9 Kasım 2015 Pazartesi

İMZA GÜNÜNÜN ARDINDAN



8 Kasım 2015.

Tüyap kitap fuarına gidenler yüzünden trafik felç, otopark girişi iptal olmuş, içeride ise sürüklenmeden ilerleyebilmek ne mümkün. Az kalsın kendi imza gününe, üstelik ilkine geç kalan yazar olarak tarihe geçiyordum. Son dakika deparları, farklı yollardan kaçamaklar derken fuar alanına zar zor vardım.

İmza gününe telaşlı ve biraz da endişeli adımalarla giden yeni bir yazar için, uzun imza kuyruklarının olduğu 12 numaralı salondan geçmek yürek ister. Bir taraftan Epsilon Yayınevi'ne ait alanı bulmak için 3 numaralı salonu ararken bir taraftan da göz ucuyla uzayıp giden kuyrukların bitimindeki afişlere bakıyordum. Ayşe Kulin, Sarah Jio, Ahmet Ümit, Yılmaz Özdil...

Ayşe Kulin ile rastlaşıp kısa bir sohbet etmek isterdim doğrusu. Bir yerlerde denk gelecek olursak söylemek istediğim bir kaç şey vardı ama imza saatlerimiz aynıydı ve ucu bucağı görünmeyen bir kuyrukta bekleyebilmem mümkün değildi. Belki bir başka sefere deyip salondan uzaklaşırken içimdeki heyecan ve endişe büyümeye devam ediyordu. Acaba okuyucu yeni bir yazara itibar edecek miydi? Tanıdık yüzler heyecanımı hafifletmek için orada bekliyor olacak mıydı?

Bütün bu soru işaretleriyle birlikte yayınevinin standına vardım. Ne kadar alakasız görünse de geniş beyaz masanın arkasındaki yüksek bar taburesini görünce içimde bir hafifleme oldu. İki gün evvel Özgür Can Öney ile tam da bu anı konuşurken keşke sandalye yerine ayakta durulabilecek bir imza şekli olsa demişti. Haklıydı. Okurlar ile daha rahat iletişim kurup kendimi daha rahat hisedebilirdim böylece. Hiç oturmasam da tabure tam düşündüğüm gibiydi.

Heyecanı bastırma kısmına gelince, ilk albümün ilk konserini sorduğumda eğlenemeye bak demişti. Beklediğin ilgi de , yanına sokulan kimse de olmayabilir. Güzel vakit geçirmeye çalış, önemli olan bu!

Aile, eş dost, arkadaşlar ve okurlar derken bana ayrılan iki saat boyunca durup dinlenmeden, nefes almadan kitap imzaladım. Bir ara kafam karışır gibi oldu. İsimleri duyamadım, duyduğumu yazana kadar aklımda tutamadım. Hatta bir kaç kez kalemi sayfaya dokundurup duraksadım. Sonra tekrar toparlandım. O sırada arkadan birileri bir şey içer misiniz diye sordu da biraz kafam dağıldı. Yavaşladım. Gelen anlamlı hediyeler, sürpriz simalar yalnız olmadığımı hatırlattı.

Her anında eğlendim, hem de çok! Kısa da olsa sohbet ettim herkesle, sarılamasam da ellerimi uzattım. Bazısı elimi sıktı, bazısı avuçlarının içine alıp teşekkür etti. İşin en güzel tarafı, sosyal medyadan takip edip takma ismini söylerek imza isteyen de vardı, sizi tanımıyorum ama kitabı Mecidiyeköy metrosunda görüp merak ettim diyen de. Biyografinizi okudum çok enteresan geldi diyerek tanışan da oldu, Epsilon okuru olup daha önce sizi hiç okumamıştım deneyelim diyen de :)

Bana ayrılan süre dolduğunda gidemedim.

Bir kaç saat daha kalıp hem imzaya devam ettim, hem de o çok sevdiğim ve parçası olmaktan mutluluk duyduğum yayınevinden ayrılmak gelmedi içimden. İyi ki de kalmışım, girişteki kaostan dolayı geç gelenler oldu. Kaçırdık diye üzülmüştük deyip yanıma geldiklerinde sohbet etmek için daha geniş vaktimiz vardı.

