriyor. Tövbeler olsun! Bir turlu tık yok. Feribot yavaş yavaş boşalırken bende panik zilleri çalmaya başlıyor. Bandırmaya yanaştık, herkes basıp gitti ben aracın içinde kalakaldım. Hemen üç beş feribot görevlisi geliyor. Herkes en az bir kere şansını deniyor. Bir taraftan da diğer araçlar yüklenmeye ve kalkış hazırlıkları yapılmaya devam ediyor. O anda anlıyorum ki bir an evvel feribottan inmem lazım, araç çalışsın ya da çalışmasın! Derken beyaz üniformasıyla kaptan da olaya dahil oluyor. Ve elbette ki kontağı o da çeviriyor. Gayet sakince aracın şanzımanın kilitlendiğini, otomatik vites olduğu için boşa alınamadığını ve iterek indirmenin mümkün olamayacağını söylüyor. Dahası içerisi fiziki olarak çekicinin de girip aracı almasına müsait degil. Üstelik uygun olsa bile on dakika içinde geri hareket etmeleri gerektiğini ve çekicinin ulaşması için vakit olmadığını belirtiyor. İste o anda dünya başıma yıkılıyor.

" Ne yani istanbul'a geri mi dönüyorum? Aman ya rabbim ya ordada aracı indiremezsek zaten aynı şey degil mi? Ben hayatımın geri kalanını İstanbul/ Bandırma hattında mı geçireceğim?
 

Adamcağız da şaşırıyor ama yapacak bir şey yok. İkna etmeye de çalışmıyor aslında durum ortada. Herkül değilim ki arabayı sırtlanıp aşağı indireyim. Ne derlerse o işte!


Feribot kapağını kapatıyor. İstanbul'a geri paketleniyorum.
Şoför mahallinin çok talibi olduğu için, arka koltukta büzülmüş halime ağlıyorum. Sinirlerim berbat durumda. Daha kötüsü olamazdı! Simdi İstanbul'a varınca ne halt olacak, kafamı toplayıp da düşünemiyorum bile. Taksim/Beşiktaş hattı gibi bi Yenikapi bi Bandırma dolaşıp duracak mıyım?

Beş dakika sonra camın önünde bir görevli beliriyor. Kaptan halime acımış olacak ki beni yukarıya davet ediyormuş. Mühendisimiz de var kullanım kılavuzuna bir baksın diyormuş. Yukarı dedikleri, kaptan mahalli. Onlar köprü diyorlarmış. O önde ben arkada ayaklarımı sürüye sürüye çıkıyorum. Feribotun hiç görmediğim, kapısında özel kilit olan acayip bir yer. Yüksek. Göz alabildiğine deniz. Manzara şahane. Oturacak yer gösterip kahve içer miyim diye soruyorlar. Bir yanım ne gerek var nezaketen soruyorlardır diyor ama bir tarafım bağırıyor " sabah 05:30 da kalktım kahveeee". Öyle sessiz kalıp bir kaç saniye red edemeyince tamam diyor orta o zaman...

Vay be, kaptan köşkünde türk kahvesi. Teselli edilmek bazen hoşuna gidiyor insanın.Bir kaç dakika sonra kahve geliyor. İçtiğim en anlamlı kahvelerden biri. Sessiz sedasız oturmaya devam ederken kahveden midir, ilgi alakadan mıdır nedir, kafam çalışmaya başlıyor. Önce acil  servis destek birimini Yenikapı'ya getirtmek lazım, yanaşmaya 2  saat var rahat rahat yetişirler. Feribotun içinde çözülebilecek bir konu ise aynı feribotla geri bile dönebilirim! Evraka! Yok feribotta çözülemezse aynı anda bir de çekici ve ekip çağırmak lazım ki yine gerisin geri Bandirma'ya gidip bir tur daha yapmam gerekmesin! O zaman değil türk kahvesi cep kanyağı olsa kendime gelemem.
 
Araç tamir olmadı, hadi indirdik diyelim. Aynı feribotla devam edilecek bir başka araç lazım. Onu da organize ettik miydi hallolacak gibi...

