29 Ekim 2011 Cumartesi

BİR SEYAHAT BİN LEZZET

Gaziantep'i merak ediyorsanız bu şehri sevmek için en az iki sebebiniz olacağını garanti ederim: Kebap ve baklava!Açıkçası Antep deyince aklıma  ilk gelen tarihi , kültürel zenginliği , doğası vs . dersem külliyen yalan söylemiş olurum.Yemek yemeyi seviyorum , yaşamak için değil yemek için yaşayanlardanım.Yediğime içtiğime dikkat ediyor olmasam bin kilo olma potansiyelim var.Bu yüzden öğünlerimi fazla abartmamaya gayret ediyorum.Gelin görün ki yolunuz Anadolu'ya hele hele Güneydogu Anadolu'ya düşüyorsa abartmadan, normal insanlar gibi yiyebilmek ne mümkün.

Kebapları çok lezzeli,malum etleri doğal , ustaları marifetli.Baklavalarda şeker yok gibi.Sahiden de yerken boğazda şekerin bıraktıgı hafif yakıcılık zerre kadar hissedilmiyor.İndirimli alış veriş gibi,bir yiyeceğinize aman nasılsa hafifmiş deyip bir kaç taneyi mideye indiriyorsunuz afiyetle.Bu baklavaların bel ve basen bölgesinde yol - su - elektrik olarak geri döneceğini bile bile,zerre kadar umursamadan.

Son seyahatimden geriye kalan sadece damak tadı değil elbet.Tarihi Bakırcılar Çarşısındaki eskicilerde çok etkileyici parçalara rastladım.Paslı kapı tokmakları,kim bilir kaç yıllık döküm anahtarlar,nerden geldiği bilinmeyen bronz haçlar ve daha nicesi.

Üstüne üstlük Ali Bey'in önerdiği bir kitap seyahtime daha da bir anlam kattı.'Tibet'in Gençlik Pınarı'.Beş basit yoga harketi ile daha genç ve dinç hissedilebileceğine ilişkin bir kılavuz.Aynı gün aldım okudum,uygulamaktayım.Bir haftada aylardır ciddi sorun yaşadığım bel ağrılarımın hafiflediğini ve neredeyse yok olduğunu söyleyebilirim.Okunması gereken kitaplar listenize ekleyin,pişman olmazsınız.

Sabahın ilk ışıkları ile çıktığım evime ertesi günün sabaha dönen saatlerinde dönebildim.İptal edilen uçuş,uykusuzluk,yorgunluk bir kenara,son zamanların en keyifli ve verimli ziyaretiydi...

Sankopark YKM Müdürü Ali Omak'a teşekkürlerimle..

28 Ekim 2011 Cuma

SANDIKTAN ÇIKANLAR-EKİM

Kışa merhaba dediğimiz şu günlerde biraz ılıman ilkimlere gidip gelelim.Eski sandıktan neler çıkardım neler..Hepsi o kadar güzel ki seçmekte zorlandım.İyisi mi her ayın son haftası nostaljik dizelerle süslensin,ağzımızın tadı yerine gelsin.

-
Seni anımsıyorum
Geçen yazki halinle;

Esirgemez duruşun
Sessizlikte
Geceye dönerken gün

Ve bir yıldızın yarasını temizliyormuşcasına
Şefkatli bakışın

Seni anımsıyorum
Geçen yazki halinle;
Dalgalar boyu yürürken kumsallarda
Martıların izleri inceliğinde adımlarla
Seni anımsıyorum
-
Ben yine buralardayım biliyorsun
Sakalımda yuva kurar
Yazın göçmen kırlangıçlar
Yetim balıkçıllar uyuklar
Omuzlarımda tüneyip gece yarıları

Ve bir kalıp taze peynirden başka nedir ki buralarda ay,
Her akşam şarabın yanında paylaştığımız..?
-
Görüyorsun işte
Artık o kadar kolay ki
Bizim için güleryüzlü olabilmek,
Mutluluğumuza yeter ,
Kıskaçlarını kavuşturarak güneşlenen
Kaya yengecisini seyretmek.

