7 Aralık 2012 Cuma

KIRGINLIKLAR ÜZERİNE

  
Ben kırmızı başlıklı kızım.
Masal dünyasının en saftirik kahramanı. Ninesiyle, kurdu ayırt edemeyip, oran buran neden büyük diye sorarken yem olan şapşal kız.
Oysa ninemin epilasyona gitmeyi unutmadığını, burnunun ve ağzının estetikten devleşmediğini bal gibi biliyorum. Sadece belki bu defa beni yemez diye manasız bir iyi niyet var içimde. Fakat Masallar hep aynı sonla bitmek zorunda öyle değil mi?
Üzüntü desem değil. Bir insanı sadece sevdikleri üzmeyi becerebilir gerisi teferruattır diyorum. Kızgınlık..? Belki biraz öfke ama o da tanımlamaya yetmez. Şaşkınlık hiç değil. Yapar mı yapar dediğin noktada neden şaşırasın ki olana bitene. Devasa, tuhaf bir boşluk ve hafif bir baş dönmesi. İşte bu sanırım hayal kırıklığının tam olarak hissediliş biçimi.
Geçenlerde insanlar sizi hayal kırıklığına uğratmaz sadece siz yanlış insanlar üzerine hayal kurarsınız demiş biri bir yerlerde. Peki başka türlü hayata karşı motivasyonu yüksek tutmayı, olaylara ve insanlara sevgi ile yaklaşabilmeyi, umutlar yeşertebilmeyi nasıl becerebiliriz? Herkese kuşku ve ön yargı ile bakarak yaşayabilir miyiz? İyi niyetten maraz doğar diyorlar. Doğduğu oluyor bazen ama yine de zerre kadar iyilik için değmez mi güven duymaya?
Üstelik deneyip yanıldıkça daha az sarsılıyor insan. Hayatta mükemmel dengeler olmadığını kabullendiğinde fark ediyorsun ki sevdiğin kadar sevilmeyebilir, desteklediğin kadar desteklenmeyebilir ve parmak ucunda yürüyüp karıncayı incitmemeye çalışırken kafana balyoz yiyebilirsin.
Bazen ben de kendi kendime kızıp, vakti zamanında iyi halt etmişsin, şimdi karşılığını aldın sanki diye söylensem de değişmeyeceğimi biliyorum. Üstelik bu işin en kötü tarafı. Başkasının yanlışları yüzünden kendi doğrularını sorgulamak. Yanlışın kışkırtmasıyla geçmiş doğruları yargılamak.
Parmağımı karyolanın başlığına sürtüp, işte buraya yazıyorum, elbet gün olur devran döner diyorum. Parmağın nemli izi uçup gitmeden olanı biteni unutup, bir şans daha vermek için kendi kendimi ikna edeceğimi bile bile...
 

20 Kasım 2012 Salı

Melekler Şehri

Evirip çevirip soymaya çalıştığım armut o kadar sulu ki parmaklarımdan bileklerime kadar şıpır şıpır sular akıyor. Tadı ise tam bir hayal kırıklığı. İlk lokmayı yutan sulu ama armut tadı yok gibi diyor.S ahiden de haklı, armuttan başka her şeye  benziyor. Armudun tadını tanımlamaya çalışırken birden aklıma "City of Angels"geliyor.

Duyulardan yoksun, hissetmeyi bilmeyen bir adama armudun ağızda bıraktığı hazzı tanımlamaya çalışan bir kadın, yani Meg Ryan. En sevimli sarışınlardan. Bana hep aynı yaşta takılıp kalmış gibi gelen, zıpır bir oğlan çocuğunu anımsatan saçlarına bayıldığım romantik filmlerin vazgeçilmezi. Karşısında bu filmdeki mimiklerine, boş bakışlarına hayran olduğum ve sonrasında kesinlikle 8mm gibi filmlerde rol almaması gerektiğini düşündüğüm Nicholas Cage.
 
Sonsuzluktan vazgeçirtecek kadar büyük bir aşkın hikayesi. Bu dünyadan olmayan birinin bir kadın uğruna ölümlü olmayı seçmesi. Gerçi dokunduğunu, tattığını hissedemeden ölümsüz olmak neye yarar. Ne güzel şeydir hissetmek. Beni derinden etkileyen filmlerden biri. Her anı her sahnesi hafızamda desem yeridir.
 
Armut soyarken aklıma gelivermiş olması başta beni gülümsetse de düşününce pek de haksız sayılmadığımı görüyorum. Bu film armut tasviri ile başlayıp, manavda armut reyonunda cilveleşmeyle devam eden ve sonunda armut almaya giderken Maggie'nin kaza yapması ile sonlanan bir film. Bu durumda bu meyvenin bir anda bana bu filmi çağrıştırmasına şaşmamak lazım. Bilinçaltıma yerleşmiş demek ki. Şimdi yazmaya başlayınca aslında izleyici olarak filmin travmatik  finalinin  gizli bir armut düşmanlığı yaratmış olduğunu da fark ediyorum. Sonraki izleyişlerimde ilk sahnelerdeki armudun tadı vs.g ibi replikleri duyunca oturduğum yerden "ah armut uğruna neler olacak ahh"dediğimi anımsıyorum.
 
Nerden nereye işte...Bir dilim armut, bir tutam laf ve bir dirhem çağrışım.

10 Kasım 2012 Cumartesi

KASIM KASILMASI


Bazen hayat sizi şaşırtır.Siz geriye dönüp kaçmak istedikçe sırtınızdan daha da hızla iter ileriye doğru.Bir sonraki adımda pes edip , noktayı koyacağım dersiniz yine olmaz.O adımda bu sefer bir başka basamak koyar önünüze.Baştan çıkartıcı olması için parmağının ucuyla merdivenin en tepesini işaret eder.Yakamı bırak be hayat, yolumu yönümü çizdim işte deseniz duymaz,belki de duymamazlığa gelir.Yorum yapmak senin haddine değil,senin kaderin belli.Ben de sana şans ve fırsatlar sunmaya devam ediyorum.Şikayeti bırak da tadını çıkart der.

Tıpkı uzun zamandır ayrılmak isteyip, her seferinde tam da söyleyecekken bin bir türlü sürprizle vazgeçiren arsız sevgili gibi.Elinde en sevdiğin çiçeklerle gelen adama git diyemiyorsun..




1 Kasım 2012 Perşembe

En kuzeyden en güneye...Molivos & Plomari



Bazen kendi kendimi bir  çocuk gibi azarlamak istiyorum. Tıpkı şu anda olduğu gibi;
“Bir daha seni bir yere götürmeyeceğim, gittin mi geri dönmeyi bilmiyorsun. Alt dudağını sallandırıp, geri dönmek istemiyorum diye mızmızlanmak da ne oluyor kuzum!”

Midilli’nin güney sahilinde,Plomari’deyim.Agrogiali otelin küçük verandasında oturmuş, Irene’nin ev yapımı kara dut reçeli ile birlikte ikram ettiği kahveyi yudumluyorum.Aslında burası bir otelden çok evinin odalarını konuklarına açmış bir hanımefendinin misafirhanesi gibi.Denizin hemen kenarında,dalgaların ninnisi ile uykuya dalınabilecek,lüksten uzak mütevazı bir durak.Bir yatak bir de iyot kokusu yeter de artar bile diyenler için biçilmiş kaftan.
Sabah , otelin sahibesi gelip size kahvaltıda ne yapabilirim diye sorup arka arkaya sıralamaya başlıyor.Tost,omlet,kaynamış yumurta,çay siyah mı olsun?Sonra bir telaşla mutfağa koşup elinde kocaman bir tepsiyle dönüyor. Bir taraftan masayı hazırlarken bir taraftan da istediğimiz kadar kalabileceğimizi, odayı boşaltmak için acele etmemize gerek olmadığını söylüyor.Gidin denize girin akşam istediğiniz zaman gidersiniz diyor.

Bu seferki Midilli seyahatimiz son derece spontane ve bir o kadar da keyifli geçiyor. Elimizi çabuk tutup, bayramdan önce firar ettiğimiz için ne ulaşımda ne de ada içi gezilerimizde kimseyle köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıyoruz.

Ayvalık limanında, kuyruk beklemeden şıp diye geçiverdik tekneye.Hepi topu birkaç kişiydik…Yol boyunca Anadolu’dan yağmur bulutlarını sürükledik peşimiz sıra. Yağmur yağmadıysa da gökyüzü ardı ardına çakan şimşeklerle envai çeşit renge büründü. Bir gürledi, bir ışıklar içinde parlayıp söndü. Biz ilerledikçe bulutlar hızlandı.Tam Midilli limanına giriş yaptığımız ve tekneden inmeye hazırlandığımız sırada ılık bir güz yağmuru boşandı. Mis gibi deniz kokusuna karışan, yağmur kokusuyla kendimden geçtim. Hızla tekneden atlayıp gümrüğe yöneldik.O kadar sakindi ki, gümrükten geçip adayla kucaklaşan ilk kişi ben oldum. Yağmurun tadını çıkartmak için ağır adımlarla ilerleyip, gözlerimi kısarak baktım etrafa.Adanın puslu silueti o kadar güzeldi ki , o kadar olur!

