30 Aralık 2011 Cuma

MUTLU SENELER

Kaç gündür bir telaş,bir koşturmaca...Nihayet yılbaşı için hazırlıklar tamam.

Sabah Deniz'in çantasına merakla beklediği ama henüz ne olduğunu tam olarak bilmediği yılbaşı kutlaması için birlikte hazırladığımız keki koydum.Bu akşam bize anlatacağı çok hikayesi olacağına eminim.

Ofisteki bodur çam ağacı ve yılın onbir ayı boyunca tozlu dolabın üzerinden bizi izleyen tombul noel baba çoktan köşesine yerleşti.Çam ağacımız renkli ışıklar ve parlak süslemelerle renklendirilip ,etrafı hediyelerle donatıldı.Ben bir kaç gündür olduğu gibi yılın bu son iş gününde yine yılbaşı şarkıları çalmaya devam ediyorum.Evde Deniz'in son günlerde dilinden düşmeyen 'jingle bells' ofisi de şenlendiriyor.Bir tek dışarıda lapa lapa yağan kar manzarası eksik.

Yarın gece için kızlarda da tatlı bir heyecan var.Herkes kendince bir öncelik belirlemiş.Kimi menü ve yemeklerin,kimi tombala ve bozuk para bulabilmenin telaşında.

Dostlarla birlikte,özenle hazırlanmış kocaman bir sofrada yeni yıl için geri sayımı beklemekten ve yılbaşı ikramiyesi ile neler yapacağımızı düşlemekten daha keyifli ne olabilir ki..

Hem zorlu hem de süprizlerle dolu geçen 2011'den bir an önce kurtulup,gıcır gıcır bir yıla girecek olmaktan mı bilmiyorum ama bu yıl benim de içimde ayrı bir heyecan var. Sanki sihirli bir değnek herşeyi sıfırlayacak ve şeker pembesi renginde bir kalem , pullu payetli bir deftere 2012'de neler olacağını yazacak.Süslü bir el yazısıyla ve büyük harflerle.

İyi bir yıl olacağını hissediyorum.Daha sağlıklı,daha mutlu,daha huzurlu ve en önemlisi her günün tadını çıkartabileceğimiz bir yıl...

Kutlanan yılbaşlarının sayısı arttıkça,bir önceki yıl daha dün gibi gelirken,insan geçmekte olan zamanın kıymetini daha iyi anlıyor.

Cuma gününü beklerken geçen beş günü kaçırmayıp,pazartesi sendromu diye bir kavramı zihnimizden silip atabileceğimiz , keyif dolu bir yıl olması dileğiyle..

19 Aralık 2011 Pazartesi

İZMİR'DEN GELEN KONUKLAR

Eski mektupları karıştırırken, birinin içinden İzmir Kemraltı'nda levanten bir sahaf olan Reha Abi'den alınmış eski fotoğraflar dökülüverdi. 1900'lü yılların başlarında İzmir'de bir fotoğraf stüdyosunda kameraya gülümsemiş insanların puslu silüetleri. Fotoğrafların arkasına da tarih ve kısa notlar düşülmüş. Belli ki uzaklarda bir yerlerde özlenen bir sevgiliye ya da bir dosta postalanmak üzere poz verilmiş. Kıyafetler çok şık, fötr şapka, kaşe kaban. Ahşap ağızlığın ucunda yanan sigaranın aksesuar olarak kullanılmış olması da enteresan.Yüzlerde mutlu mesut bir tebessüm.

Kim bilir kimdiler...Ve kim bilir bu fotoğraflar onca yıl sonra bir sahafın tezgahına nasıl düştü. Şimdi hayatta değiller muhtemelen, yine de bu blog aracılığıyla sanal alemde bir iz bıraksınlar istedim. Kim bilir belki de torunlarıyla bir yerlerde kesişmiştir yolum, farkında bile olmadan.

Ve bir kadın. İsmi belki Emine, belki Mari belki de Rahel. O da bu eşsiz şehirden gelip geçen yüzlerden sadece biri. Omuzlarında kürk bir etol, ince naylon çoraplar ve zarif deri ayakkabıları ile ne kadar da şık ve alımlı görünüyor. Saç modeli, tırnaklarındaki  koyu renk ojelere bakınca bu fotoğrafın neredeyse 90 yıl önce çekilmiş olduğuna inanmak güç. Cumhuriyetin ilk yıllarından bir zerafet örneği.

Çok sevgili İzmir'in, her daim güzel insanları anısına...