Hayatımın en özel ve güzel günlerinden biriydi. Onca hazırlık, reklam kampanyaları, boy boy afişler, raflar dolusu kitaplar... Hiç birisi 34.İstanbul Kitap Fuarı'nda tavanı süsyelen kitabımın görseli altında okuyucu ile buluşmak  kadar gerçek değildi. Günün sonunda yeni yazarımız diye tanıştırıldığımda, yayınevi çalışanları ile hatıra fotografı çektirdiğimde, yeni bir şeyler var mı sırada diye sorulduğunda ve 2. baskıdan çıkan kitapları imzalarken 3. baskıya girilebileceğinden bahsedildiğinde hayatımda yeni bir dönemin açılmış olduğunu anladım.





19 Ekim 2015 Pazartesi

HOŞGELDİN


Kalbinizin hiç diz kapağınızda ya da bedeninizin başka bir yerinde attığı oldu mu? Ya da yerinden fırlamak için göğüs kafesinizin içinde kendini sağa sola savurduğu?

Ben migren ilettinden ötürü zaman zaman iç organlarımın yer değiştirmesine alışkınım. Bazen beynimle midemin köşe kapmaca oynadığı olur. Ama bu başka bir şey... Elimi oynatmaya çalışıyorum avuçlarımda atıyor sanki, zonklamasından elimi uzatıp da kalemi oynatamıyorum. Sonra dizlerime iniyor, yerimden kalkıp da iki adım atamıyorum. Başka türlü bir şey. O da kendince haklı garibim. Kolay mı bunca heyecanı bir başına sırtlamak. Hem çok güzel, hem bir o kadar ürkütücü üstelik. Bitmesin istenen bir an, sonsuz olsun istenen bir rüya gibi.  Bir taraftan en kuytu köşeye çekilip tek başıma kalakalmak geliyor içimden, bir taraftan da sokağa çıkıp dur durak bilmeden nefesim kesilene kadar koşmak. Ama daha fazla yormak insafsızlık olur biliyorum. O yüzden durup derin derin soluklanmak ve biraz sakinleşip devamını dilemek en doğrusu galiba. Hoşgeldin belalı sevgilim, sefalar getir...




12 Ekim 2015 Pazartesi

Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir



Bundan uzun süre önce yazılarımdan birine şöyle bir giriş yapmışım ;

- İflah olmaz bir yengeç olduğum için düşlemeden yaşayamıyorum. Şimdilerin pek popüler deyimiyle, "sevgili evren" daima torpilli davrandı bana hakkını yiyemem. Lakin gözlerimi kapadığımda karşımda duran her şey benim olmasa da olur muydu bilmiyorum. Sorgusuz sualsiz ve zerre kadar hesap kitap yapmadan sadece içimden geçenleri fısıldadım, o da duydu. Şimdiye kadar yanıma kar kalan ya da yanılgıdan ibaret olanlar bir tarafa kaldı geriye üç dilek.

İlki için geri sayım başladı. Otuz beşinci yaş günümü ve ondan önceki bir kaç ay boyunca yasayacağım telaşı düşündükçe gülümsüyorum. Doğum günümde etrafımda sevdiklerim ve sevenlerimle Aslı'nın sözcüklerinin dokunulabilir olduğunu kutlamak benim için bir hayalden çok daha yakın artık. -

Bugün,  yukarıdaki cümleleri  yayınlamamın üstünden yaklaşık kırk iki ay geçmişken ilk kitabım " Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir " görücüye çıktı. Kitabın gölgesinde kaldığı için uzun zamandır ihmal ettiğim blogumu elden geçirirken 2012 tarihli bu yazıya rastladım. Doğruyu söylemek gerekirse son iki gündür bastırmayı beceremediğim heyecanıma tuhaf bir lezzet kattı. Dönüp dönüp tekrar okudum.

Sabah kitabın online satışa açıldığını gördüğümde, hiç böyle bir an yaşayacağın aklına gelir miydi diye sordular.

Evet dedim. Ben bu anı senelerdir gözlerimin önüne getiriyorum. Bir an olsun aklımdan çıkmadı ki.

Herkes trafikte söylenirken ben o sıralarda telefonumun çaldığını ve yayınevilerinden birinden bir teklif aldığımı düşünüyordum. 

 Yürüyüş yaparken gözlerimin önünde imza gününde sırada bekleyenler beliriyor, kulak kabartıp aralarında geçecek muhtemel diyalogları dinliyordum;

" Yazar kimin nesi?"

