10 Ekim 2013 Perşembe

MİGRENZEDE

Alışıyor insan.Çaresizsen, tanı var tedavi yoksa alışıyorsun migren illetine.Öyle bir ağrı ki başını koparıp atmak, ağrıyan noktadan itibaren keskin bir kılıçla tepeni kesip bedeninden ayırmak istiyorsun,yapamıyorsun.Bir süre sonra elin,kolun gibi bir uzvun haline geliyor.Nur topu gibi kronik bir baş ağrın oluyor,yadırgamıyorsun bile.

Bazen geliyorum diye önceden haber verip yokluyor.Hemen şiddetinden korkup ilaçlara sarılıyorsun.Evde,çantada,ofiste,arabada migren ilacı hazırda bekliyor.Tatil listelerinde ilk sırada yer alıyor.Öyle aspirinle,parasetamolle ya da bilindik ağrı kesicilerle olacak iş değil.Çoğu zaman migren ilaçları bile etki etmezken,aspirini kutusuyla birlikte yutsam neye yarar.Bazense aniden gelip günlerce kalıyor.En kötüsü de akşamdan başlayıp uyandığında hala kaldığı yerden devam ediyor olması.Günaydın yeni gün, mutlu sabahlar kuzum ve kahrol migren dedirtiyor sabah sabah.

Ağrıdan ziyade insanı gündelik hayattan kopartacak kadar derin bir acı.Morarmış bir yere bastırınca hissedilen ızdırabın sürekli kaşınızın üzerinde,başınızın tepesinde ya da ensenizde bir yerlerde olması.Gözleri kör edip,korkunç bir mide bulantısına sebep olması da cabası.Beni iyi tanıyanlar gözlerimden anlıyor artık.Sızlanmasam da, durup "senin bugün başın mı ağrıyor" diyebiliyorlar.Gözlerimden belli oluyormuş,ne tuhaf.Acılı bakıyorum demek ki.Ya da ışığa olan hassasiyet artmışken ve ofiste kaçış yokken gözlerim "imdaaat beni karanlık bir odaya kapat" diye yalvarıyor belki.

İlk zamanlar çok moralim bozulurdu.Kabullenmek kolay değil.Yine gözlerimi açamıyorum diye isyan edesim gelirdi.Hele ki tanı koyulan ilk dönemlerde durum daha vahimdi.Bünye öncesinde böyle bir duruma alışkın olmadığı için,gece gündüz soluğu acil serviste alırdık.Gelsin iğneler,serumlar...Şimdilerde düşününce tahtalara vurup bu kadarına şükür,ilk zamanlar fenaydı diyorum.Sanırım değişen ağrının şiddeti değil,artık bu ağrıyı kanıksamış ve kabullenmiş olmam.Tedavisi yok ama tetikleyicilere dikkat edersen iyi olur diyorlar.Kırmızı şarap,beyaz peynir,şeker,çikolata,kakao vb...Liste uzayıp gidiyor.Bütün bunları yemediğim günlerde de ağrı gelip saplanıyor mu? Evet!İçerikten dolayı ağrıyı şiddetlendiriyor olabilirler fakat tüketmiyor olmak bir daha hiç başınızın ağrımayacağı anlamına gelmiyor.

Bu da benim hayatımın en sevmediğim gerçeği işte.Yine de en zor zamanlarda olduğu gibi,daha beteri de olabilirdi deyip teselli bulmaktan başka çare yok.

Baş ağrısız gün,en mutlu gündür!

12 Temmuz 2013 Cuma

ALMANYA İLE İLK RANDEVU

Almanya'ya ilk kez ayak basan biri olarak önyargilarim tavan yapmış vaziyetteydi.Uçaktan körüğe geçerken vücudumda hafif bir titreme hissettim.Endişe ve korku almış başını gidiyordu.Ben bunca zaman Almanya'yı Nazi zulmünü konu alan filmlerden,ikinci dünya savaşına olan merakımdan ve Fatih Akin'in bol acili göçmen hikayelerinden biliyordum..Bu şartlar altında insanin objektif olamaması çok doğal.Sanki havalimanına ayak basar basmaz elinde iri Alman kurdu olan polisler yolumuzu kesecek ya da bir kaç achtung achtung anonsundan sonra ellerimizi duvara yaslayıp üstümüzü başımızı arayacaklar gibi bir telaşım vardı.Dedim ya bi tane olumlu bir yargı oluşmamış kafamda.Üstelik Almanya ile tanışmak için Nurnberg gibi olabildiğince sağ eğilimli,vakti zamanında Hitler'in partisinin ve faişist fikirlerinin doğduğu ve geliştiği yerdeyim.Oh ne ala!