KIZ SEN ANADOLU'NUN NERESİNDENSİN?

Zehra-Mehmet-Hasan Tunç İstanbul 1956
Son okuduğum kitapta yüzyıllar süren göçler,savaşlar,sürgünler nedeniyle Türk insanının pek çok farklı kavimle karıştığını ,bazen itiraf edilmiyor olsa da geçmişte gizlenen etnik kimlik ve kökenlerden dolayı melezliğin oldukça yüksek bir oran olduğundan bahsediyordu.Ben de merak edip babaanneme,anneanneme sordum. Lakin öğrendiklerim kökenimizin ne olduğundan ziyade , dünyaya gelişimin pamuk ipliğine bağlı tesadüfler zincirinden ibaret olduğunu gösterdi.

Baba tarafımda hikaye çok ilginç. Babaannem Afrika kökenli bir aileden. Bildiğiniz kıvırcık saçlı , koyu renk tenli bir kadın. Babası cumhuriyetin ilk tütün eksperlerinden ( tevekkeli babaannem bildim bileli günde 3 paket sigara içer-üstelik 85 yaşında ve son ciğer filmi tertemiz çıktı!) Onun deyimiyle birinci cihan harbi sonrasında Bursa'ya yerleşmişler.

Hasan dedem ise Selanik göçmeni. Annesi Rabia bembeyaz teni, masmavi gözleriyle güzelliği  dillere destan olmuş devşirme bir Slav kadını.Yazık ki ömrü uzun olmamış. Dedem 5 yasında hem annesini hem de babasını kaybetmiş. Drama'dan zorunlu göç ile geldiklerinde büyük sıkıntılar çekmişler. Dedem 7 yaşından beri çalıştığını söyler, şu anda 88 yaşında ve pazar dahil her güne işe gitmeye devam ediyor.

Bir tanıdık vasıtasıyla dedem için Bursa'da bir kıza görücü gidiliyor.Lakin dedem o kızı değil , henüz 18 yaşında olan Zehra'yı kestiriyor gözüne. Düşünebiliyor musunuz birinin kızını istemeye gidip, evdeki bir başka kızı beğendim diye tutturmak. Olur du olmazdı derken , Hasan İstanbul'dan yolladığı, el emeği göz nuru kunduralar ile Zehra'nın gönlünü kazanıyor. Hemen evleniyorlar. İlk yılın sonunda da ilk çocukları Mehmet dünyaya geliyor. Yani babam...Rabia gibi sarışın, beyaz tenli, masmavi gözlü bir çocuk. Babaannem ne zaman babamın doğumundan konu açılsa söyle der :
Ben hastanede doğurmuş olsaydım Mehmet'i katiyyen kabul etmez, çocuklar karıştı derdim. Kimse de beni inandıramazdı. "

Anne tarafımda tesadüflerin şekli biraz farklı. Daha doğrusu Anadolu'nun ataerkil aile yapısı ve o dönemde evlenirken kadına söz hakkı tanınmıyor olması gibi etkenler olmasa ne annem ne de ben dünyaya gelmeyecektik. Anneannem yazık ki babaannem kadar şanslı bir kadın olamamış. Onu bir başkasına tercih eden ve süsülü hediyelerle gönlünü kazanmaya çalışan bir erkek olmamış hiç. Denizli kökenli bir aileden gelen Zennure'yi Aydın'ın Hacıaliobası köyünde hatırı sayılır bir varlığı olan çerkez Raşit'in oğluna istiyorlar. Zennure ne evlenmeye ne de şehirden köye gelin gitmeye yanaşmıyor. Fakat onun ne istediği kimin umurunda. Dedemi ilk kez nikahında görmüş. Eee annenanne dedim, beğendin mi adamı ? Begensen ne olur begenemesen ne olur dedi.Yırttım parçaladım kendimi evde, babam verdi bana söz düşmedi ki. İçim acıdı biraz. Sonradan sevmiş kocasını üç tane de çocugu olmuş ama bana sorarsanız hiç aşık olmadan gelmiş geçmiş koca bir ömür. Rahmetli Mehmet dedem Kafkas göçmeni bir Çerkezdi. Hem de en alasından. Çerkezlerin bütün katı kuralları ve geleneklerin sürdürülmüş yıllar boyu. Anneannemin hayatı hiç de kolay olmamış anlayacağınız.