" İlk kitabı mı "

" Ben de ismini daha önce hiç duymadım "

Sadece iki hikayeyi tamamlamış ve yayınevi ile konuyu hiç paylaşmamışken bir gün yakın arkadaşlarımdan birine kafamı kurcalayan önemli bir soru var dedim;

"Acaba biyografi fotoğrafı için ne giymek gerekir? "

Güldü. Siz kadınları anlamak çok zor, her şey bitti de sıra ne ara kıyafete geldi diye sordu. Halbuki ben o esnada kafamda tüm hikayeleri yazmış, yayınevi ile anlaşmış, artık aradaki keyfe keder süreçleri düşünmeye çoktan başlamıştım. Ama bundan kimsenin haberi yoktu.

Hedef koymak ne güzel diyorlar. Oysa esas güzel ve heyecan verici olan hayal kurmak...

 

10 Ekim 2015 Cumartesi

VEDA / AMSTERDAM




Gün boyunca kayıt cihazını masanın üzerine bırakıp tekrar tekrar dinledi. Bazı diyalogları not edip, altlarını çizdi. Okuyucuyu Yolanda ile tanıştırırken nerden başlamanın daha etkili olacağı üzerinde epeyce kafa yorması gerekiyordu. Küçük bir detayı atladığında ya da akışta bir aksama olduğunda hikâyenin bütün tadı kaçabilirdi.  Birkaç kez yazıp beğenemeyip sildi. En sonunda şehirde ilk rastlaştıkları an ile başlayan bir giriş yapmaya karar verdi. Kafasını kaldırmadan yazmaya koyuldu. Ana caddeye bakan geniş pencerenin önündeki solgun renkli masada hiç durmadan yazdı… Parmakları uyuşup, boynuna derin bir bıçak saplanana kadar dur durak bilmeden devam etti.  Dışarıda güneş yükseldi, alçaldı ve gün yüzünü geceye dönmeye başladı. Son cümlesini de tamamlayıp, bir hikâyeyi daha bitirmiş olmanın heyecanıyla hemen Selim Bey’e ikinci bir elektronik posta gönderdi.

6 Ekim 2015 Salı


Hayali aslından daha güzeldi...

Ulaşılmazlık mıydı gözlerimi  kapadığımda karşımda duran aksini böylesine kıymetli kılan, yoksa birlikteyken ki heyecanım ve şaşkınlığım mı engelliyordu anın tadını çıkartabilmemi bilmiyorum. İlk andan itibaren bir telaş bir inanamamazlık.

Ask gibi, belki de aşkın ta kendisiydi. Onca yolu gözünde büyütmemek, nerede olsa oraya uçuverme hevesi, ilk karşılaşılan andaki hafif baş dönmesi, aniden beliriveren muzip bir gülümseme  ve ne yapacağını bilememe hali.

Görebildiğim tek renk maviydi, masmavi...İçinde belli belirsiz bir tutam beyazlık. Alabildiğine maviye boyanırdı her yer, bütün dünya masmavi olurdu onu görünce. Sarhoş edici bir koku yayılırdı etrafa. İyot, yosun ve anason kokularına karışan ilahi bir koku. Kulağıma uzaklardan bir melodi gelip oturur, puslu bir kadın sesi nostaljik bir kaç dize ile sarhoşluğumu ikiye katlardı.

Dokunduğumda demir gibi keskin soğukluğuyla irkileceğimi bilirdim. Yine de o müthiş kavuşma anında ufacık bir dokunuşun yarattığı yürek çarpıntısına değerdi. Oysa ben dar vakitlerde kaçamak bir dokunuş değil, doyasıya kucaklaşmak, serinliğine aldırmadan sarıp sarmalanmak, kalıcıyım ben bu diyarda diyebilmek isterdim.

 Bilirdim ki belalı bir sevgiliydi ardımda bıraktığım şehir. Her ne zaman uzaklaşsam dönüp dolaşıp ona döneciğimden emindi. Bundan sadistçe bir zevk aldığını düşünürdüm. Koşarak kaçıyorsun ya sürünerek geri döneceksin der gibi yolcu ederdi beni. Kaçamak bir sevdaydı benimki. Aslımı, ait olduğum yeri inkar etmeden, Sezen'in dediği gibi hepi topu bir kaç günlük bir seydi işte...