II.
Seninle ben,
Kavuşması gibi
Çam kökleriyle
Tuzlu toprağın;

Maviye çalan bir akşamüstü
Temmuz ayında
Adada..



23 Ekim 2011 Pazar

MAÇA KIZI

Bugün size maça kızından bahsetmek istiyorum,karo,sinek ve kupa kızlarıyla birlikte en kadim dostlarımdan birinden.Şakayla karışık son yazımı sana ithaf edeceğim dediğimde merakla sordu peki ne yazacaksın diye?Ne olsun dedim , ufacık tefecik içi dolu turşucuk diyeceğim işte.Her zamanki sevimliliğiyle arka arkaya iki küfür salladı.Onyedi senedir olduğu gibi ,o söylenirken ben yine bıyık altından gülüyordum.Yazarım dedm mi yazarım , tehditlere pabuç bırakmam :)

O bir maça kızı; elli iki kağıdın en karakterlisi.

Düşündüğünü açıkça söyleyeyen,kimseye müdanası olmayan ve duruşundan asla taviz vermeyen.Bazen sert görünse de, tanıdıkça ne kadar muhteşem bir insan olduğunu anlarsınız.Sadece ilk görüşte aşka inanmaz.Tanıdıkça yakınlaşır,yakınlaştıkça açar kendini.Bir de bakmışsınız vazgeçilmezlerinizde biri oluvermiş.

 Hayatımda var olduğu için kendimi acayip şanslı sayıyorum.On yedi yıldır onsuz geçen özel bir gün anımsamıyorum.Bir günün özel olması için bir arada oluyor olmamız bile yetiyor bazen.O benim sağ kulağıma bazen fısıltıyla ,bazen avaz avaz konuşan sağduyum aynı zamanda.İtiraf ediyorum ki  sırf bu yüzden bazı şeyleri direk söyleyemediğim oluyor.Duyacaklarım işime gelmediği için.Ama ondan bir şey saklamak ne mümkün. Ne zaman kötü hissetsem yanındayım, ne zaman dertleşmek ve akıl danışmak istesem yanındayım, ne zaman mutluluk ve heycanım içime sığmasa yine yanında alıyorum soluğu.Kendimi o kadar iyi hissettiriyor ki tarifi çok zor.

Hem çok benziyoruz birbirimize hem de çok zıt taraflarımız var.Bazen düşünüyorum da bu benzerlıkler mı bızı bu kadar yakınlastıran yoksa aramızdakı zıtlık mı bu dostlugu bu kadar değerli kılan..

O benim için hala ondört yaşında , yatakhanede sarı pijamaları ile salınan,pazartesi sabahları heyecanla yatağının başucuna yaslanıp simit getirdiğimi söylediğimde uykum var diye beni başından savan uzun saçlı dünya tatlısı kumral kız.

Aradan geçen yıllar bizi büyütebildi mi bilemem , hatta hiç sanmıyorum ama yaşanmışlıklara baktığımda o hep başucumdaydı.İlk arabamı aldığımda yanımdaydı.Ben acemi bir şöfördüm o ise beni cesaretlendiren co pilot.Bebek beklediğimi ilk ona söyledim.Canım istiyor diye gecenin bir yarısı  limonta yapan ve gülümseyerek 'Sultan Süleyman gelse bu satte limon sıktıramaz bana 'diyendi.Oğlumu kucağıma ilk aldığımda elimi tutan,uykusuz ve  yorgun geçen gecelerde benimle günlerini,gecelerini paylaşandı.Aklımın başımda olmadığı zamanlarda  eline makas tutuşturup saçlarımı kes,hemen kes dediğimde elleri titreyerek saçlarımı kesen ve tüm zamanlar boyunca baş ağrılarıma apranaxtan daha iyi gelendi.