Aracımızı alır almaz zil çalan karnımızı doyurmak için tavsiye üzerine, kalenin hemen arkasındaki koyda bulunan Rembetis tavernanın yolunu tuttuk. Yağmura rağmen hava sıcacıktı. Sahilde acık havada oturup birbirinden lezzetli yemeklerin ve günün yorgunluğuna ilaç gibi gelen Uzo nun tadını çıkarttık. Midilli’nin en sevdiğim taraflarından biri her öğünün bir şölene dönüşebiliyor olması. Yemekler müthiş lezzetli, porsiyonlar çok büyük ve fiyatlar son derece makul. İki kişi uzo dâhil bir yemeğe yaklaşık 20 EU civarında bir hesap ödedik. Bu hesap neredeyse adanın tamamında standartlaşmış durumda. Hiç bir şekilde acaba bir kazık yer miyim gibi bir endişe taşımaya lüzum yok. Zaten tüm menüler Türkçe.Neye ne kadar ödeyeceğinizi en baştan biliyorsunuz. Uzo konusunda pek çok alternatif marka var ama adanın yer altı suları sebebiyle yerel uzo Kefi tavsiye ediliyor.Ben oldukça beğendim, deneyin yanılmazsınız.

Yemekten sonra yönümüzü rüya şehir Molivos’a çevirdik ve sahil boyunca ilerleyip, karşı kıyıda Asos’a gülümseyen, adanın en kuzey noktasına vardık.Molivos ..İnsan taşa bakarak mutlu olabilir mi? Oluyormuş, hem de çok! Taş ev, yaşanmışlık vs. derken Avrupa’nın en iyi korunmuş ortaçağ yerleşimlerinden biri meğerse burnumuzun dibindeymiş. Birbirinden güzel, aynı mimariye sahip evleri, küçük ama çok sevimli limanı, berrak denizi ve ziyaretçileri daha yoldayken karşılayıp hoş geldiniz diyen heybetli kalesi ile tek kelimeyle Ortaçağ’ı yaşatan bir yer.Molivos’u ağustos ayındaki seyahatimizde keşfetmiştik. Buraya ilk geldiğimizde internetteki forum sitelerinden bulup, mutlaka gitmeliyiz tam senlik bir yer diyen sevgilimin elini ayağını öpmek istemiştim. Bu sefer de Midilli’ye gelip Molivos’a uğramadan olmazdı.




Molivos
Oteller konusunda booking.com dan rezervasyon yapıp karşılaşacağımız sürprizi beklemek gibisi yok.Molivos’taki konaklama için de seçilen otel Panselinos isimli bir yerdi. Gece karanlığında büyük bahçeden içeri girdik. Bahçeye yayılmış pek çok villadan oluşan ilginç bir oteldi. Gecenin karanlığında yolumuzu yönümüzü pek seçemediğimiz için etrafla ilgili pek bir fikrimiz olamadı. Sadece odanın büyüklüğü ve içindeki mini mutfak, masa ve koltuk takımı gülümsetti bizi. Kişi başı 20 EU karşılığında konakladığımız bir yer için beklentinin çok üzerindeydi doğrusu.
Esas sürprizi sabah uyanıp perdeyi açtığımda gördüm ve kocaman bir çığlık attım. Büyük bir balkonumuz vardı ve önümüzdeki engin deniz Ege bölgesinin en kuzey ucuna doğru uzanmaktaydı…Benim şaşkınlığımın sebebi, harika bir deniz manzarasına uyanmış olmaktan ziyade, şu anda tam karşımda duran karenin, aylar öncesinde bloğumda yayınladığım bir yazı için seçtiğim tesadüfi bir görselin neredeyse aynısı olmasıydı. İnanılmaz şaşkındım…O fotoğraf karesinin içindeydim,tam da orta yerinde!
Kahvaltıya giderken Panselinos’un bahçesindeki çeşit türlü meyve ve zeytin ağaçlarıyla selamlaştık.Hepsi o kadar güzel ki..Dönüşte bahçeden toplandığımız mandalina ve portakallar yolculuğumuzun geri kalanında bize eşlik etti.
Otelden ayrılırken, görevli Savvas buradaki termali kesinlikle görmemiz gerektiği konusunda ısrar etti. Merakımıza yenilip uğrayalım dedik. Hiç bu kadar enteresan bir termal görmemiştim. Bizim gibi Osmanlı hamamları görenler için banyo kısmı çok sembolik kalsa da şifalı su çıkıyor diye kaynağın üzerine kocaman bir tesis kurulmamış olması takdire değer. Tam da denizin kıyısında kaynayan suyun üzerini minnacık bir kubbe ile örtmüşler. Hepsi bu. Gerçekten ufacık bir yer. Bundan başka meşhur olan baka bir Eftalou termali vardı da biz mi gidemedik ,bilemiyorum..

Molivos kalesi mevsimin olağan sükûneti içindeydi. En tepeden şehre ve dört bir yanımızı sarıp sarmayalan Ege’ye bakarken “anı” yaşıyor olmaktan daha güzel bir şey hayal edebilmek mümkün değildi doğrusu. Denize dik uzanan ahşap banklardan birine uzanıp denizin ve gökyüzünün mavisi ile sarıp sarmalandım. Hayata dair ne varsa zihnimden uçup gidiverdi. Masmavi ile sarmaş dolaş olmak, üstelik adada ve henüz güz güneşi yüzünü üzerimizden çekmemişken…
Molivos Limanı
Öğle yemeğini limanda yiyip, tekrar yollara koyulduk. Haritayı önümüze alıp, bu gece nerede konaklasak diye düşünürken Plomari geldi aklımıza. Bu sefer rotayı adanın en güneyine çevirdik. En kuzeyden ,en güneye ulaşmak pek kolay değil tabi. Mesafe kısa da olsa, son derece dolambaçlı yollar insanı hayli yoruyor.Plomari’ye vardığımızda yola çıkmadan hemen önce rezervasyon yaptığımız Agrogali oteli aramaya koyulduk. Bu kadar ev görünümünde olacağı aklıma gelmemişti doğrusu…
Plomari..Birbirinden güzel plajları ve ışıl ışıl denizi ile harika bir yer. Yazın epeyce kalabalık olduğuna şaşmamak lazım. Bana biraz Garda gölü kıyısındaki köyleri anımsattı. Sevimli ve mutlaka vakit geçirilmesi gereken Midilli’nin içinde gizlediği cennetlerden sadece biri.
Plomari

Yunan adalarından bahis açıldığında,buraya gelmek isteyen bazı insanların kafasında soru işaretleri vardı. Malum Türk ve Yunan sözde husumeti...Tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, ülkem dışında hiçbir seyahatimde, alış veriş halinde bulunduğum insanlarla el sallayıp, sarılıp öpüşerek vedalaştığımı anımsamıyorum.Kulağa tuhaf geliyor değil mi? Bence de. Otelden ayrılırken Irini ile sarılıp öpüştük. Arabamız gözden kaybolana kadar ardımızdan el salladı.Aracımızı kiraladığımız yetkili ile gümrük girişinde birbirimize yine el sallıyorduk karşılıklı. Lokantada hesabı aşağı yuvarlayan garsona bahşiş vermek istediğimde,”no my friends” deyip parayı almak istemedi. Oysa bir saat önce tanışmıyorduk bile. Dahası da var…Arkeoloji müzesine girmek istediğimde kapanmasına 15 dk. vardı. Bugün git yarın gel derlerken kapıdaki bekçi nereden geldiğimi sordu. İstanbul’dan dedim. Türk müsün dedi. Evet dedim Türküm.Gülümsedi.Hadi içeri gir, hızlı bir tur at para falan da istemez deyip kapıyı açtı.Plajda Deniz yaşlarında bir oğlu olan bir adam Türkçe konuştuğumuzu anlayınca oğlunun kulağına bir şeyler fısıldadı ve çocuk karşı kıyıya bakıp Yasu Türkiyaaa diye bağırıp el sallamaya başladı.Deniz yaşlarında dünya tatlısı bir oğlan çocuğuydu. Muhtemelen yanımda olsa ikisi serserilik peşinde koşacaklardı.Adamcağız da çoğunlukla vücut dilini kullanarak bize bir şeyler anlatmaya çalıştı.Karşı kıyıda neler olup bittiğini merak ediyordu.

Kısacası adaya ayak basar basmaz “ Merhaba Yunanlı ben dostum” tarzında bir savunmaya geçmenizi gerektirecek bir ortam söz konusu bile değil.Duvarlarda sıklıkla karşılaştığımız KKE harflerinin sahibi,Yunanistan’ın en eski partisi olan Komünist partisinin de Türklere yaklaşımı çok net.Anadolu’nun işgali sırasında, Türk-Yunan savaşına karşı gelmiş,işgalci kuvvetlere “emperyalist güçlerin planları için Anadolu’daki kardeşin Mehmet’i vurma” söyleminde bulunmuş bir parti ve Midilli’de hala çok etkin.

İşte yine geri dönüş vakti geldi de çattı bile. Adanın en sevmediğim tarafı,bir şekilde vedalaşmak zorunda olmam sanırım. Yazık ki geride güzel hatırlar bırakıp, bir sonraki yolculuk için gün saymaktan başka yapacak bir şey yok.

Hoşçakal Midilli,ver elini Ayvalık..


5 Ekim 2012 Cuma

"JOKER"IN YAŞI OLMAZ


O bir destenin en renkli , en heyecanla ve merakla yolu gözlenen üyesi.O bir joker!

Her eli şenlendiren, her bir seriyi,diziyi taçlandıran koskocaman güldü mü daha da bir sevimli olan joker.

Onu kim sevmez ki..

İyi günde, kötü günde, bazen deli gibi gülüp tepinirken bazen ona buna kızıp hararetle söylenirken bu seride hep bir tamamlayıcı olarak bizimle olman ve üstünde taşıdığın onca rengi bize yansıtman ne mutlu!