Derken Zennure'nin ortanca çocuğu Sevda (1956 tarihinde Aydın'ın küçük bir köyünde dünyaya gelen bir kız çocuğuna verilen isim anneannemin durumunu düşününce oldukça manidar geliyor kulağa) ortaokula kadar ailesinden uzak Aydın'da yaşamak zorunda kalmış. ( Bu çok ayrı bir hikaye. Anneme böyle bir yazıyı borçluyum, yakın zamanda da yazacağım.) Sonra ver elini İstanbul...

22 yaşında bir arkadaşı aracılığıyla tanışıyor babamla. Babam görür görmez vurulmuş anneme. Sevda'nın bütün nazına, olmaz demelerine aldırmadan günlerce peşinden ayrılmamış. Derken bir gün annemin de içinde bir şimşek çakmış ve çok sempatik, çok sıcak bulduğu, aşkından deli divane olan bu adamı sevmiş. Sonrası ise malum arka arkaya iki kız çocuğu gelmiş dünyaya. Bir Aslı, diğeri de Ece.

Şimdi tüm bu yazdıklarımı okuyunca, Selanik'li Hasan ve Trablusgarp'lı Zehra'nın oğlu Mehmet ile  Kafkasya'lı Çerkez Mehmet ile Denizli'li Zennure'nin kızı Sevda'nın evliliği sonucu dünyaya gelmiş biri olarak, yazımın en başında belirttiğim melezlik oranın yüksek olduğu ihtimali konusunda hemfikir olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.

18 Aralık 2011 Pazar

2011'E VEDA EDERKEN

Bir kaç gün içinde dünyadaki milyonlarca inasan gibi 2011 yılı ile vedalaşıyor olacağım.Nedense bu yılbaşını daha bir heyecanla bekliyorum.Sanki sihirli bir değnek geçen yıldan kalan yorgunlukları,kırgınlıkları,belirsizlikleri silip süpürüverecekmiş gibi.

Nankörlük etmek istemem.Bu yılın bana sunduğu pek çok armağan da oldu.Hayatım boyunca unutamayacağım,bir şekilde bir yerlerde bırakılan izler var..

Örneğin bu blog,hayatıma tarifsiz bir enerji kattı.Çocukluğumdan beri hayallerimi süsleyen bir hevesti yazmak.Daha önemlisi yazdıklarımı paylaşabiliyor olmak.2011 yılının ocak ayında ilk kayıtlarımı yayınlamaya başladım.Geriye dönüp baktıgımda 58 kaydım yaklaşık 8.000 kez tıklanmış.İlk aylardaki kayıt sayısının azlıgını düşündüğümde ortalama olarak hiç de fena bir rating değil gibi.2012 yılının ocak ayında "Günlerden Bir Gün"ün  365. gününü kutluyor olacağım.

Yine bu yıl yedi yurtdışı,onlarca yurtiçi seyahatim oldu.Çeşme'ye, Dubai'ye ilk kez gidip,Suriye'deki çalkantının ilk şahitlerinden oldum.Kızlarla o çok sevdiğim adada rüya gibi üç gün geçirdim.Seyahatler açısından bereketli bir yıldı.

Deniz okula başladı,her geçen gün olduğu gibi büyümeye ve beni şaşırtmaya devam ediyor.

2011 yılını benim için çekilmez kılan , son ayların yoğunluğu ve iş hayatımda on iki ayda toplam üç yönetici, iki departman ve iki görev değişikliği yaşamam oldu sanırım.Tam bir şeyler oturdu derken herşeye sil baştan başlamak.

Geçen yıl olduğu gibi 2012 yılı için de listem hazır.Biraz telaş,biraz dinginlik,biraz huzur biraz macera ve bir tutam hayal bütün istediğim.

SERENAD

 
Sevgili Duygu'nun şiddetle tavsiye ettiği,hatta okumam için emanet ettiği Livaneli'nin Serenad kitabını uzunca bir uçak yolculuğunda okuma fırsatım oldu.Gidiş-dönüş toplam on saatte başımı bile kaldırmadan , tepemdeki okuma ışığının yetersiz aydınlığında,herkes mışıl mışıl uyurken elimden bırakamadan bir çırpıda bitiriverdim.Üstelik kitabın ilk paragrafı şöyleydi :

"Uçakta rahat eden insanlar ,yeryüzünden sekiz bin metre yukarıda,boşlukta ,metal bir kutunun içinde olduklarını unutup kafalarını şarabın kalitesine,yemeğin lezzetine,koltukların genişliğine takanlardır ki,hemen söyleyeyim ben de onlardan biriyim.Frankfurt-Boston uçağının rahat koltuğunda,beyaz Porto şarabımı yudumlayarak,jet motorlarının tatlı homurtularını dinlemekteyim."