DÖNECEK


Bir kadın:

Telefonun parlak ekranında belirecek mesajı merakla bekleyen. Sessizce yutkunan ve elinin tersiyle kimselere fark ettirmeden burnunu ovuşturan.  O lanet olası kelimeyi bir türlü savuşturamadığı için kızgın, çaresiz ve epeydir olmadığı kadar üzgün. “Acaba”

Bir adam:

Portekiz’de balıkçı olmayı düşlerken en uzaklara savrulup, denizin ancak ismi ile teselli bulan. Yüzünü hayırsız, nankör dağlara dönüp iç çekerken kiloluk levreklerin, koyu pembe mercanların hayaliyle avunan. Adayı düşleyip gün sayan.

Kadın arabada. Yüzünden düşen bin parça. Huzursuz.

Adam sorguda. Kaşları çatık, yüz hatları ürkütücü. Umutsuz.

Ufacık bir kız odada. Kafası traşlı, yorgun ve aç. Korkmuş.

Öğrenci, asker, polis onlarca tazecik beden toprağın üzerinde. Cansız.

Kadın soruyor "zırh var mı?"

"Yok," diyor adam "ne zırhı"

"Yol," diyor kadın "ne kadar sürer?"

"Kırk dakika belki daha kısa."

Kırk dakika kırk gece olup çöküyor kadının omuzlarına.

Hep olduğu gibi uzakta ama bu defa sanki sekiz memleket ötede adam. Hiç bilmediği, tanımadığı yangın yerine dönmüş hoyrat şehirlerde. Bir başına.

"Dönecek," diyor kadın içinden.

Eski taş sokaklar boyu yürüyüp çocukluk hatırlarımıza gülüp geçmek, sakallarında göçmen kuşların yuva yapması için dönecek. Ellerini geceye doğru uzattığında avuçlarında haş haş çiçekleri açması için dönecek… Dönecek.

 

7 Nisan 2015 Salı

İLAHİ RASTLANTI / FLORANSA


Hoyrat elleri bedenimde derin yontular açtıkça, çektiğim ıstırap katlanarak artardı. Kulakları sağır edecek son bir çığlıkla bedenimi ve ruhumu esir alan bu tutsaklıktan kurtulmaya ant içmiştim. Her sabah başlayan umut dolu bekleyiş, gece yarısına kadar devam eder ve gün geceye döndüğünde yine yalnızlığıma terk edilirdim. Yaralarımın kapanmasına fırsat bile vermeden, bir sonraki gün yine tüm bedenime inen çekiç darbeleri, tırnaklarımı oyan keskiler ve kemiklerimi sızlatan demir törpüler acılarımı dayanılamayacak boyuta getirirdi. Bu eziyet kaç ay, kaç yıldır devam ediyordu bilmiyordum. Artık bilincim de yarı açık yarı kapalı gibiydi. Kaçıncı ayın, kaçıncı günüydü, kış elini ayağını çekip bahara yol açmış mıydı acaba? Gerçi mevsimlerin de bir önemi yoktu. Yazın kavurucu sıcağı da olsa, ben buzdan yapılmış bir kalıbın içine yatırılmıştım ve çırılçıplaktım. Öyle tarifsiz yanıyordu ki canım, bazen aniden bedenimden boşalıverecek kan Arno nehrini doldurup taşıracak diye korkardım. Zavallı şehir sakinleri. Bir sabah uyandıklarında kan revan içindeki sokakları, kızıla bürülü meydanları gördüklerinde kim bilir ne kadar şaşıracaklardı. Savaş mı çıktı diye, bin bir telaş ve korku içinde oradan oraya koşuşturacaklardı şüphesiz. Oysa ben nice savaşlar, nice parçalanmış bedenler, gözleri oyulmuş askerler, tek kılıç darbesiyle ortadan ikiye ayrılmış çocuklar gördüm de ruhum şimdiki kadar derin bir huzursuzlukla kaplanmadı. Bunun adı esaretti.

           Oysa ben Davut'tum!

Karşıma çıkana kadar yenilmez sanılan devlerin şahı Golyat'ı sapanıyla alt etmiş, düellodan kavmini ve onurunu yücelterek çıkmış, İsrail'in kralı, tanrının yeryüzündeki elçisi Davut. Şimdilerde ise elden ele itilip kakılmış mermer bir blok içinde hapsolmuş, gencecik bir heykeltıraşın her gün bedenine ulaşmak için dört bir yanını yonttuğu, yıllardır bir türlü özgürlüğüne kavuşturamayarak ruhunu kanattığı Davut...