Nurnberg...Nasyonel sosyalizmin beşiği.Daha da evvelinde Alman birliğinin kurulduğu,Bavyera eyaletinin en eski şehri.Adım başı onümde dev gibi dikilen katedralleri,süslü meydanları ve beni utandırırcasına yardimsever davranan insanları ile sevilesi bir yermiş doğrusu.İnsanlar geçmişleriyle o kadar barışık ya da geçmişteki hatalardan ders almak için o kadar istekliler ki..Her bir restaurant,cafe ya da otelin duvarlarını savaş zamanı mekanın bulunduğu caddenin ya da sokağın bombalanmış görüntüleri süslüyor.Matah mi,iç açıcı mı?Tabi ki hayır.Utanç duydukları için her gün o fotoğraflara bakarak geçiyorlar işlerinin başına.Kim bilir belki unutmamak,unutturmamak için.Ne de olsa yarim yüzyıl önce fuhrerleri Alman ırkına mensup olmayanları,eşcinselleri,engellileri topluca ölüm kamplarına yollarken hepsi birden alkış tutuyordu!Tanrının unutma lütfuna sahip olamaması gereken milletlerden biri oldukları aşikar...

28 Mayıs 2013 Salı

PLATONİK AŞKLARIN BAŞKENTİ

Dubai...

Platonik aşkların başkenti.En azından benim için öyle olduğu kesin!

Çok güzel.Hatta dehşete düşürecek kadar kusursuz.İlk bakışta dikkatimi çekiveriyor hemen.Sonra  yine karşıma çıkıyor bu defa bir başka yerde.Dönüyorum dolaşıyorum,benzerlerine bakıyorum aynı duruş aynı asalet yok.Bire bir benzeri,tıpkısının, aynısının  bir boy küçüğü var yine de aklım diğerinde.Bir adım ileri bir adım geri derken hoop yine dibinde bitivermişim.Bir yanım her zamanki sağduyulu tavrı ile "ne gerek var simdi çok manasız" derken baştan çıkartmaya kurulu diğer yanim "aman bi daha mı geleceksin dünyaya al gitsin diyor".Kendimi etrafa ter saçarak sevgilisine seslenen Rocky  gibi hissediyorum.Benim de bu ikilemlerin arasında içimden "Adriannnn" diye bağırmak geliyor.İstanbul'da yok mu,alası var ama burası başka.Her yer ışıl ışıl ,adrenalini tavan yaptıran,hadi gel gel de al diyen davetkar bir yer.

Her alışveriş bir aşksa Dubai'de bu aşk çoğu zaman platonikten öteye geçemiyor.Mevzu bahis olan devasa alışveriş  merkezleri ve lüks tüketim olduğunda görmek,dokunmak,uzaktan sevmek serbest ama alıp götürmek biraz zor.Malum markalar muazzam ,fiyatlar ateş pahası.Belki de en guzeli,o çanta bu valize girmeliydi diye hayıflanmak yerine üç gün sonra hevesim çoktan geçmiş olacaktı diyerek teselli bulmak.

14 Nisan 2013 Pazar

YANNIS RITSOS-IKIMIZ


El sıkıştığımız anda
Rüzgarın avuçlarımız arasında sıkıştığını duymadın
Belleğin kendini hazırlamasıydı bu aslında
Buluşmadan önceki ayrılıştı,duymadın...

Eksiksizdin sen;
Bütün çıplaklığına sarılmış,
Bir orman yangınındaki ağaçlar gibi
Onurlu ve korumasız...

Türkçeye uygun çeviri : Cevat Çapan

23 Şubat 2013 Cumartesi

KÖREBE

Aşk, onda bir başkasının göremediğini görürken, başkalarının gördüğüne ölümüne kör olmaktır.

Yan masada bir adam. Karşısındaki kızın gözlerinin içine bakıyor, titreyerek. Eli eline değiverse ayakları yerden kesilecek. Gözlerini kırpmadan kırpıştırmadan sürekli kıza bakıyor. Önce adama sonra da merak edip kıza dönüyorum. Başını önüne eğmiş büyük bir iştahla tabağındaki krema sosunu sıyırmakta, tek başına yemek yermiş gibi bir hali var. Çocukcağız bir süre sonra kızın ilgisini çekmek için kendi tabağı ile kızın tabağını yer değiştirip şirinlik yapmaya çalışıyor. Kızdan gelen tepki zoraki, sevimsiz bir gülümseme hepsi o kadar. Allah allah diyorum ne tuhaf. Bu adam bu kızda ne buluyor yahu..!