Sen kocaman bir kalbi olan, vicdanlı, ve tanıdığım en fedakar kadınsın.O kadar fedakarsın ki bazen seni iki yana sarsıp "aptal mısın sen be hey şuursuz "demek geliyorsa da içimden,aklına koyduğunu yapacağını bildiğim için ses etmiyorum.Fakat biliyorum ki ancak birine yardım ettiğinde, onun yerine sen koşturduğunda ya da zor zamanında dostlarının yanında olduğunda rahat ediyor için.

Senin kadar bonkör bir insana da az rastlanır..
Sahip olduğun her şeyi bir anda, sorgusuz sualsiz isteyen herkes ile paylaşamaya bir an bile tereddüt etmediğin gibi sevgi ve güven konusunda da kapıların herkese açık,hem de sonuna kadar.Zaman zaman pişman olup, keşke diyorsun biliyorum ama unutma hayat hiç bir keşke için üzülecek kadar uzun değil.Ve aslında her bir yaşanmışlık sana katılan bir değer,bir tecrübe ve bir yol belki de gelecekte daha mutlu olabilmek adına..

Bugün doğum günün..Joker'in yaşı olmaz! Benim için sen her daim genç ve enerjik kalacaksın.Geçip giden yılların ne önemi var.Daha hayatın çok başındasın..Yeni yaşında sağlık,mutluluk ve başarı diliyorum!Sağlık her şeyin başı,mutluluksa senin kendi ellerinde,sandığın kadar karmaşık değil aslında..Başarı mı işte sen bunu en çok hak edensin!Seninle ve yaptıklarına gurur duyuyorum, her baba yiğidin harcı olmayan işlere kalkıştın hem de sadece "kendine " güvenerek.33. yaşında yolun o kadar açık olacak ki sen bile şaşıracaksın..Ve biz kuzeninin arkadaşları da olsak mutluluğunu ve başarılarını kutlamak, katlamak için hep seninle olacağız çünkü seni çok seviyoruz , arkadaşımızın kuzeni olsan bile :)









3 Ekim 2012 Çarşamba

ALTIN ÖĞÜTLER

O bir fenomen...

Şu fani dünyada eşine az rastlanır bir kadın. Çoğu konuda idolümdür aynı zamanda. İşin tuhaf tarafı yıllar geçtikçe ona ne kadar benzediğimi biraz daha fark ediyorum. Küçük bir kız çocuğuyken babaanneme benzetildiğimde arkamdan "Arap kızı camdan bakıyor"diye dalga geçecekler diye çok korkardım. Ahmaklık işte! Şimdi ise ondan bana yadigar kalan genleri keşfedip "vay be bu tam da babaannemlik bir hareketti" demek pek hoşuma gidiyor. Son dönemde Arap kıvırcığı saçlarımdaki akları ısrarla boyatmıyor olmam bile aklıma onu getiriyor. O da kıvırcık, gür saçlarını ömrünce hiç boyamamış. Bence bu hali hala çok güzel. Her ne kadar eş dost yakında Semra Sezer gibi olacaksın dese de bir süre daha el sürmeye niyetim yok.

Gerçi onun kendine has özelliklerinin onda biri bile bende yok. Zaten o yüzden bir fenomen, bir Zehra Tunç olabilmek her baba yiğidin harcı değil.

Okumayı ve kitap sevgisini ondan öğrendim. Beş yaşında koltuğumun altına gazete sıkıştırıp okumayı öğret bana dediğimde, ilk söktüğüm kelimeler " Bulvar Gazetesi" olmuştu.O anı dün gibi hatırlıyorum. Heceleri birleştirmek o kadar zor gelmişti ki okuduğumu fark ettiğimde Bulvar Gazetesi diye kocaman bir çığlık atmıştım. Evinde her zaman yığınla gazete, onun deyimiyle mecmua ve etrafta kitaplar olurdu. Raflardan alıp birlikte okuduğumuz ilk kitap, yazarını anımsayamadığım "Tabiat Ana" isimli bir kitaptı. Şimdilerde onca şeyi hatırlayamıyorken bütün bunların belleğimde bu kadar netlikle yer etmiş olması ne tuhaf...Okumayı çok sever vesselam. Dünyada bir başka kadın yoktur ki evlenirken müstakbel eşine, evlilik için böylesine iki şart sunmuş olsun :

* Her gece okurum, ışık rahatsız etti erken kalkmam lazım deme.
* Gece uyumayacağım için sabah erken kalkıp sana kahvaltı hazırlayamam.

Dedem de muhtemelen şaka zannetmiştir ama kabul etmiş. Sahiden de hala sabaha kadar oturur. Okur, ahşap ağızlığından hiç düşmeyen sigarasını tüttürür ve yanındaki ince belli bardaktaki limonlu, sekiz kesme şekerli çayı hep hazırda bekler. Dedem mi ..? O da hala sabah 06:00'da kalkıp işe gider. Ağzına sigara sürmez, ince belli çay bardağında çay yerine bira olur.

Doğru bildiğini pat diye söyler. Kim ne düşünür, nasıl yorumlar aldırmaz. Kimseye müdanası yoktur çünkü. Çok da güzel söver. Bir kadının ağzına küfür bu kadar mı yakışır. Yerli yersiz değil elbet. Birine kızdı mı öyle içten söver ki o anda dünyanın en güzel sözleri dökülüyor dudaklarından sanırsınız. Bu yüzden mevlitte hocayla, inançlı geçinip kendisini kazıklayan bakkalla ya da ihtilal zamanı ulu orta askerle takışıp veciz sözler sarf etmeye imtina etmemiştir.

Canının istemediği hiç bir şeyi yapmaz, zorunlu ziyaretler, usulen davetler ona göre değildir. Lafı da dolandırmadan, dallandırıp budaklandırmadan açık açık da söyler.

Yemek yemeyi ve yapmayı sever ama çok az ve öz yer. Seçicidir.Lakerda için kalkıp Beyoğlu'na gider, hiç üşenmez. En son balıkçıya "Şu dünyadan göçtüğümde en çok daha fazla lakerda yiyemediğime üzüleceğim. Bana da öğret de buralara kadar koşturmak zorunda kalmayayım" demiş.Öğretmişler!

Parayla pulla,  önemli addedilen kemikleşmiş hiç bir şeyle ilgisi yoktur. Öğrenciyken zayıf alınca, "üzülme en kötü sınıf tekrar edersin", okula geç kalınca,"bugün de gitmeyiver ulema mı olacaksın", evlenirken "dert etme olmazsa boşanırsın" derdi :) Hala da diyor, hiç değişmedi. Hayatı hafife alıp, rutin telaşlarla kendini üzmedi, üzmüyor. İşte belki de en çok bu yüzden idolüm. Hep olmak isteyip de olamadığımız profil aslında.

Sohbetşinastır. Hatta sohbet konusunda müthiştir! Kah Rus bir yazarın fi tarihli romanından bir bölümden , kah vakti zamanında izlediği bir oyundan, kah politikadan kah katırla dünya turu yapmak istediğinden bahseder. Bildiğimiz babaannelere benzemez.

Onu seviyorum, hem de çok! Her halini, sahip olduğu her özelliği ayrı ayrı seviyorum...

İşte son görüşmemizde, bana verdiği öğütler. Seksen beşlik bir çınarın sözlerine kulak vermeden olmazdı.

  • Kimsenin seni üzmesine müsaade etme. Birine mi kızdın, birinin seni mutsuz etmeye çalıştığını mı fark ettin...Evde ona söverek gez. Amaaan çarkına ... de gitsin. Ben bazen yapıyorum valla çok iyi geliyor.
  • Başkalarını zerre kadar umursama. Ben başkalarını takmamaya karar verdiğimde 51 yaşındaydım keşke 25-30 yaşlarında yapsaymışım.
  • Bu dünyada en önemli kişi kendinsin. Önce sen sonra çoluğun çocuğun eşin dostun gelir. Kendi kıymetini bil.
  • Akıllı insan asla mutsuz olmaz. Mutsuzluk aptalların işidir.
  • Kilo alma! Şişmanladıkça sağlığın riske girer 53-56 arasında gidip gel, ne eksik ne fazla :)))
  • Ben ajans izlemeden duramam ama asabım bozulmasın diye tüm gündemin bir kurgu bir tiyatro oyunu olduğunu düşünüp öyle izliyorum. Neler olmuş neler bitmiş ama hiç biri gerçek değilmiş.
  • İnsan evinde huzur bulmalı. Nerelere çağırıyorlar da şu köşenin yerini tutmuyor. Evde mutluysan dışarıyı aramıyorsun. Evini mutlu olacağın hale getir.




2 Ekim 2012 Salı

Çok Yaşa Obsesif Bakkal

Günlerden cuma. Sabahın erken saatlerinde güne Yeniköy'de başlamışız. Hava güzel, mis...Boğaz'ın suları ışıl ışıl parlıyor. Tam da girilecek deniz diye iç çekiyoruz. Bir kaç toplantı, leziz bir öğle yemeği derken her şey yolunda görünüyor. Yine de içimde bir sıkıntı var. Yeniköy'den Tarabya'ya doğru yürüyoruz. Hem laflıyoruz hem yürüyoruz. Maksat cuma öğleden sonranın ritmini yavaşlatmak. Tam da bu sıralar bir grup anarşistin "alkolik hareket engellenemez" adlı bir harekat başlatmayı planladığından ve nispet olsun diye fotoğraf bombardımanına uğrayacağımızdan bihaberiz.