2 Nisan 2015 Perşembe

ADAYA BEŞ KALA / MİDİLLİ



Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum demişti şair. Tıpkı onun gibi...

Şiir, aşk ve ölüm gerçekti. Peki ya acı bu kadar dayanılamaz olabilir miydi? Cenazeyi düşündü. Tahta bir tabutta, yeşile bürülü olarak getirip mermere yatıracaklardı. Yazın kavurucu sıcağında bedeni de mermer kadar soğuk ve taş kesilmiş olacaktı. Buna dayanması ne zordu. Ellerini uzatsa,  dokunabileceği onlarca çığlığa şahitlik etmiş bir parça dokuma bezden fazlası olmayacaktı. Kucaklayıp sarılsa tahta bir kutudan başkası doldurmayacaktı kollarındaki boşluğu. Ne kokusu olacaktı artık ne de sıcaklığı. Gidiyordu, gitmişti!

Bütün avlu siyaha bürünmüş insanlarla dolup taşacaktı. Sahi siyah mıydı acının rengi? Aslında acı şeffaf, su gibi apaktı. Bu yüzden gözünü çevirdiği her yerdeydi. Baktığı her  nesnenin rengine bürülüydü. Büyük, saydam, her ortamı bütünüyle kaplayan transparan bir jöle kıvamındaydı. Ne yöne kaçsa, karşısına kim çıksa acı oracıkta peyda oluyordu.


24 Mart 2015 Salı

AŞK EŞİTLENMEK MİDİR? / İSTANBUL



Orhan Veli İstanbul'u dinleyip, yamalı ceketinin cebinden çıkarttığı bir parça sararmış kağıda kulağına çalınan sesleri not ederken, Aşiyan'da ahşap bir bankta oturup hayranlıkla izlerdim onu. Çapkındı, alaycıydı bakışları. Kumral dalgalı saçlarını geriye doğru attı mı, kemerli burnu, dolgun dudakları ortaya çıkardı. Uzun uzun denize bakar birden hızlı hızlı yazmaya koyulurdu. Kim bilir kimin için dökülürdü kaleminin ucundan itiraf edilememiş bir iltifat, bir latife, bir gizli davet. İşte o vakitlerde, ağlar dalyanlardan çekilirken ayağı suya değen kadın da, kaldırımdan geçen yosma da, yüksek kaldırımda öptüğü Eleni de bendim.

 

3 Mart 2015 Salı

BİR KAŞIK AŞK / BARSELONA

                 

Ulu tanrım, bir kez daha burada karşındayım. Seneler evvel gelip sana yalvardığımda melekler kulağıma razı mısın diye fısıldadı. Dileğin gerçekleştiğinde olacaklara razı mısın? O akşam bütün içtenliğimle haykırdım. Razıyım! Şimdi seninle kavuşmadan hemen önce bir kez daha razı olur muydun diye soruyorsan sana yine aynı cevabı verirdim. İçimde zerre pişmanlık yok. Her ne yaptıysam, ne yaşadıysam başıma gelen kabulümdür. Kusursuz biri olmadım. Bilakis hayli günah işledim, inkar edecek halim yok. Fakat yanına geldiğimde benim de bu günahlarımın sebebiyle ilgili sana soracaklarım var. Bana seçme şansı verdiklerin için rızamı aldın ama seçme şansı vermediklerin için cehenneme yolunu göstereceksen ona itirazım var şimdiden bil istedim.


6 Ocak 2015 Salı

İYİ Kİ DOĞDUN



6 ocak tarihini hiç unutmuyorum...Senelerdir nerede olursam olayım ve sen her nerde olursan ol hep aklımın bir köşesindesin. Çoğu zaman sana sesimle, kelimelerimle dokunabilme mesafemin  çok dışında olsan bile hiç unutmadım.