Bir arkadaşım deli divane olduğu birinin ilk kez evine gidiyor. Bir telaş bir heyecan ki sormayın gitsin. Bütün gece baştan aşağı fiyasko...Olabildiğince özensiz bir karşılama, ikram edilen üçü bir arada kahve, hiç bir mahremiyet gözetilmeksizin darmadağın bırakılmış bir ev.

Karşılıklı bir kaç kelamdan sonra ortam şenlesin diye olsa gerek adam cd çalara yöneliyor. İlk buluşmada romantik bir kaç melodiden daha iyi ne olabilir derken "Demet Akalın sever misin?" diye bir soru geliyor. Bizimki, sevmem hatta nefret ederim ben latin, jazz dinlerim diyemiyor.

Simdi sabaha kadar bu adam sana göre değil desem bir kulağından girip diğerinden çıkacak. Çünkü mevzu bahis aşk olunca kılıflar hazır;

Cahil bir kere senin dengin mi: Öyle ukala bilmiş değil ama.

Zevksizin teki: Bir şekilde kendi tarzı var sempatik aslında.

Bu kadar vurdum duymazlığa pes!: Onun genel yapısı bu sırf bana karsı olsa haklısın.

Kaba saba biriyle ne işin var: Onun yetiştirilme şekli farklı, süt kuzusu olsa daha mi iyiydi?

Aşk diyorduk değil mi? Külliyen aptallık değil de ne?

4 Şubat 2013 Pazartesi

TURK COCUGUNUN TERLIKLE IMTIHANI

Dokuz ay karnımda taşıdım,emzirdim gün be gün büyüttüm,her anına sahitlik ettim..Yine de bütün bunlar tam olarak annelik mertebesine eriştiğimi dün aksam kurduğum su cümle kadar hissettirmedi.

"Bak simdi terlik geliyor ha!"

Lafin ağzımdan çıkmasıyla tüm öfkem yerle bir oldu.Ben birden deli deli gülmeye başlayınca oglan da ne olduğunu anlayamadı ve tum sevimliliğiyle sırıtmaya başladı.

Ah be Asli dedim kendi kendime iste simdi gercek bir anne oldun.Bir kaç zaman sonra el alemin çocuğu ile baslayan cümleler de kurmaya baslarsan hic şaşırma.İnsan yaslandıkça annesine benzer diyorlar ya doğruymuş,ya da anne olunca anlarsın diyenler yüzde yüz haklıymış.

İsin komik tarafı bizim çocukluğumuzda terlik gercek bir silah anneler de deneyimli birer silahşor gibiydi.Ani bir hareketle oldu bitti diyene kadar terlik fırlamış olur ve  vurduğu yerde gul biterdi.Epey bir maharet isiydi etrafta koşuşturan bir çocuğa terligi denk getirmek.O donemin terlikleri de okkalıydı hani.Simdikiler gibi ici disi elyaf yumuşacık ev terlikleri nerdeee...Üstleri hakiki deri altları kösele.Hele bir esem terlikler vardı ki sormayın gitsin.Hatırlayanlar bilir.Altı en az dort cm.kalınlığında müthiş agir bir terlikti.Kaba ete oturdu mu alkış patlamış gibi bir ses çıkar,acisi insanin içine otururdu.Şimdiki çocuklar şanslı.

Ben de geleneksel anne yöntemi ile Deniz'i korkutmak için terlikle tehdit ettim.Kıyıp da vuracağımdan degil elbet.Sonra ayağıma baktim da  plastik parmak arası bir terlik.Attığım tas ürküttüğüm kurbağaya bile değmez :)

 Artık modern caga uygun ve daha etkin tehditler lazim ama insan annesinden  kulağında kalanı çocuğuna zikrediveriyor farkında olmadan.

"Deniz oglum bak şansını zorlama yoksa ipadi yarin sabah ofise götürürüm" yerine göre çok daha etkili olabilir...



20 Ocak 2013 Pazar

FLORANSA

Süslenip püslenip gelin olmayı beklerken,bir türlü aşığına kavuşamayıp orta yaşlarını çoktan devirmiş bir İtalyan dilberi Floransa...Lakin hala çok güzel ve baştan çıkartıcı.

Soluk pastel renkli yapıları, eski taş sokakları,birbirinden ihtişamlı meydanları ve süslü köprüleri ile eşsiz güzellikte.Yürüyerek dört bir köşesinin didik didik edilebildiği bu şehirde,gün boyu birer sokak arayla sürekli aynı yerlerden geçip zerre kadar sıkılmıyorum.Tuhaf bir şekilde her gidişimde beni kendine biraz daha hayran bırakıyor.Seyahatler sıklaştıkça turistten öte, yerel halktan biri gibi olmaya başlıyor insan.İşte hikayenin en heyecan verici bölümü tam da burda başlıyor.