Bazen hep papazı buluyorum diye hayıflanıp kendine haksızlık etse de , seriyi tamamlayacak bir vale ile tanışıklığı yakındır.İnanıyorum buna.Mutlu ve çok mutlu olmalı çünkü.Kimse mutluluğu onun kadar hak etmemiştir bu dünyada.Günün birinde omzuma yaslanıp sevinç gözyaşları dökmesini istiyorum.

Hep düşlediğimiz gibi adada sadece bize kadeh kaldırıp,neşeli bir türkü tutturalım.Geçmişin hüsranlarını görmezden gelip,geleceğin heyecanını taşıyarak.Ne dersin..?








19 Ekim 2011 Çarşamba

STAR*BUCKS

Kahveyi oldum olası çok severim.Az şekerli,bol köpüklü geleneksel kahvemizin yeri ayrı olsa da  farklı kahveler tatmaktan , yeni aromalar keşfetmekten keyif alırım.Özellikle seyahatlerimde 'kahve'demek bir kaç dakikalık bir mola anlamına geldiği için uzaklarda içilen bir fincan kahve,bir fincan kahveden çok daha fazlasıdır..
Son yıllarda arka arkaya açılan uluslararası ve yerel zincir kahve dükkanları da alternatifleri oldukça arttırdı.Bunca farklı kahve dükkanı varken,İstanbul'da ilk açıldığından beri son derece popüler olan Starbucks acaba  neden diğerlerine göre daha fazla tercih ediliyor,nedir bu başarının sırrı diye merak ederdim.Öyle ya daha uygun fiyata benzer lezzetler sunan , kagıt bardak yerine incecik porselen fincanlarda sunum yapan , dahası -ki benim için gayet önemli-self servis olmayan , öğle saatlerinde kapısında kuyruk beklemeyceğimiz bir sürü alternatif varken neden ille de Starbucks'a gideriz?
Bir kaç hafta önce bu merakımı 'yaşa ve gör' esasına göre gidermiş oldum..
Bakırköy'de büyük çoğunlukla çocuk markaları barındıran bir AVM'de , yine çocuklara göre özel olarak düzenlenmiş bir berberde oğlumun saçlarını kestirdik.Çıkışta alt katta bulunan Starbucks'da bir kahve içip eve öyle geçmek istedim.Fakat buradaki şubesinde mama sandalyesi yoktu , Deniz'i sabitlemek çok kolay olmadıgından kahvemi ve havuçlu kekimi paket yaptırıp eve döndüm.Ertesi gün ,Starbucks'a pek de dikkate alacaklarını düşünmeden,sadece bir öneri mahiyetinde bir mail yazdım.AVM deki tüm mağazaların çocuklara uygun konseptler uygulamasına ve müşteri profilinin daha çok çocuk sahibi ailelerden oluşmasına karşın Starbucks'ın burada bebek sandalyesi bulundurmamasının müşteri açısından sıkıntı yarattığını söyledim.Ayrıca ilk kez havuçlu kekimin bayat çıktığını ve aynı gün içinde iki ayrı hayalkırıklığı yaşamış olduğumu da ekledim.

Aynı akşam saat 20:00 sularında telefonum çaldı.Telefonun ucunda kendini Starbucks Bakırköy bölge yöneticisi olarak tanıtan son derece nazik biri vardı.Ben henüz şaşkınlığımı giderememişken , o hızlı hızlı anlatmaya başladı....Her şubede mama sandalyesi mevcut ancak bahsi geçen şubedeki kırılmış ve yarın yenisi geliyor bilginiz olsun dedi.Mama sandalyesi bulundurulması standart bir uygulamaymış.Kekin bayat olması ile ilgili pek çok teknik detay verdikten sonra ertesi gün aynı şubede bana kahve ve kek ikram etmek istediklerini söyledi.Üstüne üstlük kapatırırken başka bir önerim olup olmadıgını sormayı da ihmal etmedi.O kadar şaşkındım ki sadece defalarca teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.
İşte bütün bu başarının,sadakat yaratabiliyor olmanın sırrı ; müşteri odaklılık ve standardizasyon!Dünyanın neresine gidersem gideyim aynı konseptte aynı lezzeti yakalamak ve müşteri olarak kendimi değerli hissetmek  beklenen  kuyruklara ve kahveyi karton bardaktan içmeye fazlasıyla değer!