Evde eski bir fotoğrafımız var. Bir 6 ocak akşamı Sultanahmet'te tramvaya binip üçümüz birden gülümsemişiz. Ben bu fotoğrafı çok ama çok seviyorum. Öyle mutlu mesut bir an ki sanki beraberce bir yerlere tatile gitmişiz de geri dönüyor gibiyiz. Belki de toplu taşımadan bir kare olduğu için bana hep buralardan kopup bir yerlere gidiyormuşuz gibi hissettiriyor. Tam da başımızda kavak yellerinin estiği yaşlar. Ve muhtemelen beraber kutlayabildiğimiz son doğum günün. Bir de kartpostal var arkasında tarih düşülmüş :) Hala aklıma geldikçe gülüyorum. Sen kalk Ortaköy'den Dolmabahçe' ye kadar yürü. Sonra cebindeki son parayla aman bugünün hatırası olsun diye bir kartpostal satın al ve otobüse binemediğin için gerisin geriye söylene söylene yürü. Bir de kısa kısa mektuplar var. Yarıya bölünmüş küçük defter kağıtlarına, dünyanın en sıkıcı anlarıymış gibi gelen gece etütlerinde yazılmış mektuplar...Herkes evinde Kara Melek izlerken bizim anca birbirimizle avunup, kendi eğlencelerimizi yarattığımız geceler. Bir tanesi sitem dolu. Öyle tatlı, öyle içten bir sitem ki bugün otuz beş yaşımda bile beni yirmi yıl önce böylesine tanıyıp her halimle sevebilmiş olan birilerinin varlığına şükrettiriyor.

" Bütün bir gece kulağımın dibinde sakızını kocaman şişirip patlatıp, bilmişliklerinle sinirimi bozsan da seni çok seviyorum." demişsin. Bu tabi ki çok küçük bir kısmı. Detayları deşifre etmeyeceğim :) Hem kızardın bazen bana hem de içten içe çok severdin bilirdim, hala da biliyorum. Çünkü sen her zaman sağ duyulu, aklı başına güçlü ve akılcı olandın. Bazen çok ve boş konuşup, sinirlerini zıplatıp, olur olmadık şeyler yaptığım ise doğruydu.

Sonra hayat son sürat akıp geçti. Nikahımdan bir gün evvel seni deli gibi aradım da bulamadım. En içime dert olmuş şeylerden biridir. Sonra senin düğününe gelmeyi çok istedim. Allandım pullandım yolda kaza yaptım. Kısmet değilmiş dedim. Fakat ne vakit 6 ocak olsa aklımdaydın. Sonra çoluk çocuk yine bir araya geldik. Sanki araya onca zaman hiç girmemiş gibi. Sarıldığımdaki sıcaklık aynıydı, kokusu, saçının yumuşaklığı hiç mi değişmez insanın. Ne çok özlemiştim bir bilsen...

Şimdi bakıyorum da hiç eskimemişiz biz. Tıpkı senin bugün 35. yaşına girip de yaşlanmayıp yıllandığın gibi. Yaşanmışlıklar, tecrübeler, inişler, çıkışlar ve her anlamda hayatın bize kattıkları iyi ki varlar. İyi ki doğmuş ve iyi ki yolun yarısına gelirken bunca anıyı biriktirmişsin. Çünkü bundan sonra bütün tecrübelerini harmanlayıp, hayattan alınan dersler listeni cebine koyup, ne istediğine sonuna kadar emin olarak kendini çok daha mutlu etme zamanı. İlk yarı bin bir mücadele, deneme yanılma ile geçiyor belki ama ikinci yarı çok keyifli. İnanıyorum buna!

Seni her 6 ocakta içimden geçtiği gibi sevgiyle kucaklıyorum. İyi ki doğdun canım benim.






5 Ocak 2015 Pazartesi

OLMAZ


Bugün yine pencerenin önünden geçtim. Yanından , yamacından öylece geçip giderken her zamanki gibi içim cız etti. Bu defa daha derin bir sızıyla kaplandı her yanım. Perdeler kapalıydı. O an fark ettim ki bir başkasının hayalini gerçekleştirmiştin, seni ne kadar düşlediğimi bilmeden...Oysa benim olmuş olsan seni dört duvar arasına hapsetmez, olabildiğince özgür ol diye pencerelere perde bile takmazdım. Sabahları denizden yansıyan gün ışığıyla doldurup içini, geceleri de yıldızları yakar bütün lambaları söndürürdüm. Öyle romantik, sarmaş dolaş geçinip giderdik. Kıskandım bu defa. Belki de ilk kez. Ama ne diyorduk; "Başkasının tabağındaki lokmaya el sürmemelisin." İşte bu yüzden hiç içimden gelmese de sağlıkla afiyetle oturun dedim. Mutlu çok mutlu günleriniz olsun. Nazarım değmesin.