Bu defa Duomo meydanının hemen  köşesinde,Roma caddesi üzerinde tarihi bir binada konaklıyorum.Residenza Giotta,İtalyan bir ailenin  büyük annelerinden kalan dairenin odalarını kiraladığı bir apartman katı.Mutfağı ve minik bir terası var.Otellerin soğukluğundan  ve standartlarından uzak,Floransa sosyal hayatının tam  göbeğinde.Apartman şahane.Meşhur Roma caddesine açılan dev gibi, yüzlerce yıllık bir kapıdan geçip,metal bir kafes şeklinde iki kişilik eski sistem asansörle en üst kata ulaşılıyor.Merdivenlerde alt dairedeki avukat ya da aynı yede ikamet eden bir kaç öğrenci ile selamlaşmak mümkün.Odalar olabildiğince mütevazı.Tavanlar yüksek,bir kaç parça eşya ve koskocaman bir pencereden başka bir şey yok.Pencere o kadar büyük ki neredeyse tüm katedrali olduğu gibi odaya sığdıracak.Gece yatağa uzandığımda,çan kulesinin puslu ışıklarıyla uykuya dalarken sabah yine kulenin güneşin ilk ışıklarıyla parıldayan pembe beyaz mermerleri uyandırıyor beni.Ve yepyeni bir Floransa günü beni bekliyor.





 
Duoma meydanındaki Santa Maria Del Fiore’nin yanından geçip,Dante’nin efsanevi aşkı Beatrcie ile karşılaştığı küçük kilisenin sokağından Arno nehrine doğru süzülüyorum.Sağ kolda Dante’nin 1200 yıllarında yaşadığı ev çıkıyor karşıma.Hala dimdik ayakta.Şaşılacak şey,bu şehirde her yapı her detay tıpkı yüzlerce yıl önce olduğu yerde.Arno nehrine varmadan yönümü Piazza Della Signoria’ya çeviriyorum yani senyörler meydanına.Michelangelo’nun dünyanın en güzel üç heykelinden biri  kabul edilen Davut heykelinin bir kopyası senyörler sarayının girişini süslüyor.Her seferinde bakıp iç çekiyorum.Hem heykeltıraşın dehasına hem de Davut’un kusursuzluğuna.Rönesansın beşiğindeyim.Bir yanımda Michelangelo’nun eserleri,bir yanımda Niccolo Machiavelli’nin çapkınca gülümseyen heykeli.Leonardo da Vinci’nin de Floransa’dan yetiştiğini unutmak olmaz.Şehrin dört bir tarafından sanat fışkırıyor.Senyörler sarayının hemen yanı başındaki Uffizi galerisi de dünyanın en önemli sanat galerilerinden biri ve ne zaman bu galeriye uğrasam saatlerin nasıl akıp geçtiğini fark edemiyorum...
 
DAVID


PONTE VECCHIO
 
Ponte Vecchio’dan ağır adımlarla geçerken sağlı sollu dükkanların vitrinlerine göz atmayı ve köprünün ortasında fotoğraf çeken turistleri izlemeyi seviyorum.Üzerinde küçük odacıkların olduğu,dışarıdan bakıldığında çok ilgi uyandıran bir köprü.Orta çağdaki kasap dükkanlarının yerini, kira fiyatlarının artması sebebiyle kuyumcular almış.2.Dünya savaşı sırasında Arno nehri üzerindeki tüm köprüler yıkılırken yalnızca Ponte Vecchio bombalanmamış.Katledilen milyonlarca insandan daha kıymetli sayılıp, yıkılmaya kıyılamamış olması tüylerimi diken diken ediyor.
 
 Gidilen yer Italya hele de Toskana olunca seyahatin en önemli gündemlerinden biri şüphesiz yeme-içme oluyor.Birbirinden leziz pizzalar,makarnalar,aperatifler ve taze şaraplar günü hangi saati olursa olsun insanı cezbediyor.Sabahın köründe şarap içmek,gecenin bir yarısı yemek yemek geliyor içimden.Geri döndüğümde pişman olup, spor salonuna koşacağımı bile bile kendimi adeta karbonhidrat denizinde boğuyorum...