16 Ekim 2011 Pazar

EVRENDEN TORPİLİM VAR

Geçtiğimiz ay 'geleceğe mektuplar'başlıklı yazıma başlarken, neredeyse evrenden iste olsun felsefesine inanamaya başlayacağım demiştim..Bir kaç hafta sonra sevgili Aslı ilk sayfasına sıcacık bir kaç satır eklediği bir kitap hediye etti.Kitabın ismi ' Evrenden Torpilim Var'.Ben tam da evren-enerji-kuantum diye gevelerken karşıma bu kitabın çıkmış olması çok ilginç..

 Kitabın anafikri hepimizin sıklıkla duyup hayatımıza uygulamakta zorlandıgımız olumlu düşün, evrene pozitif enerji yay ve gerçekleşmesini istediğin bir şeyi 'gerçekten'iste.Evren de sana versin!İlk yüz sayfa itibariyle ikna olduğumu söyleyebilirim.Secret kitabını ellinci sayfada bir kenara bırakıp 'saçmalık 'olarak nitelendiren ben  ikna olduğumu söylüyorum!Şöyle ki geriye dönüp baktığımda istediğim herşeyin farkında olmadan zaten bu yöntem ile gerçekleşmiş olduğu gördüm.Eylül 2010 da bir liste yaptıgımda bahsetmiştim . Aslında bir liste hazırlamak bile bir şeyi istiyor olduğunuzu büyük harfler ile ilan ettiğniz anlamına geliyor.Diğer taraftan kişisel olarak sahiden de evrenden torpilim var çünkü iflah olmaz bir hayalperestim.Hayal kuruyor olmak da istenilen şeylerin zihinde canlandırılıp ,gerçekleşmiş gibi hazzını yaşamak anlamına gelmiyor mu? İşte bu benim sıklıkla,hatta sürekli yaptıgım şey.Demek ki evrenin kulağına defalarca fısıldadıgımızda kayıtsız kalamıyor.

Aykut Oğut'un üslubu da çok hoş.Sanki karşınızda oturmuş , bir elinde kahve bir elinde not defteri sizinle sohbet ediyor.İlk yüz sayfayı gülümseyerek okudum.Hele şu çıkarımı tam benlikti : Hayatın anlamı komplike görünür, yüzyıllardır cevabı aranır durur.Oysa yanıt çok basittir. Hayatın anlamı sadece ' deneyimlemek ve keyif almaktır'.

Okuyun,deneyin ve İSTEYİN!

9 Ekim 2011 Pazar

RITSOS'DAN SEÇMELER

                                            İKİMİZ / YANNIS RITSOS

          El sıkıştıgımız anda

                Rüzgarın avuçlarımız arasında sıkıştıgını duymadın.
                Belleğin kendini hazırlamasıydı bu aslıda
                Buluşmadan önceki ayrılıştı ;
                Duymadın.

                 Eksiksizdin sen :
                 Bütün çıplaklığına sarılmış
                 Bir orman yangınındaki ağaçlar gibi ;
                 Onurlu ve korumasız .


'ÜÇLEMELER'DEN / YANNIS RITSOS

        O gece;
            yanına varılmaz o kadın
         öpmüyor kimseyi
          onu öpecek kimse çıkmaz korkusuyla
tek başına.

      Beş uçlu bir yıldızla gizliyor
       bir tutam beyaz saçı
        ve bütün güzelliğini yadsıması kadar güzel kendisi.