Yine de aleni bir gerçekti ki, sahip olamayanın verdiği kıymet bir başkadır. Belki de sırf bu yüzden kavuşmuş olsak bu kadar kıymete binmezdin. Şu yazıyı bile yazmazdım muhtemelen. Ah ahh diye iç geçirip yolum Sarıyer tarafına düştüğünde rotayı değiştirip her sefer uzaktan halini hatırını sormayı düşünmezdim.

Seni ilk gördüğümde başın bağlı değildi henüz. Uzun süre de bekledin. Sessiz ıssız bir halin vardı. Bazen beni bekliyor diye geçirirdim içimden. Demek ki kimseler beğenip de almamış, bir kusuru eksiği vardır, uğursuzdur belki diye düşünmedim hiç. Çünkü ben seni içini bile bilmeden, eski püsküne, karanlık köşelerine, hatta sevimsiz duvarlarına aldırmadan sevdim. Ben bir hayal kurdum, sen onu bütünledin. Orada olduğun yerde bir başınaydın. Çok eski ve bakımsız olduğun, muhtemelen içinde ciddi bir tadilat gerektiği aşikardı. İçini hiç görmedim ama razıydım işte. Hani o çok sevip de her halini kabullenme hali var ya işte tam da öyle bir şeydi. İlk görüşte vurulduğum, ahşap geniş pencerenin kenarında oturup, üstüme bir battaniye çekip, karşı kıyıya baksam yeterdi. Arka odalar, mutfağın döküntüsü, banyonun tesisatın fecaat durumu kimin umurunda olurdu. Sırtımı sana yaslasam, önümde alabildiğine huzur ve sonsuzluk uzanırdı. Mutlu olmak için üç mt2 yeter de artardı.

Öyle platonik bir sevdaydı benimki.  Ben sana kavuşmuş olsam, muhtemelen bir sürü kişi mutsuz olacaktı.  Kimseyi incitmeden, az biraz bencillik yaparak kavuşsak olmaz mıydı? Olmazdı. Koskoca İstanbul. Herkes dört bir yana dağılsa, akşam evde buluşabilene aşk olsun. Biri işe gidemez, biri okulunu değiştiremez, birine göre büyük odalar lazım. Diğerine göre yedek bir oda daha. Yüz yıllık tesisatla uğraşılmaz, eşyalar eve sığmaz. Toplu taşıma kullanılmaz. Olmaz da olmaz işte. Gel bu sevdadan vazgeç paşa gönlüm deyip oturdum aşağı.

Mahallenden geçip, yüzünü görmeme müsaade etmeyen perdelere bakıp öylece geçip gittim. Kış güneşi göz bebeklerimi okşadı. Radyoyu kapattım. Denizi ve şehrin çeşit türlü sesini dinlemek istedim. Sevdiğini başkasına kaptırmış ergenler gibi asıktı suratım. Sahil yolundan süzüldüm, bir de baktım ki karşı tepede bir kale. Rumelihisarı'na kadar gelmişim farkında olmadan. Yoros kalesini hiç bu açıdan görmemiştim. Ne tuhaf. Üçüncü köprünün ayakları iyice büyümüş, gökyüzüne değip, delip geçecek kadar korkunç görünüyordu. Sanki yerden yukarıya doğru değil de, klişe Amerikan filmlerindeki gibi uzaydan yere inmiş canavarların ayakları gibi. Haliyle gözlerim bir kurtarıcı olarak bir Tom Cruise, bir Robert Downey JR aradı ama etrafta balıkçı Kenan ve yolları süpüren yaşlı amcadan başka kimse yoktu. Derlenip toparlanıp geri dönerken teselli olsun diye sağa sola baktım. Ne de güzel evler vardı. Cumbaları daha süslü görünsün diye iki ayrı renge boyanmış, tertemiz yenilenmiş eski evler. Bazılarının kapılarında inşa edildikleri tarihi gösteren tabelalar, bazılarında üç dört merdivenle çıkılan yüksek koskocaman kapılar... Yine de benim gönlümde yatan, kilisenin bahçesine komşu, küçük, iki katlı döküntü olan. Gönül ferman dinlemiyor işte.

Şimdi sen benim olmadın ya ben seni ömrümce unutamam. Yine bir bahane yaratır arada uğrar, bir selam verir sessiz sedasız teğet geçer giderim kapının önünden...

2 Ocak 2015 Cuma



24 Eylül 2014.

Bugün 6. yaşımı uğurladık.