Önünden geçtiğimiz dükkanlardan biri için Sena çok normal bir ses tonu ile. "A bak bu da bizim obsesif bakkal" diyor. O kadar sakin bir deyişi var ki bakkalların yüzde yetmişi obsesif sanırsınız. Ben de merak ediyorum tabi. Sena bakkalda her şeyin muntazaman yerleştirildiğinden, çocukken bir şeyleri ellediğinde azar işittiğinden falan bahsediyor. Anlattıklarını dinlerken bir taraftan da göz ucuyla bakkalın kapısından içeri bakıyorum. Görüş alanıma giren karede bisküvi paketleri boy sırasına göre yan yana dizilip, tüm harfler aynı yöne bakacak şekilde yerleştirilmiş. Dışarıdan bakınca farklı marka bisküvilerden küçük bir piramit oluşturulmuş gibi görünüyor, çok komik! İçecek dolabı da fena! Her bir marka şişe ön cepheden bir tane görünüyor ve ardı sıra aynı ürünün devamı sıralanmış vaziyette. Aynı durum cipsler için de geçerli. O koskoca cips rafında tüm çeşitler asker gibi dizili, hepsi hazır ol pozisyonunda mübarek. Tabi ki daha yakından görmek için ciklet alalım bahanesiyle içeri giriyoruz. Etrafa bakıp sırıtırken acaba bakkal anlıyor mu diye de tedirgin oluyorum. Az önce Sena'nın söylediği şeyler geliyor aklıma. Minyatür şişede satılan içecek piramidinden bir tanesini alıp evirip çevirip gayet ters bir şekilde yerine koyuyorum. Birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Usulca "şimdi biz çıkınca hemen düzeltir"diyor. İçimden yaramaz çocuklar gibi her şeyi birbirine katmak geliyor. Bisküvi dizilerini karmakarışık edip, sürpriz yumurta sırasını alt üst etmek. Sonra tüm içecek ve dondurmaların yerini değiştirmek daha neler neler. Düşündüğüm bu hinlik ağzımı sulandırıyor doğrusu.

Cikleti alıp, parasını ödeyip, obsesif bakkala sinir krizi geçirtmeden, geldiğimiz gibi efendice  dükkandan çıkıyoruz. Yüzümde koskocaman bir gülümseme ile...Hayatta insanın karşısına çıkan beklenmedik tuhaflıklar ve hoş detaylardan sadece biriydi fakat  o kadar iyi geldi ki o kadar olur. Yaşa, var ol obsesif  bakkal ve pek tabi bu güzide mekanı paylaşan sevgili Sena!

28 Eylül 2012 Cuma

İYİ Kİ DOĞDUN

Deniz oğlum dördüncü yaşını devirdi.

Artık evde klozet kapakları kaldırılmaya, aşk üzerine yorumlar yapılmaya hatta bebeklerin dünyaya gelme süreciyle ilgili sorular sorulmaya başlandı...Deniz'le baş başayken banyoya girdiğimde klozet kapağını kaldırılmış görmek pek tuhafıma gidiyor doğrusu.İçimden, evde bir "erkek" var diyorum.Sonra dönüp bakıyorum, aklı sıra beni ayakta uyutmaya çalışan , bin türlü şeytanlık peşinde koşan mini minnacık bir erkek! tam arkamda duruyor.Altında poposundan düşen bir pijama, üstünde onun deyimiyle en sevdiği t-shirt ve yüzünde muzip bir gülümseme.Göz göze gelince ellerini ovuşturup güreş yapalım mı ne dersin diye soruyor.Aman ya rabbim , oğlan annesi olmak ne zormuş.Belimde ve boynumda oluşacak muhtemel ağrılara ve sakatlanma rıskıne rağmen , Japon çizgi filmlerindeki gibi gözlerini kocaman açıp birlikte yuvarlanmayı bekleyen bu serseriye hayır diyebilmek ne mümkün?Bütün gücüyle  üstüme atılıp, yirmi dört kiloluk cüssesiyle tepemde zıplıyor.Geçenlerde bu yüzden hastanelik oldum,şaka değil!Koltuğun tepesinden sırtıma atlayınca kaburgalarımdan bir ya da bir kaçının kırıldığını zanettim.Doktorla diyaloğumuz müthişti:

* Neyiniz var?
*Galiba kaburgam da kırık var,çocuk atladı da?
*Düştü mü?
*Yok atladı.
*Kaç yaşında
*Dört
*Hımm bir bakalım..

Sonra Deniz'i görünce okkalı bir maaşallah deyip, muayeneye daha bir itina ile devam etti.Çok şükür kırık falan yoktu, acil servis maceralarımıza bir yenisi daha eklendi o kadar.

Evde ne kadar çok oyuncak, teknoljik ıvır zıvır olursa olsun hiç bir şey bir erkek çocuğunu güreşmek ya da dozerle ezicilik oynamak kadar mutlu edemiyor.İşin komik tarafı bir süre sonra, bazen  ben de durup duruken ayakta bacaklarımı iki yana açıp, saçma bir kol hareketiyle hadi savaş başlasın derken buluyorum kendimi :)

Çoğu zaman çeşit türlü yaramazlıkları sebebiyle ona kızamıyorum bile.Bir ona bir kendime bir de sevgilime bakıp işte diyorum bu ikiliden ancak böyle bir şey çıkardı.Köşesinde oturan uslu mu uslu bİr çocuk olmasını beklemek genetik bilmine zerre kadar itibar etmemek olurdu doğrusu.Geçenlerde bize kızıp "ben bu evden gideceğim artık"dedi..Biraz erken tabi ama yine de belli ki bi zaman sonra merakına yenilip gidecek.Yeni limanlar, yeni diyarlar, yeni kucaklarla tanışmak için gidecek.Hangimiz gitmedik ya da en azından hangimiz gidebilmeyi istemedik ki..

Oğlum bugün dört yaşında..Önünde koskocaman bir ömür var.Nice yüzler gelip geçecek hayatından.Kimisi derin bir sızı bırakacak kalbinde ömrünce unutamayacak, kiminin ismini dahi hatırlayamayacak.Kimine dost diyecek, kimine sevgili..Fakat emin olduğum bir şey var ki sadece kan bağıyla değil, sevgi bağıyla kurulmuş kocaman ve eğlenceli bir ailesi olacak.

Doğumgününde ona sımsıkı sarılıp, gönülden dilediğim tek şey "mutluluk"..Ne yaparsa yapsın ve her kim olursa olsun  mutlu olsun istiyorum.Herkes yolu ne olursa olsun mutluluğun peşindedir ve o hangi yoldan gitmek istersen mutluluk ordadır nasılsa..Mutlu olmak yetmez daha doğrusu mutlu kalmak için yetmez.Bu yüzden mutlu da etmeli..Mutlu etmeli ki yalnız kalmasın.Yalnız bir adam olduğunda,  dalıp gittiği manzaranın, lezzetinden gözlerini kısarak yuttuğun lokmanın ve elinde avucunda her ne varsa sahip olduklarının ne kıymeti var..?

Doğumgünün kutlu ve mutlu olsun canım oğlum.

Her gece kulağına fısıldadığım gibi ;

Seni bu dünyada en çok seven kişi,annen..





21 Eylül 2012 Cuma

EYLÜL İŞTE..

Nişantaşı'ndan Taksim'e doğru yürüyorum. İpini kopartmış bir uçurtma gibiyim. Nereye gideceğimi bilmeden, şehrin ritmine kapılmış sürükleniyorum. Kafam dağınık, hem de çok..Harbiye'de dükkanların vitrinlerine boş boş bakıp, Kenter Tiyatrosu'nun kapalı gişesine dalıyorum uzun uzun. Sebepsizce..Müşfik Kenter'in siyah beyaz bir karede gülümseyen gözleri hüzünlendiriyor beni.

Kısa bir süre sonra Ankara'dan bir ses geliyor. Tam da zamanında! O kadar iyi geliyor ki o kadar olur. Telefonun diğer ucunda tuşlara dokunan biri aynen şöyle diyor :

 " Kızılay'da boş boş geziyorum, kafesinden kurtulmuş kuş gibi"

Onun adına çok sevinirken kendi adıma özeniyorum. "Kafesinden kurtulmak" kulağa hoş geliyor doğrusu.

Bir kaç dakika içinde Kızılay üzerinden Karşıyaka'ya, Beyoğlu üzerinden Midilli'ye gidip geliyorum.Burnumun ucuna fırınlanmış palamut ve keskin bir yakut kokusu gelip oturuveriyor. Yakut,öğrencilik yıllarında tacımın en kıymetli mücevheriydi diyerek yine beni benden alıyor.

Kafamda onlarca soru işareti, içimde yerli yersiz bir sıkıntı ile yürümeye devam edip bir taraftan da telefonumu kurcalarken  "ağda 2 tl" yazan bir vitrinle burun buruna geldiğimde kaybolduğumu anlıyorum. Dalgınlıkla sürüklenirken Tepebaşı'nın arka sokaklarına geldiğimi fark edememişim. Ara Güler'in fotoğraflarındaki gibi, karşılıklı ahşap evlerden birbirine çamaşır iplerinin uzandığı  bir sokağın tam da orta yerindeyim. Bunca yıllık İstanbulluyum ilk kez bu kadar tedirgin oluyorum. Ensemden sırtıma doğru soğuk bir ter damlası iniveriyor. Ürküyorum. Sokak dar, sağlı sollu binalar  üzerime yıkılıverecekmiş gibi. Yağmur yağmıyor ama yerler ıslak. Etrafta kimsecikler yok. Hangi yöne doğru koşarsam yönümü daha hızlı bulabilirim diye düşünürken ana caddeye dik bir başka sokağa girip arkama bile bakmadan ilerliyorum. Bu hafta başıma gelenlere bir de darp, gasp ya da kaçırılma gibi bir vukuat eklemeye hiç niyetim yok.