Ne hoş bir tesadüf deyip, gülümsedim...Benim için Serenad şu ana kadar okuduğum romanlar içinde baş köşeye yerleşmiş bir başyapıttır.Neden mi?

Edebi değerinden,dilin olağanüstü başarılı kullanıldığından,muazzam betimlemeler ve süslü dil oyunlarından  falan bahsetmeyeceğim.Tam tersine beni Livaneli'nin yazar kimliği ile tanıştıran bu kitabın dili inanılmaz derecede yalın ve okuyucuyu bunaltmayacak kadar basit.Yazarın edebi kaygılar taşımadığı çok açık.

Kurgusu çok başarılı,konusu merak uyandırıcı.

İstanbul Üniversitesinin halkla ilişkiler sorumlusu Maya Duran , Amerika'dan konuşmacı olarak gelen 87 yaşındaki bir profesöre İstanbul'da kaldığı sürece eşlik etmekle görevlidir.Bir süre sonra profesör Wagner'in İstanbul'a sadece bir konferans için değil,yıllar önce kaybettiği büyük aşkı Nadia'ya son bir veda etmek için geldiği anlaşılır.

Kitap boyunca merakla bir sonraki sayfayı çevirirken, Wagner'in anlattıklarının yakın tarihimizde yaşanmış tüyler ürpertici olaylar olması itibariyle hüzne boğularak ve defalarca insanlığıma lanet ederek devam ettim okumaya.Yazık ki ben dahil,çoğumuz yakın tarihimize ne kadar da yabancıyız.Hepimizin tarihe dair bildiği  bir kaç kısa cümle ile bir kaç zafer sözcüğünden ibaret.'Mavi Alay','Struma' daha önce hiç duymadığım ve acı hikayeleri karşısında keşke isimleri tarihe bu şekilde geçmemiş olsaydı dediğim kelimeler.


Diğer taraftan Wagner'in konuşması sırasında sarf ettiği , hayat görüşümü yansıtan şu cümleler nedeniyle Livaneli'nin karşısında saygıyla eğiliyor ve günü birinde bir yerle rastlaşıp kendisine derin sevgi ve hayranlığımı sunabilmeyi ümit ediyorum.

"Benim tezim, bütün halkın, bütün kültürlerin birbiri hakkında ön yargı sahibi olduğudur. Eğer bir gün bu ön yargı kelimeleri, yani Avrupa dillerindeki barbar, Japon dilindeki gaijin, Müslümanlardaki kafir, Almanlardaki ari olmayan gibi ön yargı sıfatlarını kaldırabilirsek, amacımıza ulaşabiliriz. Amaç nedir derseniz, bence tam olarak şudur; insanın değerinin sadece insan oluşundan geldiği; din, milliyet, cinsiyet, renk, cinsel tercih, siyaset gibi bir takım ön sıfatlarla ayrımcılığa uğratılmadığı bir hümanizm anlayışı."

11 Aralık 2011 Pazar

YANNIS RITSOS - BİRDEN


Sessiz gece.
Sessiz.
Ve sen vazgeçtin beklemekten.
 Nerdeyse dingindi her yer.
Birden, orada olmayan kişinin
o canlı dokunuşunu duydun yüzünde.
 Gelecek.
Sonra kendi kendine çarpan pancurların sesi.
İşte rüzgâr da çıktı.
Ve biraz ötede,
kendi sesinde boğuluyordu deniz

Türkçeye uygun çeviri:Cevat Çapan

3 Aralık 2011 Cumartesi

DUBAI ÇÖL SAFARİ

Aralık ayının ilk günü..26H numaralı koltukta Dubai'den İstanbul'a doğru yol almaktayım.Kasım ayına sıcacık bir memlekette deniz ve güneş eşliğinde veda ettim.Aralık ayını ise buz gibi İstanbul havası ile karşılamak üzereyim.