Doğum günü harika bir şey, keşke her gün doğum günü olsa insanın. Halam pasta almış, renkli mumları üfledim. Sonra pastanın üzerindeki çikolata parçalarını ağzıma tıkıştırdım. Kremasını parmaklamayı da unutmadım. Bir sürü hediyem oldu. Herkes beni öptü, başımı okşadı. İyi ki doğdun diyorlar. Ben olmasaydım evlat sevgisini bilmeyeceklermiş. Bence o zaman sevecek başkaları olurdu. Her zaman sevecek birileri olur bence. Yoksa hayat çok sıkıcı olmaz mıydı? Zaman çok çabuk geçiyormuş, annem öyle diyor. Koca adam oldun oğlum diyorlar ama ben hala yaramazlık peşinde koşmayı, yersiz yere şımarmayı, arkadaşlarımla itişip kakışmayı çok seviyorum. O yüzden büyümek istemiyorum. Ne kabahat işlesem koca adam oldun diye bir ses işitiyorum. Büyümek güzel bir şey değil. Üstelik büyüyünce her gün işe gidiyorsun. Anneme söyleyince çok şaşırdı. Bütün çocuklar büyümek istermiş, daha hızlı büyümek için can atarmış. Büyüyünce istediğin her şeyi yapabilirsin, kendi ailen ve güzel bir hayatın olur dedi. Oysa ben asla evlenmeyeceğim. Çünkü şimdiye kadar tanıdığım kızlar bana hep kötü davranıyor. Hem onlar nazik erkekleri severlermiş. Ben nazik olamam ki...Tükürüğümle balon yapmayı, tuvalette çıplak oturmayı ve bazen burnumu karıştırmayı seviyorum. İnsan aşık olunca kibar olurmuş. Ben aşık olmadım ama servis arkadaşım olmuş. Aşık olduğunu nasıl anlamış diye sordu annem. E nasıl anlasın, yemekhanede öpmüş kızı işte.

Çocuklar mutlu olmalıymış, çok mutlu. Bu dünyada en önemli şey sevgi ve mutlulukmuş. Şanslıyım o zaman.  Beni seven çok insan var. Kocaman bir ailem mesela. Bir de aileden olan ama hangi teyzemin ya da hangi kuzenimin nereden akrabam olduğunu bilmediklerim. Onları seviyorum. Çünkü birlikte çok eğleniyoruz.

Bazen annemin söylediklerini hiç anlamıyorum. O da benim söylediklerimi anlamıyor. Soru sorduğumda, başka şeyler anlatıyor. Cevabı bilmediğini anlıyorum. Bu gün neden ayın hep bizi takip ettiğini sorduğumda bana içinde ay kelimesi geçen bir şarkı söyledi. Her şeyi bilmese de onu seviyorum. Nasılsa aynı şeyleri babama da soruyorum. Büyüdüğümde bana uyumadan evvel anlattıklarını anımsamamın onu mutlu edeceğini söyledi. Hiç anlamadım. Hayatım boyunca zaten her gece beni uyutmayacak mıydı? Büyük çocukları anneleri uyutmuyormuş. İşte büyümeyi sevmemek için bir sebep daha.

Bana sarılmak dünyaya sarılmak gibiymiş. Kollarının arasına koskoca dünya nasıl sığar dedim...

Sanki dünyanın bütün güzellikleri, yedi değil yetmiş harikası kollarımın arasında gibi hissediyorum dedi. Kah Bozburun'un mis kokulu nergisleri doluyormuş kollarına, kah Midilli'nin portakal çiçekleri. Dünyanın en mis kokusu burnunun hemen ucundaymış. Galiba o yüzden beni hep koklayarak öpüyor. Çiçekleri çok sevdiğini biliyorum, o yüzden ona çiçek getirmek hoşuma gidiyor. Her sefer şaşırmış gibi yapıp sarılıyor bana ama aslında arkama sakladığım papatyaları gördüğünü biliyorum. Bazen de kalp şeklinde karton kesip üstüne yazılar yazıyorum. Bütün kızlar kalpli şeyleri çok sever. Kalp demek seni seviyorum demektir.

Yedi yaşıma girdim. İstesem de istemesem de büyüyorum işte. Hem büyümek istemiyorum hem de gelecek yılın hediyeleri için şimdiden sabırsızlanıyorum. İyi ki doğmuşum sahiden :)