Yoğun bir telefon trafiği vs. derken yardımcı olanlar, dış mihrakların desteği, seferberlik durumu hooop bütün plan hazır. Fakat adrenalini yükselten önemli bir detay var. Servisin feribot içindeki tamir girişimi, olmadığı durumda aracın dışarı çıkartılması, diğer arabanın gelmesi ve eşya devri için sadece yarım saat var. Feribot yine tarifeye göre saatinde kalkacak. Bunu bilmek beni yine acayip geriyor. Filmin son sahnesinde, son saniyede kırmızı kablo mu yoksa yeşil kabloyu mu kessek yırtarız durumu.
 
İskeleye yanaşıyoruz. Heyecanlıyım! Servis görevlisi Yenikapı diye Sirkeci'ye gitmiş! Olacak şey değil. Kardeşim ordan adalar vapuru kalkıyor ben sana Yenikapı, Bandırma iskelesi demedim mi? Bandırma ada mi allahım ya sabir! Burgaz o Burgaz!

 
Araç bir kez daha boşalıyor. Ben bekliyorum. Nihayet saat 12:10 da servis aracı gişeden geçip feribota biniyor. Hadi olsun lütfen derken, bu defa vitesi söküp dışarıda bakalım diyor. Bu arada saatler önceden teyitleştiğim ve 12:30 da feribotun kalktığını defalarca belirttiğim çekici de, yedek araç da ortada yok!
 

Üstelik o bir başka araç gişeden geçemez, bileti yok. Aynı süre zarfında gelir gelmez bilet alıp, depara kalkıp aracı gişeden geçirip feribota yetişmem lazım. Kalan süre 7 dakika. Ortada ne araç var ne de diğerinin tamir olacağı.

 
Bu sırada servis görevlisi ben bu aracı burda yapamam çekiciye teslim edin servise getirsin  demez mi? Çekiciye teslim etmek mi? Olmayan çekiciye mi? Benim birazdan aracım gelirse bu feribota yetişiyorum çekici falan bekleyemem, sizinle gelseydi diyorum. Onun umurunda bile degil. Valla araç sizin isterseniz gidin burda kalsın, benim sorumluluğum servis vermek çekici operasyonu bize ait değil diyor. Çıldırmamak elde değil. Zaten araba da gelmedi kaldı 3 dakika. Gidiyor gitmesine ama gitmeden evvel söylediği son söz bir kez daha cinnete koşturmaya yetiyor da artıyor bile;
 
" Bu arada anahtarı üstünden çıkartmayın yoksa çekici aracı alamaz. Vitesi boşa düşürdüm. İçinde eşya falan varsa kilitleyip gidemezsiniz."

 
Türkçesi;  Anahtarı alıp kapıları kilitleyemeyeceğiniz için, ağustosun tam ortasında, günün en öğlen saatinde, neredeyse elli derecede, güneşin altında arabanızın başında beklemek zorundasınız!!!

Yok bu sahiden de bir sınama olmalı... Tam da korktuğum gibi. Servisle, gelmeyen çekici ve arabayla uğraşırken Adnan Menderes feribotu yavaştan yol almaya başlıyor. Ben yine ardından nemli gözlerle bakıyorum.
 
Nihayet araç geliyor ama cekici hala ortada yok. En geç 45 dakika denmişti ama şimdiden iki saat oldu. Arıyorum, geldim diyor. Yine arıyorum Ataköy'deyim diyor. E hani gelmiştin be adam?! Sonuncu aramada yoldayım diyor. Hadi canim sen de. Ben de kenara çektin sahilde mangal yapıyorsun sandım da ondan merak ettim! Bu sefer ısrarla soruyorum; " Yolda olduğunuzu ben de biliyorum, nerdesinizzzzz?!?!? "

 Homurtuyla karışık trafik var hayret bi şey falan deyip kapatıyor. 45 dakika içinde gelmesi beklenirken nihayet iki saat sonra iskeleye varıyor.
 

Çekiciyle uğraşırken 15:30 feribotunun sırası ilerlemiş. Tekrardan yola çıkacağım araç arada bir yerde kalakalmış. Bu seferi de kaçıramam artık yok mümkün değil. Anahtarı, ruhsatı apar topar teslim edip arabaya koşuyorum. Lütfen bir aksilik daha  olmasın lütfen lütfen derken binişte biletimi okutan çocuk yüzüme bakıyor.

