24 Haziran 2012 Pazar

Karşılıksız nezaket,biri için yemek hazırlayıp son dakika ekilmek gibi.

Onca saat didin dur, sevdiği yemekleri seçip özenle hazırla.Geldiğinde ne kadar da keyifli bir akşam yemeği olur diye düşün.Sonra karşı taraf bir bahaneyle iptal etsin ve kendi hazırladığın canım yemeği tek başına oturup ye!

Özene bözene, noktaya virgüle dikkat edip, en makul üslupla iletişim kurmaya çalışıp, olabilecek en sıradan ve baştan savma şekilde yanıt almakla yüzde yüz aynı şey!

Önceden kimin gün içinde ne yaşadığını, o anki ruh halini, evden çıkarken başına gelenleri bilemeyiz diyerek tolerans gösterilmesi gerektiğine inanıyordum.Fakat o kadar üst üste geldi ki artık kimsenin yaşadığı kişisel sorunlarının bir başkasına kabalık etmesi için bir bahane olamayacağını düşünüyorum.

Bu şehir mi bu kadar hoyrat yapıyor insanları, yoksa içinde dönüp durduğumuz profesyonel hayatın çarkları mı bilmiyorum.Bildiğim tek şey kendimin de değişiyor olmasından duyduğum rahatsızlık. Farkında olmadan "İnsanları değiştiremiyorsan kendini değiştir" tavsiyesine uymak gibi...Acaba sahiden de bu mudur doğru olan? Eleştirdiğimiz insanları değiştiremediğimiz için onlar gibi olmak mı yoksa her şeye rağmen değirmenlere karşı savaşmaya devam etmek mi?

14 Haziran 2012 Perşembe

KARMAKARIŞIK

Vakti zamanında bir tavsiye üzerine Schopenauer'un "Aşkın Metafiziği" kitabını almış, bir süre sonra saçmalıklar silsilesi deyip bir köşeye fırlatmıştım. Duyguları hiçe sayıp aşkı üremeye indirgeyebilmek için ya hiç aşık olmamak ya da birinden büyük bir kazık yemek lazım diye düşündüm. Üstelik eşcinsellik ve orta yaş üstü aşklara acaba nasıl bir yorum getirirdi diye de kafamda onlarca soru işareti bırakmıştı? Mümkün olabilse sayın üstat peki ya platonik aşktan ne haber diye sormak isterdim kendisine.

Şimdi ise acaba bu söylem, insanoğlunun aslında hiç bir matematiği olmayan ve kontrol edilemeyen , adına aşk dediğimiz kavrama karşı kendini korumak için kullandığı bir kalkan olabilir mi diye düşünmüyor değilim.

Öyle tuhaf,öyle çelişik ki...

Biri aşk yüzünden ızdırap içinde kıvranıp, bir türlü huzura eremezken, bir başkasının yüzünde güller açıyor gözleri ışıl ışıl. Öyle çok parlıyor ki hepimiz bu mutluluk bulutundan nasibimizi alıyoruz. Şimdi her iki duruma da sebebiyet veren aynı aşk değil mi?

Bir taraf vazgeçmesi gerektiğine kendini inandırmaya çalışırken kalbi ile beyni arasında müthiş bir mücadele veriyor. Ben de telefonda ahkam kesiyorum. "Bak kafanda bitirdiğin zaman o kişi ile bağlantıyı kopartmış olacak ve hafifleyeceksin" diye. Oysa adım gibi biliyorum, binlerce kez bitti dese de insan göz pınarları kuruyuncaya kadar ağlayıp bitap düşmeden, dibe vurmadan atlatamıyor. Diğer taraftan atlatmaya gönüllüyse ne ala. Aksi takdirde daha kaç zaman aynı girdabın içinde boğulmaya devam edecek kim bilir. Dedim ya ne matematiği var ne de kontrolü. Birisi ne kadar gözüne sokarsa soksun, aşkın pembe tül perdesi indiyse gözlere, görmemek, duymamak, bilip de bilmemezlikten gelmek kaçınılmaz. Sonrası dizilerin tekrar eden bölümlerinden farksız. Aynı olaylar, asla değişmeyen insanlar, aynı cümleler ve aynı yanılgı, aynı kalp kırıklığı.

İşte bu teselli turlarında hemen aklıma Schopenauer geliyor. Aslında aşk gerçek bile değil. İçgüdülerin bizi soyumuzu devam ettirmek için karşı cinse yakınlaştırmasından ibaret. Böyle bakmak harika bir kılıf ne de olsa. Üstelik kalp de neymiş tüm organlar gibi onu da beyin yönetmiyor mu?

Buraya kadar iyi güzel de peki öbür tarafta henüz gözlerinin içine bakıp, eline bile dokunamadığı biri için yüreği pır pır edene haksızlık olmuyor mu? Pamuk şekeri tadında bir hayalin keyfini sürerken yaşasın beyin kahrolsun kalp diyebilmek mümkün mü?

Yaşama sevinci yükleyip, adrenalini tavan yaptıran da o depresyona sürükleyip yüreği lime lime eden de. İster fiziği çözülmeye çalışılsın ister metafiziği konu aşk olduğunda akan sular duruyor. Kapalı bir sandık aşk. İçinden kime ne çıkacağı ise hiç belli değil. Kimine gül bahçesi vadediyor kimine dikenli teller...







6 Haziran 2012 Çarşamba

KAHVENİZİ NASIL ALIRDINIZ?