Uzun zamandır bu kadar dalgın olduğumu, en azından yolumu yönümü kaybettiğimi anımsamıyorum. Demek ki sahiden de son zamanların kasveti çökmüş üzerime. Yine de geçen sekiz ayın hatırına, bütün seneye haksızlık etmemek gerek. Sene başındaki dilekler listesine atılan her bir çentik yeni maceralar, yeni keşifler demekti. Şimdi de sıra biraz durup beklemekte belki, kim bilir.

Aslında fazla söze de gerek yok. Malumunuz "eylül"işte...

21 Ağustos 2012 Salı

MERAKLISINA ZUMBA


Allah biliyor ya oldum olası spor yapmayı sevmem.Övünmek için söylemiyorum bilakis bu konuda çok da muzdaribim.Lakin gidip koşu bandında varılmaz bir hedef doğru manasızca koşmak ya da kilolarca ağırlığın altında eziyet çekmek hiç bana göre değil.Bir kaç kez yüksek motivasyonla spora başladım ama sonuç hep hüsran oldu.Hatta vücudumun hamlığından ağrıyan kaslarım nedeniyle sporun hiç de faydalı bir şey olmadığına yemin edebilirdim.

Diğer taraftan otuzları devirmişken bedene yirmilerdeki kadar pervasızca eziyet edemiyor insan.Hareketsiz kaldıkça metabolizma daha da yavaşlayıp her geçen gün hem fazla kiloya hem de müthiş bir kondisyonsuzluğa sebep oluyor.Bir süre sonra merdiven çıkamayıp, en ufak bir poşeti bile taşıyamıyor olmak insanı telaşa sürüklüyor doğrusu.

Baktım spor salonlarına kapanıp fitness yapamıyorum,alternatif bir yol denedim.Epeydir sıklıkla duyduğum "Zumba" fitness programına yazıldım.İsmini Kolombiya dilinde "hızlı hareket etmek" anlamından alan,dans adımları ve ritmik müzikler eşliğinde yapılan bir fitness programı.Jennifer Lopez'in dans hocası Beto Perez'in aslında tesadüfi bir şekilde keşfettiği bir fitness stili.Bana sorarsanız spordan çok eğlence.Kondisyon bisikletinde on beş dakikayı doldurmak için saniyeleri sayan biri olarak bir saat boyunca, zamanın nasıl akıp geçtiğini fark etmeden hareket edip su gibi terleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.İlk zamanlarda ilk şarkılarda epeyce zorladım.Malum hızlı hareket etmeye alışık değilim.Sonrasında her geçen ders tempom arttı.Üstelik adımları öğrendikçe daha çok keyif almaya başladım.Hem spor yapıp hem de salsa-çaça-hip hop danslarının temel adımlarını öğrenip bire bir uyguluyor olmak muhteşem.Spora sürünerek giden ve hatta mümkünse kaçan ben Zumba'ya koşarak gidiyorum.Sadece fiziksel değil,zihinsel olarak da oldukça rahatlatıyor.Haftada üç saat deli gibi dans etmek kime iyi gelmez?

İstanbul'da zumba dersleri veren pek çok yer mevcut ancak eğitmenlerin işin ehli olduğuna ikna olmakta fayda var.Diğer taraftan internetten zumba videolarını karıştırıp evde müsaitseniz denemeye başlayabilirsiniz.Hatta yeni başlayanlar için alternatif DVD seçenekleri de olduğuna eminim.Kursa gidecek vaktiniz yoksa, evdekileri yollayıp kendi kendinize küçük bir zumba partisi verebilirsiniz :)



IDO - iLLALLAH DEDiRTEN ORGANiZASYON


Bütün bir yıl boyunca fahiş fiyatlar ve abuk subuk uygulamalarından geçtim.Nasılsa tekel oldum , insanlar kısacık tatillerini yolda geçirmemek için bilet değil zaman satın alıyorlar deyip fiyata yüklenildikçe yüklenildi.Biz de hem kızdık hem de paşa paşa aldık biletlerimizi.Bu kadar tantanaya karşılık ben daha boş bir sefere denk gelmedim.Artık parayı pulu, kazıklanıyor olmanın dayanılmaz hafifliğini bir kenara koyuyorum.Fakat son yaşadığım olay sahiden de pes dedirtti.Yahu bu kadar para alıyorum birazcık da müşteri memnuniyetini düşüneyim diyen bir yetkili çıkmaz mı insanın karşısına?Müşteri bu kadar mı kıymetsiz?Dün yaşadığım olayı aynen aktarıyorum:

22:45 Mudanya-Yenikapı seferine biletimizi haftalar öncesinden aldık.Internet uzerinden alım yaptığımız için sistemde rezervasyon kodu da dahil tüm detaylar mevcut.Malesef son dakika yaşadığımız bir aksilik sebebiyle araç değiştirmek zorunda kaldık.Biletler de araçta kaldı..

Nasılsa tüm kaydımız , ödeme bilgilerimiz vs. sistemde kayıtlı diye düşündüğümüz için rahatız.Gidip gişeden biletlerimizi alırız diye düşünüyoruz.Eşim ne olur ne olmaz diye IDO call centerı aradı.Tam 23 dakikalık telefon görüşmesinin neticesi beş kelimeden ibaren " basılan biletin sorumluluğu müşteriye aittir."Ne bir çözüm ne de yardımcı olma eğiliminden eser yok! Çileden çıkartırcasına dakikalarca durumu anlatamaya gayret ederken karşımızda donuk bir ses sürekli aynı cümleyi tekrar edip duruyor.Diyalog aynen şu şekilde :

* Hanımefendi şimdi biz kaza sebebiyle araç değiştirmek durumunda kaldık.Biletlerimiz de diğer araçta gitti.Ben limana vardıgımda gişeden kimlik ibrazı ile biletlerimi teslim almak istiyorum.

* Kusura bakmayın basılan biletin sorumluluğu müşteriye aittir.

*Ben zaten ödeme yaptığım ve benim ıcın ayrılmış olan yere ait bileti tekrar bastırmak ısıtıyorum,alt tarafı bir kagıt parçası gişeden verilsin.Sisteminizden rezervasyon kodu ile bakılabilir.Şahsıma ait tek bilet var o da bu sefer için olan.

* Basılan biletin sorumluluğu müşteriye aittir

* Siz peki şimdi bana IDO olarak nasıl bir çözüm sunabilirsiniz,ne yapalım ben müşteri olarak mağdurum.

* Basılan biletin sorumluluğu müşteriye aittir

* Hasbin allah o zaman biletimi iptal edin ve hangi seferlere bilet verebilirsiniz bakın lütfen.

* Basılan biletin iade ve değişikliği olmuyor , yeni bilet almanız gerekir.

* Yahu havayollarında bile son ana kadar iptal değişiklik oluyor da sizde niye olmuyor! Neyse cezası verelim.

 * Basılan biletin sorumluluğu müşteriye aittir

Dakikalar süren ve yetkili yerine bizim alternatifler üretip üretip sürekli aynı çözümsüzlüğü tokat gibi suratımıza çarpan IDO ve ısrarla bir üst yetkiliye bağlamayan call center çalışanlarına işiniz düşerse vay halinize...Üstelik aynı hafta IDO nun imajını iyileştirmeye çalıştığına dair bir haber vardı gazetede.Bu bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi sayın Hamdi Akın?





8 Ağustos 2012 Çarşamba

"UZMAN OLİMPİYAT SEYİRCİSİ"


2012 Londra Olimpiyatları son hızıyla devam ediyor.

Akşamları TV karşısına yayılıp ömrü hayatımda hiç ilgimi çekmemiş sporları izleyip,bir taraftan da işin magazinsel tarafı ile eğleniyorum.Ev kalabalık olduğunda müsabakaları izleyip yorum yapmak çok daha keyifli oluyor.

Geçtiğimiz akşam sekiz kişi bir arada bir atletleri,bir güllecileri bir de sırıkla uzun atlamacıları izliyoruz.Üç dakika ordan beş dakika burdan derken kafam allak bullak oluyor.Kamera yakın çekim yaptığında aa bu kesin çok iyi atlar dediğim sporcu meğer atletmiş!Evde bir kahkaha kopuyor.Salonda sosyalciler ve fenciler çekişmesi var.Her zamanki gibi fenciler işin fiziki kurallarını vs. didikleyip bizimle alay etmek istiyorlar.Şaka yollu soruyorum;"Yahu bu atletlerin niye bir kısmı önde bir kısmı arkada başlıyor haksızlık olmuyor mu" diye.Bal gibi biliyorum aynı mesafeyi koştuklarını oysa.Pınar bu cümleyi duyunca küçük çaplı bir şok geçiyor.Sonra soruyor,peki neden böyle ayarlıyorlar biliyorsun değil mi diye? Valla diyorum ben olsam yan yana dizer aynı hedefe doğru koştururum , kimse de ben öndeydim sen sağdaydın diye vıdı vıdı etmez.İstisnasız tüm fenciler neden böyle sıralandıklarını bilmekle kalmayıp aaa nasıl mantığını bilmiyor musun diye üstüme geliyor.Yalnız olduğumu düşünüp iki parende ile kendimi ikinci kattan aşağı atmak isterken aslında diğer sözelci arkadaşımın da benimle aynı durumda olduğunu farkedip rahatlıyorum.