** Türkçe'ye uygun çeviri : Cevat Çapan


8 Ekim 2011 Cumartesi

ŞEHR-İ İSTANBUL

Çok sevdiğim bir arkadaşım İstanbul'un onu bünyesine kabul etmediğinden hayıflanıyordu geçenlerde.Şahane bir benzetmeyle; İstanbul sanki tükürüyor beni dedi,istemiyor kabullenmiyor bir türlü ...İşlerin yoluna girmediğinden dert yandı,bin bir umutla geldiği bu şehirde dostları dışında onu  buraya bağlamakta olan bir şeylerin olmadıgından bahsetti.Aidiyet duygumu yitirdim ben bu şehirde dedi.Dertleştik uzun uzun , o bana ben ona anlattım meramımı.

Laf lafı açtı, biliyor musun dedim benim de derdim tam tersi.Kendimi bildim bileli gitmek isterim bu şehirden.Oysa dünyanın en güzel şehridir İstanbul,dönüp dolaşıp tüm dünyayı yine özlersin ,burnunda tüter her bir köşesi.Lakin bu şehirde yaşayabilmek artık o kadar zor ki..Bazen olur olmadık bir saatte trafiğin orta yerinde kalakalmışken ya da haftasonu mis gibi deniz -ada havası almak isteyip vapura binerken sagdan soldan itelendiğimde Serdar Ortaç gibi avaz avaz bağırasım geliyor : Hayat beni neden yoruyosun!

Dışarıdan bakanlar özenir biz İstanbullulara,Bebek,Nişantaşı,Kalamış-Moda,Sultanahmet saymakla bitmez bir sürü güzel semt..Bilmezler ki İstanbullu haftasonları köşe kapmaca oynar birbiriyle.Mümkünse Sarıyer-Bogaz hattında bir yere gidilmez kahvaltıya, gidilecekse de sabah erkenden gidilip öğleden önce dönmek gerekir.Yoksa yolda geçen süre saatleri bulabileceği gibi,yaşanan stres de kahvaltının keyfini silip süpürür.Aynı şekilde AVM de işiniz varsa yandınız , yine ya saat 10:00 gibi açılır açılmaz ya da kapanışa yakın gidersiniz.Bazen de bütün bu telaşı göze alamayıp evde dingin bir haftfasonunu yeğlersiniz.Gerçi ben oldum olası sevmem kalabalıkları,gürültü patırtıyı belki bu yüzden de ekstra tahammül edemiyor olabilirim şehr-i İstanbul'a.


Kalabalıkların,metrolpollerin insanı değilim.Avuçiçi kadar bir yerde ,azıcık aşım kaygısız başım modunda yaşamak isterdim..Olmadı,olamıyor.Arkadaşımı sürekli tüküren İstanbul bana da kan emici bir sülük gibi yapışmış vaziyette.Dahası her geçen gün benimle bağlarını güçlendirecek bir şeyler çıkartıyor karşıma.Bundan sonra arkamı dönüp gidebilmek çok daha zor biliyorum.Bu yüzden uzun vadeli hayalleri kuruyorum artık.Denize,adaya ve belki sadece senede bir güne dair...

MERHABA EKİM..


Ekimin ilk haftası bütün bir aya yetecek kadar dolu geçti.Bugün cumartesi ve ben hala geçen bir haftanın sersemliğini üzerimden atabilmiş değilim .

Haftaya çocuk moda çekimlerinin telaşı ile başladım.Sevimli mankenlerimiz için olabilecek en uygun kombinleri oluşturmak için ciddi bir styling çalışması yaptık.İtiraf ediyorum ki dışarıdan göründüğü kadar kolay bir iş değilmiş.Koskoca reyon , onlarca marka..Magazada geçen oldukca yorucu bir pazartesiydi.Yine de günü tüm yorgunluğumu unutarak , mutlu&mesut bir şekilde sonlandırdığımı söyleyebilirim.Yapımda ve yayında emeği geçen dostlara teşekkürlerimle..