Orta ya da şekerli demeyin, nasıl olsa adada tüm kahveler sadeye yakın geliyor. Israr edip ikinci kez şansınızı da denemeyin sonuç değişmiyor. Varsın adanın da tek kusuru bu olsun. İyisi mi fincanın içini boş verip envai çeşit antika fincanın büyülü güzelliğine ortak olalım.

Kahvenizi nasıl alırdınız?
 
Yüz yaşını devirmiş altın varaklı bir fincanda mı yoksa çiçeklerle bezeli ayaklı bir çin porseleninde mi?

Bozcaada'ya iner inmez soluğu Kaikias'ın huzur dolu terasında alıyoruz. Handan Hanım her zamanki gibi sıcacık bir gülümsemeyle karşılıyor bizi. Bir otel sahibesinden çok dostlarını bekleyen kadim bir dost gibi...

Yol yorgunluğuydu , kahvaltıydı derken otelin hemen yanı başında kapısını aralamış antikacıya takılıyor gözüm. Eskilere olan merakım malumunuz. İçeriye bir göz atıp çıkmak istiyorum. Ufuk Bey içeriyi derleyip toplamaya nadide parçaları gün ışığına çıkartmaya yeni başlamış. Bir taraftan eşyaları ordan oraya taşırken bir yandan da içerisi kötü kokuyor değil mi diye hayıflanıyor. Oysa benim aldığım tek koku rutubete karışmış ahşap ve toprak kokusu. Ben meraklı gözlerle acaba içeride ne var ne yok, kim bilir hangi hazineler saklı diye düşünürken hoş bir sohbete başlıyoruz. Her bir nesneye dokunup hikayesini dinlemeye can atarken ne kadar da güzel bir iş yapıyorsunuz diye imrendiğimi belirtiyorum. Yok diyor,a slında hiç de öyle değil...İnanın insan çok sevdiği bir şey de olsa para kazanma amacıyla yapıyorsa artık eskisi kadar keyifli olmuyor. Sizin sadece beğeninize göre değerlendirdiğiniz objeleri ben satar satmaz diye ayırıyorum.

Beklediğim yanıt olmasa da biraz daha dinledikten sonra hak veriyorum. Hangi işin içine ticari kaygılar girse o işten alınan keyif oracıkta sonlanıveriyor demek ki.


Merakımı fark ettiğinden olsa gerek nezaketle eski kartpostalları, gazeteleri gösteriyor. Bu yıl dokümandan çok porselen geçmiş eline. Yarın uğrarsanız çok parça olur diyor. Derken ahşap bir kutuyu gösterip bunu da vakti zamanında almışım şimdi çiçek eksem ayıp olur, satmaya kalksam kimse almaz üstelik moral bozucu en iyisi ortalıktan kaldırmak diyor. Ben kutunun üzerindeki paslı haçı görene kadar bunun bir bebek tabutu olduğunu anlayamıyorum. Bir anda tüylerim diken diken oluyor. Küçük bir teselli olur belki diyerek buraya kadar geldiğine göre belli ki kullanılmamış diyorum. Lakin bir insan neden evinde onlarca yıl boyunca bir bebek tabutu saklayıp günün birinde eskiciye satar anlamak zor. İşte bu yüzden seviyorum antikacıları. Umulmadık bir eşyadan umulmadık bir bir türlü hikaye çıkıyor.

Tabuttan eski kartpostallara ve gazetelere geçiyoruz. 1902 basımı orijinal bir "Le Petit Journal" var karşımda, inanılmaz derecede iyi korunmuş. Sayfalarında bir tek kırışıklık bile yok. Gidip gelip bakıyorum ve en sonunda da almaya karar veriyorum. Fakat üzerimde para yok. Parasını verince alırım - alın sonra verirsiniz sorunsalinden sonra antikacıdan veresiye alış veriş yaparak tarihe ismimi altın harflerle yazdırıyorum :)

Ertesi gün yine ilk işim yeni açılan paketleri görmek için Ufuk Bey'in yanına uğramak oluyor. Bu defa raflar ve masa üstleri çeşit türlü porselenlerle dolu. Kimi fincan takımdan geriye kalan tek parça olmanın gururuyla gülümserken kimi tabaklar da yapayalnız kalmanın hüznüyle bakıyor gibi yüzüme. Kim bilir kimin çeyiziydi, kimlerin sohbetine kulak misafiri oldu diye düşünürken yine merakımı bastıramayıp soruyorum. Yahu kim aile yadigarı yemek takımlarını, kartpostalları satar!


Resim yazısı ekle

Genelde yaşlı insanlar ölünce kimi kimsesi yoksa ya da yakınları hatıralara duyarsızsa evi boşaltmak için çağırıp ne var ne yoksa inceletip satıyorlarmış. İçim burkuldu bir an. Bir şekilde halen yaşamıyor olsa da birilerinin mahremine dokunma duygusu...

Mahrem demişken, günün birinde Ufuk Bey'in eline bir günlük geçmiş. Hem okudum hem utandım diye anlattı. Yaşlı bir adam sahilde bir tekneye vurulmuş, günlerce betimlemiş durmuş. Parası yetmediği için alamıyor olmaktan şikayet etmiş. Yol yöntem aramış, öte beriyi satsam demiş yine olmamış. Derken bir gün bakmış ki tekne birine satılıvermiş...Mutsuz biten bir aşk hikayesi gibi. Ufuk bey hem merakımdan okudum hem de içten içe utandım diyor. Öyle ya kim günlüğünü günün birinde okunacağını düşünerek yazar. Bir senaristin çok ilgisini çekmiş günlük hemen satın almış. Belki bir gün Bozcaada'yı süsleyen bir antikacının rafında bekleyen hikaye bir dizide ya da bir filmde karşımıza çıkıverir,kim bilir...