Atletizmden gülleye geçiyoruz.Güllecileri görünce insan bunlar da sporcu mu hey maşallah demekten geri kalamıyor.Böyle sporcu olur mu her yerleri yağlı dememe kalmadan arka arkaya iki veciz deyiş geliyor arka taraftan.Biri, ne olacaktı bu cüsseyle balerin mi olacaktı gülleci olacak tabi diyor.Diğeri daha de derine inerek yahu atasözü! bile var biri çok iri yarı olunca Dogu Alman Gülle takımından gibi denir diyor.Sonra sosyaciler yine aman kadının favorisi var ıyyk falan derken fenciler acaba gülle kaç kilo diye arama motorlarına koşuyor.

Sırıkla atlama tam bir faciaya dönüyor.DY'nin çok beğendiği Rus sporcu Isinbayeva da dahil tüm sporcular bütün müsabakayı sırıkla atlayamama şeklinde tamamlıyor.Herkes patır patır dökülürken kötünün iyisi diye birilerine madalya veriliyor olması da tuhafıma gidiyor doğrusu.Isınbayeva mı? Onun düşüşünde benim zerre kadar parmağım yok!

Madalya törenini dikkatle izlediğimiz güreşi de atlamamak lazım.Kirli sakallı Gürcü sporcu ile al yanaklı Türk sporcumuzun bronz madalya mücadelesi.Fenciler yine stilden vs.den bahsederken,grekoromen ne demekmiş onu anlamaya çalışıyorum.Bir de koparma silkme vardı diyecek oluyorum ki onların haltere ait terimler olduğu aklıma geliveriyor,son anda bir mahcubiyetten daha kurtulmuş oluyorum.Gelecek olimpiyatlardan önce branşlara göre planlanmış, hızlandırılmış "Uzman Olimpiyat Seyircisi" kursu almam şart!

Şu ana kadar 2012 olimpiyatlarında aldığımız tek madalya Rıza Kocakaya'nın bronz madalyası.Saygılarımı sunmadan geçmeyelim.Madeninin ne olduğu çok önemli değil.Bayrağımız göndere çekilince insan bir hoş oluyor.

Törende verilen çiçekler de pek komik.Sapları kesilmiş,iri yarı cüsselerde minnacık kalmış bir demet çiçek.Olimpiyatları biz düzenliyor olsaydık koca koca buketler hatta çelekler verirdik, maksat şanımız yürüsün.Memlekette bağ bahçe bostan kalmazdı maazallah :)

Keşke biz de 2012 Londra olimpiyatlarını ekran başında geyik yapmak yerine daha bir heyecanla  izleyebilseydik.Ve madalya törenlerinde Çinliler ve Amerikalılar gibi göğsümüz kabarsaydı..Eskiden halterde,şimdilerde güreşte yakalanan başarıları düşünüp,çiroz gibi jimnastikçiler ve atletler ile bizim başarılı olduğumuz branşlardaki sporcuları karşılatırınca kilo olayına boşuna takıyoruz diye düşünüyorum.Uluslararası platformda bile durum net.Tosunluk bizim hamurumuzda var...

3 Ağustos 2012 Cuma

ERKEK RUHLU KADINLAR & KADIN RUHLU ERKEKLER


Kadın ve erkek arasında sosyal roller bu kadar birbirine geçtikçe, cinsiyet ayrımı da o derece silikleşmeye başlıyor. Artık neredeyse aradaki tek fark üremedeki etkinlik! İyi mi kötü mü bilmiyorum. Kadın elinin hamuruyla hiç erkek işine bulaşmamış , erkek de evin reisi formatından uzaklaşmamış olsa daha mı iyi olurdu acaba?

Kadınlar sabahın köründe lanet bir trafikle boğuşup ofise gitmenin telaşında. Ofiste yapılacak yığınla iş, yönetilecek bir ekip, memnun edilmesi gereken patronlar...Öğle arası iş yemekleri ve zaruri ziyaretler. Akşam arkadaşlarla bir kaçamak ve eve gitmeden yuvarlanacak bir kaç kadeh. Çocukların okul telaşı, bankaya kredi başvurusu, faturaların takibi derken hayatın telaşı en az erkek kadar omuzlarında.

Hayat tarzı değiştikçe kadınlar da ister istemez erkekleşmeye başlıyor. Bu yüzden Biscolata reklamı çıktığında gizliden sevinç çığlıkları atmadık mı? Bunca sene hep kadın bedeni kullanıldı, şimdi gözlere bayram ettirme sırası bizde diye yapışmadık mı ekrana. Bekarlığa veda dendiğinde dans eden insan azmanı zenciler gelmedi mi aklımıza.

Erkekler...Kadının sırtında bu kadar yük varken, taş fırın erkeğiyim diyerek kenarda oturamazlardı. Ev işlerine ortak olmak, çamaşır asarken ucundan tutmak hayatın rutini içinde normal karşılanır oldu. TV programlarında  gördükleri özgüveni tavan yapmış şef aşçılara benzemek için mutfağa daha çok girip, jülyen usulu salatalık, ben mari usulu pişirme nasılmış  merak etmeye başladılar. Önceden fiziksel güzellik sadece kadının gündemiyken, en az onlar kadar sağlıklı beslenir, spor yapar oldular. Balkonsuz erkek olmaz diye övünülen bira göbeği utanç kaynağı haline geldi. Bedenler şekillendikçe siyah ve laciverte veda edip sezon renklerine gardıroplarda yer açılır, önceden eşlere bırakılan alış verişe bizzat gidilip, indirimler takip edilir oldu.

Metropollerde yaşam tarzı değiştikçe, sistem erkek ruhlu kadınlar ve kadın ruhlu erkekler yaratıvermiş farkında olmadan. Eşitlik,ö zgürlük güzel şey elbet. Fakat günün birinde erkek gibi adama, kadın gibi hatuna hasret kalırsak hiç şaşırmam.

3 Temmuz 2012 Salı

MERHABA YAZ


Sağ kolumun altında Bozcaada kalesi, sol kolumun altında karşı yakadan gülümseyen Geyikli ile sarmaş dolaş bir vaziyette anın tadını çıkartmaktayım.Cennete gidebilmek için ölmeye lüzum yokmuş meğer...

Sihirli bir lambadan sevimli bir cin çıkıp şu anda nerede olmak istersen hemen ışınlayabilirim dese kafasına terlik fırlatıp başımdan savabilirim.Burada bu anı yaşıyor olmaktan daha güzel ne olabilir.Ya da dünyanın neresi şu anda yaşamakta olduğum hazzı vadedebilir?Sessiz,sakin huzur dolu bir terasta mavi ve daha mavi ile koyun koyuna olmak.


Adayla ilgili çok yazıp çizdim.Her özlediğimde iç çekerek andım.Bazen bir eskiciden bahsettim,bazen burada kutlayacağım kırkıncı yaş günümden.İşte şimdi tüm bunlarım tam da orta yerinde bir hayalin içindeymişim gibi.Üstelik yalnız değilim.Adayı anlamlı kılan her kim varsa yanı başımda.Birinin elinde bir türlü bitmeyen bir kitap,diğerinde haftalar önceden özenle listeleyip yüklediği şarkıları kurcaladığı bir mp3 çalar,diğerinde ise havuç bazlı bir bronzlaştırıcı.Hepimiz bir aradayız,hep olduğu gibi ama bu defa herkes aynı yerde, kendi yarattığı dünyanın içinde...


Mutlu, mesut ve maalesef kısıtlı zamanların değişmez adresi.Bir gün misafirliğe değil, temelli kalıcı olmaya gelebilmek ümidiyle..


24 Haziran 2012 Pazar

Karşılıksız nezaket,biri için yemek hazırlayıp son dakika ekilmek gibi.

Onca saat didin dur, sevdiği yemekleri seçip özenle hazırla.Geldiğinde ne kadar da keyifli bir akşam yemeği olur diye düşün.Sonra karşı taraf bir bahaneyle iptal etsin ve kendi hazırladığın canım yemeği tek başına oturup ye!

Özene bözene, noktaya virgüle dikkat edip, en makul üslupla iletişim kurmaya çalışıp, olabilecek en sıradan ve baştan savma şekilde yanıt almakla yüzde yüz aynı şey!

Önceden kimin gün içinde ne yaşadığını, o anki ruh halini, evden çıkarken başına gelenleri bilemeyiz diyerek tolerans gösterilmesi gerektiğine inanıyordum.Fakat o kadar üst üste geldi ki artık kimsenin yaşadığı kişisel sorunlarının bir başkasına kabalık etmesi için bir bahane olamayacağını düşünüyorum.

Bu şehir mi bu kadar hoyrat yapıyor insanları, yoksa içinde dönüp durduğumuz profesyonel hayatın çarkları mı bilmiyorum.Bildiğim tek şey kendimin de değişiyor olmasından duyduğum rahatsızlık. Farkında olmadan "İnsanları değiştiremiyorsan kendini değiştir" tavsiyesine uymak gibi...Acaba sahiden de bu mudur doğru olan? Eleştirdiğimiz insanları değiştiremediğimiz için onlar gibi olmak mı yoksa her şeye rağmen değirmenlere karşı savaşmaya devam etmek mi?