Salı günü haftalar öncesinden hazırlandığımız sunumun gelip çattığı gün! Sabah 11:00 deki sunum için tavsiye üzerine aksam çalışmaya çalıştım.Yazık ki aklımın hep başka yerlerdeydi.Tam konsantre oluyorum derken cümlenin orta yerinde yine başka başka resimler , kareler uçuşuveriyordu gözlerimin önünde.Uzak ülkelere ,ılıman iklimlere gidip gidip geliyordum...Herşey bir tarafa güzel bir başlangıç ve konuya hakimiyet işi çözer, heyecanımı da alır götürür dedim.Sunum saatinden önce salonun kapısındaydım.Kendimi iyi hissettiren  'zor zamanların kadim dostu' kırmızı rujumu sürüp bir önceki toplantının bitmesini bekledim.Ardından içeriye kocaman biri gülümseme ve içten bir günaydın ile girdim.Gerisi su gibi akıp geçti..


Çarşamba günü gerçekten 'kırk yılın çarşambasıydı'.Öğlene kadar gündelik ofis işleri,öğleden sonra çekim setinde koşturma , sonrasında Gökçe'ye süpriz bir ziyaret ve dar vakitlerde hızlıca yapılan bir doğumgünü kutlaması..Ardından apar topar arabaya doluşup ilk Yunanca dersine yetişme çabası.Beklenmedik bir trafik kaosu ve Şişmanoğlu'nun büyüleyici ortamında yeni yüzlerle selamlaşıp başlanan yeni bir macera.Bu kadar mı tabi ki değil..Dersten çıkıp balıkpazarından kosar adımlarla geçip Cumhuriyet Meyhanesindeki Aslı'nın veda yemeğine dahil olma.Dahil olmakla da kalmayıp vur patlasın çal oynasınla geçen harika bir gece.Gecenin sonunda tam da evin yolunu tutacakken gelen cazip bir teklifle rotayı Beyoğlu Kafepi'ye çevirme.Açık havada sabaha dönen saatlerde paylaşılan bir kaç kadeh ve sıcacık sohbet..İşin enteresan tarafı antik yunan felsefesi ile başlayan akşam , meyhanedeki dokuz sekizlik ritimlerle devam edip,Kafepi'de yüksek desibelli rock soundu ile son buldu.Aslı Aslı olalı bu kadar kültür karmaşasını bir arada yaşamadı :)

Perşembe günü çarşamba sabahından başlamıştı.Lakin uzun zamandır geçirdiğim en kötü günlerden biriydi!Sabah korkunç bir başağrısıyla uyandım ve sevgili Pınar'ın evinde bir mg bile agrı kesici yoktu! Ne yapıp ettiysem agrı geçmedi,günün ilk yarısını kazan gibi bir kafa ve suratımda saçma bir gülümseme ile geçirdim.,tam anlamıyla 'akşamdan kalmaydım'.Öğleden sonra ancak kendime gelir gibi oldum.Kafepi de yuvarladıgım kadehlerin acısı misli misli çıktı.Aynı gecede bir kaç mekan gezip , alkolun dozunu kaçırma dönemini çoktaan geçmişim de farkında değilmişim.Bir daha birileri çıkıp aman kafa nereye biz oraya dediğinde iki kez düşüneceğim ..Ertesi gün aynı kafa kazan gibi oluyor çünkü :)Akşam için de planlar suya düştü.Belki bir araya geliriz dediğimiz dostlardan ses çıkmadı , malum herkes yoğun.Haftalık temposu bu kadar yüksek olan sadece ben değilmişim onu anladım,üstelemedim eve gdip yalnız ve sakin bir gece geçirdim.
Cuma akşamı yine Şişmanoğlu'ndaydım.En güzeli de haftayı ve akşamı Pınar'la kol kola İstiklal'de yürüyerek ve dertleşerek noktalamak oldu.

Bugün cumartesi burnumu bile dışarı çıkartmadan , evde tembelliğin ve oğlumun tadını çıkartarak geçirdiğim belki de ekimin en güzel günü.