"Biliyorum" diyorum. "Bu seferin bileti değil.  Benim aracım arızalandı ondan buna binmek zorunda kaldım."

Günümün geri kalanının akibeti iki dudağının arasından çıkacak söze bağlı. "Bu seferin kaydında bu bilet yok yenisi alın" derse öyle bir zamanım olmadığı için,  geçmişler olsun.

 Gülümseyip "siz o bayan misiniz diyor"

" Hangi bayan?"

 
" Araçla feribotta kalan. Plakayı anons ediyorlardı "

 Yeni bilet konusunu açmasın diye mevzuyu uzatıyorum.

 
" Oooo desenize bugün burda pek meşhurum"

 
" Size ne dediler peki ?" diye devam ediyor.

 
Offf çekil de geçeyim artık.

 " Bir sonraki sefere binersin dediler . Saolsun ekip çok yardımcı oldu herkese tek tek teşekkür eden bir mesaj gönderecegim. Sizin isminiz nedir? Tesekkürüme eklemek isterim anonsu duymuş ve dikkate almışsınız. "

" İzzet"

" Tamamdir, size çok kolay gelsin tekrardan teşekkürler"

Aslı kaçar!


İşte Taksim / Beşiktaş dolmuşuna çevirdiğim güzergahta bir kez daha yoldayım. Dejavu her zaman hoş olmuyor doğrusu.
 

Hayat tecrübeden ibaretmiş. Geçenlerde argo başlıklı bir paylaşımın, içerik olarak biraz rahatsız edici olabileceğini söylemiştim. Hayli küfür içeriyordu ama örnekler her gün başımıza gelenlerden farksızdı. Bu eleştirimi de tamamen geri alıyor ve içtenlikle söylüyorum;

" Bahtsızlık bir tarafa, bugün sahiden de burnunun ucuyla iş yapmak ne demekmiş anladim."

 Ve son söz kıssadan hisse diyerek kaptanları soran arkadaslarıma;

" Gözlerim Afrika Nil kurbağası gibi olduğu için pek seçemedim, kusuruma bakmayın. Artık başka "sefer"e :)"


 

 

 

 

 

 

 

 

3 Ağustos 2014 Pazar

KIRK YILLIK SEVGİLİMİ ALDATTIM



Kırk yıllık sevgilimi aldattım diye hayıflanıyordum. Senelerdir hep gönlümü hoş etti. Ne vakit kapısını çalsam bir gün de ah vah dedirtmedi. Üstelik ilk göz ağrım.
 
Ne var ki insanoğlu tatminsiz. Hele benim gibi iflah olmaz bir maceraperest için yeni keşifler, yeni heyecanlar dendi mi akan sular durur. İşte bu yüzden bu sene bir kaç kaçamak yaptım. İnkar etmiyorum. ama aklımın bir köşesinde hep o huzurlu limanlara tekrar dönmek vardı...
 
Midilli adasının ufacık bir köyündeyim. Sahiden de köy. Adanın içindeki iki kapalı koydan, merkeze yakın olan Gera'da deniz kenarında ufacık bir yerleşim. Koyun denizle birleştiği yer öylesine dar ki, koskocaman bir göl gibi görünüyor. Etrafı dik ve yüksek yemyeşil dağlarla çevrili. Muhtemelen imar izni olmadığı için, etraf göz alabildiğine yeşil. İnanılmaz dingin ve huzurlu bir yer. Yol boyunca, bir tarafta  daracık bir kumsal ve uzansam elime değecekmiş kadar yakın deniz, diğer tarafta tek tük bahçeli evler var. Perama isimli köyün tabelasını görüp, içeriye doğru kıvrılıyoruz. Kiliseden dosdoğru ilerledin mi işte bizim ev. Etrafta sazlıklar, tavuklar, kara kuru keçiler...Gece başımı yastığa koyduğumda köyün çeşit türlü sesleri şahane bir ninni oluyor. Hava mis gibi. Kekik, yasemin ve hayıt kokuları birbiriyle harmanlanıyor. Ay ışığının zerresi yok. İşte geceyi böylesine büyülü kılan bu karanlık. Köy yolundan yürürken, başımı göğe çevirdiğimde içimden çığlık atmak geliyor. Bu kadar çok yıldız var mıydı sahiden? Ben en son ne zaman yıldızları görebilmiştim? Gözlerimin tarayabildiği her yerin irili ufaklı yıldızlarla bezeli olması bir yanılsama olabilir miydi? Ya da zavallı ben, şehrin ışıkları ile gölgelenmiş bu güzelliği daha önce hiç fark etmemiş miydim? Hem yürüdüm, hem yıldızlara baktım hayran hayran. Keşke yol daha uzun olsaydı...