14 Haziran 2012 Perşembe

KARMAKARIŞIK

Vakti zamanında bir tavsiye üzerine Schopenauer'un "Aşkın Metafiziği" kitabını almış, bir süre sonra saçmalıklar silsilesi deyip bir köşeye fırlatmıştım. Duyguları hiçe sayıp aşkı üremeye indirgeyebilmek için ya hiç aşık olmamak ya da birinden büyük bir kazık yemek lazım diye düşündüm. Üstelik eşcinsellik ve orta yaş üstü aşklara acaba nasıl bir yorum getirirdi diye de kafamda onlarca soru işareti bırakmıştı? Mümkün olabilse sayın üstat peki ya platonik aşktan ne haber diye sormak isterdim kendisine.

Şimdi ise acaba bu söylem, insanoğlunun aslında hiç bir matematiği olmayan ve kontrol edilemeyen , adına aşk dediğimiz kavrama karşı kendini korumak için kullandığı bir kalkan olabilir mi diye düşünmüyor değilim.

Öyle tuhaf,öyle çelişik ki...

Biri aşk yüzünden ızdırap içinde kıvranıp, bir türlü huzura eremezken, bir başkasının yüzünde güller açıyor gözleri ışıl ışıl. Öyle çok parlıyor ki hepimiz bu mutluluk bulutundan nasibimizi alıyoruz. Şimdi her iki duruma da sebebiyet veren aynı aşk değil mi?

Bir taraf vazgeçmesi gerektiğine kendini inandırmaya çalışırken kalbi ile beyni arasında müthiş bir mücadele veriyor. Ben de telefonda ahkam kesiyorum. "Bak kafanda bitirdiğin zaman o kişi ile bağlantıyı kopartmış olacak ve hafifleyeceksin" diye. Oysa adım gibi biliyorum, binlerce kez bitti dese de insan göz pınarları kuruyuncaya kadar ağlayıp bitap düşmeden, dibe vurmadan atlatamıyor. Diğer taraftan atlatmaya gönüllüyse ne ala. Aksi takdirde daha kaç zaman aynı girdabın içinde boğulmaya devam edecek kim bilir. Dedim ya ne matematiği var ne de kontrolü. Birisi ne kadar gözüne sokarsa soksun, aşkın pembe tül perdesi indiyse gözlere, görmemek, duymamak, bilip de bilmemezlikten gelmek kaçınılmaz. Sonrası dizilerin tekrar eden bölümlerinden farksız. Aynı olaylar, asla değişmeyen insanlar, aynı cümleler ve aynı yanılgı, aynı kalp kırıklığı.

İşte bu teselli turlarında hemen aklıma Schopenauer geliyor. Aslında aşk gerçek bile değil. İçgüdülerin bizi soyumuzu devam ettirmek için karşı cinse yakınlaştırmasından ibaret. Böyle bakmak harika bir kılıf ne de olsa. Üstelik kalp de neymiş tüm organlar gibi onu da beyin yönetmiyor mu?

Buraya kadar iyi güzel de peki öbür tarafta henüz gözlerinin içine bakıp, eline bile dokunamadığı biri için yüreği pır pır edene haksızlık olmuyor mu? Pamuk şekeri tadında bir hayalin keyfini sürerken yaşasın beyin kahrolsun kalp diyebilmek mümkün mü?

Yaşama sevinci yükleyip, adrenalini tavan yaptıran da o depresyona sürükleyip yüreği lime lime eden de. İster fiziği çözülmeye çalışılsın ister metafiziği konu aşk olduğunda akan sular duruyor. Kapalı bir sandık aşk. İçinden kime ne çıkacağı ise hiç belli değil. Kimine gül bahçesi vadediyor kimine dikenli teller...







6 Haziran 2012 Çarşamba

KAHVENİZİ NASIL ALIRDINIZ?


Orta ya da şekerli demeyin, nasıl olsa adada tüm kahveler sadeye yakın geliyor. Israr edip ikinci kez şansınızı da denemeyin sonuç değişmiyor. Varsın adanın da tek kusuru bu olsun. İyisi mi fincanın içini boş verip envai çeşit antika fincanın büyülü güzelliğine ortak olalım.

Kahvenizi nasıl alırdınız?
 
Yüz yaşını devirmiş altın varaklı bir fincanda mı yoksa çiçeklerle bezeli ayaklı bir çin porseleninde mi?

Bozcaada'ya iner inmez soluğu Kaikias'ın huzur dolu terasında alıyoruz. Handan Hanım her zamanki gibi sıcacık bir gülümsemeyle karşılıyor bizi. Bir otel sahibesinden çok dostlarını bekleyen kadim bir dost gibi...

Yol yorgunluğuydu , kahvaltıydı derken otelin hemen yanı başında kapısını aralamış antikacıya takılıyor gözüm. Eskilere olan merakım malumunuz. İçeriye bir göz atıp çıkmak istiyorum. Ufuk Bey içeriyi derleyip toplamaya nadide parçaları gün ışığına çıkartmaya yeni başlamış. Bir taraftan eşyaları ordan oraya taşırken bir yandan da içerisi kötü kokuyor değil mi diye hayıflanıyor. Oysa benim aldığım tek koku rutubete karışmış ahşap ve toprak kokusu. Ben meraklı gözlerle acaba içeride ne var ne yok, kim bilir hangi hazineler saklı diye düşünürken hoş bir sohbete başlıyoruz. Her bir nesneye dokunup hikayesini dinlemeye can atarken ne kadar da güzel bir iş yapıyorsunuz diye imrendiğimi belirtiyorum. Yok diyor,a slında hiç de öyle değil...İnanın insan çok sevdiği bir şey de olsa para kazanma amacıyla yapıyorsa artık eskisi kadar keyifli olmuyor. Sizin sadece beğeninize göre değerlendirdiğiniz objeleri ben satar satmaz diye ayırıyorum.

Beklediğim yanıt olmasa da biraz daha dinledikten sonra hak veriyorum. Hangi işin içine ticari kaygılar girse o işten alınan keyif oracıkta sonlanıveriyor demek ki.


Merakımı fark ettiğinden olsa gerek nezaketle eski kartpostalları, gazeteleri gösteriyor. Bu yıl dokümandan çok porselen geçmiş eline. Yarın uğrarsanız çok parça olur diyor. Derken ahşap bir kutuyu gösterip bunu da vakti zamanında almışım şimdi çiçek eksem ayıp olur, satmaya kalksam kimse almaz üstelik moral bozucu en iyisi ortalıktan kaldırmak diyor. Ben kutunun üzerindeki paslı haçı görene kadar bunun bir bebek tabutu olduğunu anlayamıyorum. Bir anda tüylerim diken diken oluyor. Küçük bir teselli olur belki diyerek buraya kadar geldiğine göre belli ki kullanılmamış diyorum. Lakin bir insan neden evinde onlarca yıl boyunca bir bebek tabutu saklayıp günün birinde eskiciye satar anlamak zor. İşte bu yüzden seviyorum antikacıları. Umulmadık bir eşyadan umulmadık bir bir türlü hikaye çıkıyor.

Tabuttan eski kartpostallara ve gazetelere geçiyoruz. 1902 basımı orijinal bir "Le Petit Journal" var karşımda, inanılmaz derecede iyi korunmuş. Sayfalarında bir tek kırışıklık bile yok. Gidip gelip bakıyorum ve en sonunda da almaya karar veriyorum. Fakat üzerimde para yok. Parasını verince alırım - alın sonra verirsiniz sorunsalinden sonra antikacıdan veresiye alış veriş yaparak tarihe ismimi altın harflerle yazdırıyorum :)

Ertesi gün yine ilk işim yeni açılan paketleri görmek için Ufuk Bey'in yanına uğramak oluyor. Bu defa raflar ve masa üstleri çeşit türlü porselenlerle dolu. Kimi fincan takımdan geriye kalan tek parça olmanın gururuyla gülümserken kimi tabaklar da yapayalnız kalmanın hüznüyle bakıyor gibi yüzüme. Kim bilir kimin çeyiziydi, kimlerin sohbetine kulak misafiri oldu diye düşünürken yine merakımı bastıramayıp soruyorum. Yahu kim aile yadigarı yemek takımlarını, kartpostalları satar!


Resim yazısı ekle

Genelde yaşlı insanlar ölünce kimi kimsesi yoksa ya da yakınları hatıralara duyarsızsa evi boşaltmak için çağırıp ne var ne yoksa inceletip satıyorlarmış. İçim burkuldu bir an. Bir şekilde halen yaşamıyor olsa da birilerinin mahremine dokunma duygusu...

Mahrem demişken, günün birinde Ufuk Bey'in eline bir günlük geçmiş. Hem okudum hem utandım diye anlattı. Yaşlı bir adam sahilde bir tekneye vurulmuş, günlerce betimlemiş durmuş. Parası yetmediği için alamıyor olmaktan şikayet etmiş. Yol yöntem aramış, öte beriyi satsam demiş yine olmamış. Derken bir gün bakmış ki tekne birine satılıvermiş...Mutsuz biten bir aşk hikayesi gibi. Ufuk bey hem merakımdan okudum hem de içten içe utandım diyor. Öyle ya kim günlüğünü günün birinde okunacağını düşünerek yazar. Bir senaristin çok ilgisini çekmiş günlük hemen satın almış. Belki bir gün Bozcaada'yı süsleyen bir antikacının rafında bekleyen hikaye bir dizide ya da bir filmde karşımıza çıkıverir,kim bilir...


30 Mayıs 2012 Çarşamba

Leonidas Micropoulos'a Saygiyla

Bu hafta başıma gelen en güzel şey ; Leonidas Micropoulos!