Bu seferki seyahatim oldukça dolu ve mevsim itibariyle bir öncekinden çok daha keyifli geçti.Daha önce yapmaya fırsat bulamadığımız herşey için sevgili Aslı'nın bitmez tükenmez enerjisinin de katkısıyla  zaman yarattık.İtiraf ediyorum ki sabahları erkenden odamı aramasa,kalkıp harekete geçmem çok zor olurdu.Sadece sabahları mı..Geceleri de erken yatmamızı engelleyen şahane fikirler hep ondan çıktı :)


Biraz sıkıntılı bir uçuşun ardından Dubai'ye pazartesi sabahı saat 04:00 gibi varabildik.Kalkış için tam da piste çıkmışken motorlardan biri arızalanınca  uçağın içinde epeyce beklemek zoruda kaldık.Neyse ki Livaneli'nin 'Serenad'ı yol boyunca benimleydi ve sayesinde bir an olsun bile sıkılmadım.

İlk gün ,akşamüstü için çöl safari turu organize ettikten sonra Deira'dan onbeş dakika uzaklıktaki Al Mamza plajına gittik.Kasım ayının sonunda,pazartesi öğle saatlerinde güneşleniyor olmanın keyfi pahabiçilemez.Bir gün önce İstanbul'da kabanıma sıkı sıkı sarılmışken , bir gün sonra Dubai'de sere serpe güneşleniyordum!

Dubai'de kısa sürede ulaşılabilecek pek çok plaj var.Üstelik benzin çok ucuz olduğu için taksiye de dünyanın parasını ödemek gerekmiyor.Jumeirah Beach,Al Mamzar ,Jebel Ali bunlardan bazıları.Ya da bir gün bütünüyle Palmiye adasındaki Atlantis Aqua Park'da geçirilebilir.
Akşamüstü çölde ulaşım için özel dizayn edilmiş 4*4 bir araç otelin önünde bizi beliyordu.Dubai'nin dışına doğru yaklaşık 1 saatlik yolculugun ardından ,çölün girişindeki diğer araçlarla buluştuk.Tüm araçlar aynı anda safariye başlayıp birbirlerini makul bir mesafe ile takip ediyorlar.Çöl turunun daha güvenli olması açısından hiç bir araç tek başına hareket etmiyor.Diğer taraftan bir öndeki aracı izleyip,onun kum tepeleri üzerinden kayarak inişini , tozu dumana katarak ilerleyişini görmek adrenalini artttırıyor.Bu araçların bu kadar ince bir kumda,hızla ilerleyebilmesi şaşırtıyor insanı.

Yaklaşık 45 dk.süren bir turdan sonra ,yine bütün araçlar çölün ortasında kurulmuş özel bir alanda toplanıyor.Burada yöresel şekilde dekore edilmiş ,bedevi çadırlarını andıran bir mekanda oryantal danslar eşliğinde Araplara özgü yemeklerin tadına bakılıyor.Aynı anda kına yaptırıp , yerel kıyafetlerı denemek ve hatta deveye binmek de mümkün.Dubai'ye kadar gitmişken çöl havasını solumadan ve yüksek adrenalin vaadeden 45 dakikalık bir jeep safari turu yapmadan olmazmış sahiden.Gecenin kalanı için ise şiddetle tavsiye ediyorum diyemem.Kilim desenli minderler,nargile ve oryantal danslar bizim zaten aşina olduğumuz detaylar.Bu nedenle Avrupalı ya da Amerikalı turistler kadar ilgi ile izleyemedim.Hatta onca yorgunluğumun üzerine vakitlice otele dönmeyi yeğlerdim.

Sonraki günler toplantılar ve olağan iş telaşlarıyla geçip gidiverdi.Akşamları Dubai Mall'de kaybolup,Burj Al Kaifanın heybetli görüntüsünü fon yapıp ,bol bol fotoğraf çekmeyi ihmal etmedim.Havuzdaki su ve ışık gösterileri yine büyüleyiciydi.

Dubai gece hayatına karışma girişimimiz,jean pantalon ve spor ayakkabılarımız yüzünden biraz hüsranla sonuçlansa da gecenin sonunda renkli gökdelenlere karşı içtiğimiz kahve ve cheesecake in tadı hala damağımda.Siz siz olun gece dışarı çıkmak ve bir kaç gece kulübünde vakit geçirmek isterseniz, valizinizde mutlaka gece giyilebilecek bir kaç özel parçaya yer ayırın.Mekanlar ile ilgili ise http://www.timeoutdubai.com/ adresinden detaylı bilgi alabilirsiniz.

Uzayıp giden taksi kuyruğunda oynadığımız küçük oyun,'yeşil taksi' ,14 oda ,havlu terlikler ve tarçın rengi bedevi kostümü  ile her anımsadıgımda gülümsememi sağlayacak unutulmaz bir seyahatti.