İşte tam da bu sırada anımsadım. Ben bu manzarayı en son yine adada görmüştüm. Bir başka adada. Bir ağustos sonu Bozcaada'nın benzer bir yerinde, tahta banklara sırt üstü uzanmışken amma da çoklar diye mırıldanmıştım. Hatta o gece, yıldızların bazılarının parlıyor olmasına rağmen, halen  var olmadığını bilmediğim için alay konusu olmuştum. Nasıl unutabilirim?

Ada takıntımı bilmeyen yoktur. Bu yıl da seyahatler açısından epeyce bereketli geçti. Nisan ayında Paskalya sebebiyle Sakız adasındaydım. Yüzyıllardır süregelen bir geleneğin parçası olmak, roket savaşları festivalini yerinde deneyimlenmek için yollara düştük. Adanın küçük bir kasabasında, Vrondatos'daydık. Bir vadinin iki ayrı yamacındaki, farklı cemaatlere ait iki kilise paskalya gecesi saat 23:00 itibariyle birbirlerini yoğun bir fişek bombardımanına tutup, çan kulelerini vurmaya çalışıyorlar. Yöre halkı ve turistler en tepe noktaya çıkıp vadideki ışık gösterisinin tadını çıkartıyor. Esasında oldukça tehlikeli bir festival. Her yıl yaralanmalar oluyormuş. Çünkü fişeler havaya doğru değil, yatay olarak ateşleniyor. Ertesi sabahki keşif turlarımızda kiliselerin ve civardaki yapıların çelik ağlarla kaplandığını gördük. Yine de her iki kilisenin de etrafı ve ağları yüzlerce fişekle kaplıydı.

Geçen ay da ani bir kararla Tasos'a çevirdik rotayı. Karadan hudut geçişi acaba nasıl olur derken, İpsala'ya varmıştık bile. Yunan polisine pasaportları uzattık. Araçtan inmedik, kimse ne bizi ne de arabayı kontrol etmedi. Polis türkçe konuşuyordu. "Yolculuk nereye" diye sordu. Tasos deyince gülümsedi. " Paradise plajına gidin, en güzel deniz" dedi ve iyi yolculuklar dileyip pasaportları uzattı. Kimse bu kadar çabuk olacağını tahmin etmiyordu. En fazla on dakika içinde Yunanistan'a geçmiştik. İki saatlik bir yolculuktan sonra feribotla ver elini Tasos. Şimdiye kadar gördüğüm, merkezi en küçük, en yeşil, koyları en bakir ve denizi en güzel adalardan biriydi. Çok keyifli bir seyahatti. Fakat yine de dönüşte gurbetçi trafiğine yakalanmış olmamız sebebiyle, hayattan alınacak dersler listeme bir ilave daha yaptım.

" Sınırdan arabayla çıkıyorsan iki gün seni fazlasıyla yorabilir. Bir dahaki sefere en az dört günü cebine koy."

Sakız, Tasos derken epeyce ada havası aldım. Elbette farklı tecrübeler edindim. Yeni lezzetler tattım. Belki dünyanın başka hiç bir yerinde göremeyeceğim kutlamalara şahit oldum. Kaçıp gidiverme imkanım varken, yeni sevdaları ilk göz ağrıma tercih ettim. Neyse ki bu bayram kucaklaştık. Sanki aramıza hiç başkaları girmemiş gibi. Bazen yenilik, heyecan istiyor insan bazen de tanıdık bildik huzurlu limanlara demir atmak...