Turistik meydanlardaki ünlü lokanta ve cafeler yerine ara sokaklar ve şehrin biraz dışındaki lokal yerler çok daha keyifli.Hele bu seferki keşif son derece kayda değer.Şehrin diğer tarafında,Arno nehrinin öte yakasında 4leoni isimli şahane bir lokanta...Menu geldiğinde garsonu çağırıp ingilizce versiyonunu istediğimizde gülümseyerek sadece italyanca menu olduğunu söyleyerek ekliyor “merak etmeyin beş dakika sonra İtalyanca öğrenmiş olacaksınız!”.Sahiden de o nedir bu nasıl vs.derken kısa süre sonra menü hakkında az çok fikrimiz oluyor.Yine de sipariş ettiğimiz tortellininin armutlu olduğunu anlayamamışız.Hafif mayhoş lezzettin kaynağının bildiğimiz armut olduğunu öğrenince epeyce şaşırdık.İngilizce menu olsaydı ve biz yemeğin tam olarak neler içerdiğini anlayabilseydik armutlu bir makarna sipariş eder miydik bilmiyorum ama kesinlikle hayal kırıklığı yaratmadı.

 

 Yerel mutfaklardan tercih edilen bir diğer adres de  La Cucina Del Garga.San Lorenzo pazarının arka taraflarında hiç de işlek olmayan bir sokakta tipik bir Toskana mutfağı.Yerden tavana kadar her yer tablolar,heykeller ve envai çeşit sanat eserleriyle dolu.Bir tabak spagetti vebir kadeh şarap ile kendinizi çok renkli bir sanat galerisinde yemek yiyiyormuş gibi hissedebileceğiniz çok sevimli bir yer.

LA CUCINA DEL GARGA
Ruhun kültür sanatla,bünyenin leziz toskana yemekleri ile doyacağı küçücük bir kaçamak isterseniz,bir hafta sonu yeter de artar bile...İşte bir kaç küçük ipucu :)


www.thy.com.tr

www.trenitalia.com

www.4leoni.com

www.garga.it

www.residenzagiotta.it
 
 

 




 


1 Ocak 2013 Salı

KARINCANIN SU İÇTİĞİ

Deniz bu gece öyle dingin ki,tek başına arzı endam eden teknenin aksi aslından daha gerçek...

Onca yıldır sahili ilk kez bu kadar esintisiz, gökyüzünü bu kadar berrak görüyorum.Ayın tüm ışığı hiç bir katmana takılmadan geceyi aydınlatıyor gibi.Suyun üzerinde zerre kıpırtı yok.Neredeyse uzanıp gözümle tek tek seçebildiğim taşları toplayacak ve suyun üzerinden yürüyerek karşı kıyıya geçivereceğim.

2013 yılının ilk dakikalarında belki yılda, belki on yılda bir denk gelecek güzellikte bir manzara uzanıyor karşımda.Gecenin sessizliğini uzaklardan gelen yılbaşı kutlamalarına yarenlik eden bir davul sesi bölerken,denizin ve gökyüzünün durgunluğunu bir kaç renkli fener süslüyor.Hayatımda ilk kez gördüğüm fenerlere büyülenmiş gibi bakıyorum.Kağıttan yapılmış,içindeki mum yandıkça ısınan havayla yükselen,denizin üzerinden göğe doğru süzülen renkli ateş topları.Büyük şehirlerin gürültülü ve bol dumanlı havai fişek gösterilerinin yanında tam da adaya yakışır naiflikte,masalsı  bir ışık gösterisi.


Bir aşağı bir yukarı yürürken defalarca şaşılacak şey diyorum,bu nasıl bir gece,nasıl bir sükunet.Yaşar Kemal'in "karıncanın su içtiği" dediği deniz bundan başkası olamaz.Ah Yaşar Kemal ah. Bilmezsin ki bütün benliğimi saran sevdaların baş müsebbibi sensin.Biri beni hipnoz etse ve belki bilinçaltımdan belki de eğer varsa önceki hayatımdan bir sebep bulsa diyordum şu ada takıntıma.Mesela  hooop eski hayatınızda çöllerde kalmış sefil bir bedeviymişsiniz ondan suya, adaya düşkünlüğünüz dese fena olmazdı doğrusu.Sonra bir de baktım ki bayılıp ayılmaya lüzum yok,cevap başucumda duruyor.Yaşar Kemal'in bir ada hikayesi serisinin ilki ne kadar da derinden etkilemişti beni.Belki de bu yüzden her gittiğim adaya Poyraz Musa ve Vasili'nin adası burası olabilir mi diye baktım.Fakat bu gece eminim.Bir karınca ancak gözlerimin önünde uzanan bu derece durgun bir denizden,Cunda kıyısından su içebilir.