Yoğun ve kasvetli bir dönemin ardından tam da kafamı dağıtacak bir şeyler lazım derken bir anda karşıma çıkıverdi.Günlerdir ve gecelerdir sosyal paylaşım sitesindeki albümlerini talan edip,tüm yorumları noktası virgülüne okuyorum.Suyun iki yakasında,farklı pencerelerden karşı yakaya bakıp iç çeken insanların anılarını yad ettikleri,buram buram özlem kokan fotoğraflar...

Bazı fotoğraflara baktığımda derin bir hüzün kaplıyor her yanımı.İnsanın doğup büyüdüğü ,ilk okul,ilk aşk ve daha nice ilkleri yaşadığı bir şehirden ve köklerinden  kopartılması ne acı.Önce Rum bir ailenin mahremine misafir oluyorum.Kırklı yılların İstanbul'u.Şık ve görgü sahibi hanımlar beyler çocuklarıyla birlikle gülümsüyorlar objektife.Bir karede süslü bir yılbaşı ağacının etrafındalar,bir başkasında bir vaftiz töreninde.İstanbul sahillerinde kadınlı erkekli denize girilebilen,geceleri gazinolarda eğlenilen,Beyoğlu'nda en müstesna kıyafetler ile salınilan ve etnik ayrımcılık olmaksızın dostça yaşanıp gidilen yıllar. İstanbul'un İstanbul olduğu zamanlar.Her bir fotoğrafa o ana ait yaşanmışlığı olan birileri yorum yapmış.Kimi bizim sokağın köşesi demiş,kimi sokaktaki bakkaliyeyi anımsayan var mı diye sormuş.Her şeyin belli bir adaba göre yapıldığıni dogrulayan,şimdilerde biz de İstanbul'da mı yaşıyoruz dedirten fotoğraflar.

Derken sıra utanç karelerini barındıran albüme geliyor.6-7 Eylül talanından kareler dehset verici.Yüzyıllar boyu aynı mahallede barış içinde yaşamış,paskalyayı ,şeker bayramını,hanuka'yı birlikte kutlamış halkları bir anda birbirinden kopartıp atan lanetli gece.Dahası binlerce yıldır İstanbul'da kök salmış toplumları aynı dili konuşsalar da aslında çok da yabancı oldukları belki de daha önce hiç görmedikleri bir memlekete gitmeye mecbur eden sancılı süreç.Evini barkını,dostlarını bırakıp,İstanbul'a dair ne varsa  bir bir valizlerine yerleştirip, göz yaşlarıyla giden ve ömür boyu derin bir özlemle yaşayan bizim insanlarımızın hikayesi.Selanik mübadili olan baba tarafımı ya da Girit göçmeni dostlarımı düşündüğümde hep aynı senaryo diyorum.Aynı sürgün ve yabancılaşma hissi.Değişen tek şey tarihler ve sahnedeki aktörler.Devletler savaş açar,antlaşma yapar ya da bütün bunlardan bağımsız başka bir devlete gözdağı vermek ister.Her durumda memleketinden kopartilip atilan cazalandırılan halklardır.Beyoğlu'nun eski ihtişamını kaybetmesi de;o tarihlerde şehri terkedenlerin yerine yağmaya çanak tutan çapulcuların hakimiyetine girmesiyle başlıyor .Yakın zamana kadar Cihangir civarında sahipsiz olup,işgal edilen binaların sayısının iki yüzün üzerinde olduğu söyleniyordu.Onlarca yıldır kim bilir kim tarafından işgal edilmiş,tinerci ayyaş yuvası haline gelmiş tarihi binalar.Nerden bakarsanız bakın içler acısı.Yalnızca azınlıklara degil -ki bu sözcükten hiç hoşlanmıyorum-İstanbullu'nun sosyal hayatına yapılmış saldırının faturasını bugun halen ödemeye devam ediyoruz.Eskiden olduğu gibi canım istanbul un sahillerinde denize giremiyor,Beyoğlu'nda sözlü ve fiziksel tacize uğrama endişesi olmadan salinamiyorsak bunda 6-7 Eylül'de ekilen barbarlik tohumlarının ve İstanbul'a sarip sarmalayan yagmaci zihniyetin payı büyüktür.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

VEDA

          Henüz günün sıcaklığı elini eteğini çekmemişken , karanlık yavaş yavaş   sokulmuştu odaya...Geceyle gündoğumu arasındaki kızıllığa benzer bir renk dalgası vurmaktaydı pencereden.
         Odanın sessizliği içerideki boğucu havayla bütünleşmişti . Ayakucuna oturduğu dağınık yatak , kapakları sonuna kadar açık bırakılmış dolap , ahşap raflarda  erimiş mumlar ve zaman içinde anlamını yitiren bir sürü eşya...
         Odayı çekimser bakışlarla incelerken bir yandan bir an önce çekip gitme isteği duyuyor , bir yandan da kendini olduğu yere kilitlenmiş kadar hareketsiz hissediyordu . Olduğu yerde donakalmıştı.Pencereden süzülen ışık  da olmasa zamanın da dün akşamüstü beşte donup kaldığını düşünebilirdi . Neyse ki saate bakmasa da havanın karardığını fark edebiliyordu . İki elini üst üste koymuş öylece oturuyordu . Yüzünde dokunsalar ağlayacakmış gibi bir ifade vardı ama canı yanmışçasına da öfkeliydi .
             Kafası sorularla doluydu , iki gündür hiç birine cevap bulamamıştı artık hiç bir şeye olmadığı gibi düşünmeye de gücü yoktu . Boşluğa atılmış heyecanlar gibiydi  her şey . Öyle ki kimse yardım edememişti  avuçlardan kayıp gitmemesi için , ne kötü ne büyük bir kayıptı .
             Yaşanan onca şeye anılara , umutlara , ve şimdi yüreği iki değirmen taşı arasında eziliyormuşçasına ızdırap veren bu yokluga   değer miydi  hayat ?Alınacak bir kaç nefes uğruna bütün bunların ,  her geçen gün büyüyerek üstüne üstüne gelmesini beklemeye değer mi diye geçirdi içinden . Kırgın, kızgın umutsuz ve amaçsızdı.. Son bir şansı daha vardı.Yeni bir hayata ya da diğer adıyla ikinci hayatın başlangıcına şans tanımak ve ölümün sıcaklığını hissederek her şeyi bu odada geride bırakmak . 
            Bir an içip durup neden ölümü düşündüğünü düşündü.Güçsüzlükten mi yoksa çaresizlikten mi ? Evet çaresizdi ama bu yeterli bir sebep miydi ölmek için ? Ya güç ? Gücü de yoktu aslında mücadele edecek durumda değildi . Kimseye , kendisine bile faydası yoktu . Her şey allak bullaktı kafası karışmıştı.
            Başını kaldırıp ileri doğru baktığında geçen yaz satın aldıkları  kırmızı japon balığını gördü , bir kaç saniye kımıldamadan balığın küçük fanusun içindeki garip hareketlerini izledi . Onu seviyordu , kimse olmasa da o balıkla kendini yalnız hissetmiyordu.Şimdi de yalnız değildi işte . Terk edilmiş olabilirdi , son üç yılı bir kaç saat içinde silinip gitmiş olabilirdi ama yalnız değildi . Ne boş bir bahane diye geçirdi içinden ‘ yalnız değilim ‘ , kendini söylediğine inandırmanın zaferiyle , servi kozalakları acılığında bir gülümseme belirdi ince dudaklarında .
       Dün , o giderken ruhunu da alıp götürdüğünü sanmıştı beraberinde , iki gündür kımıldamadan duruşu , boş bakışları bundandı . O dolabın kapılarını ardına kadar açıp kıyafetlerını büyük bir özenle valizine yerleştirirken ‘ gitme , kal ‘ diyememişti . Zaten bunu söylemek için geç kalmıştı . Uzaklara gitme fikrini ilk açıkladığında karşı çıkmalıydı , ‘ bir gün mutlaka döneceğim ‘ masallarına kanmamalıydı ama her zaman olduğu gibi yine kararı ona bırakarak sessiz kalmayı seçmişti ve onu suçlamaya hakkı yoktu  . Oysa içinden boynuna sarılıp hiç bir yere gitme demek gelmişti . Valizini hazırlarken de aynı yatağın üzerinde oturup sessiz sessiz ağlamıştı sadece . Bütün yaptığı susmak , susmak ve susmak olmuştu . Dün akşamüstü valizini toplayarak çıktığı bu odaya birazdan vedalaşmak için  gelecekti ve belki de yapılacak en doğru şey burada oturup gidişini izlemek yerine , onun gelişini beklemeden çekip gitmekti . Anlamsız bir veda sahnesi daha istemiyordu ama yerinden kalkmak için bile gücü yoktu  .Aşk , yalzınca aynı yatağı , aynı heyecanı paylaşmak değil , gerektiğinde yoklukla , ‘hiç’ le mutlu olabilmekti . Belki bu yüzden kendini haksız sayabilirdi ama haksız taraf olmayı , bencil taraf olmaya yeğlerdi . Bencillikle kendi geleceğini düşünerek , onun geleceğini hiçe sayan birine karşı haksız konumda olmasının hiç bir önemi yoktu .
          Yatağın ayakucuna tutunup ayağa kalkmak için son bir çaba gösterirken merdivenlerde ayak seslerini duymaya başlamıştı . Gittikçe yaklaşıyordu . Evin kapısı büyük bir gıcırtıyla açıldı ve adımları yatak odasına yöneldi artık vedalaşmaya mecburdu .
             Ne kadar kaçmaya çalışsa da gerçeği yadsıyamazdı , er ya da geç gidecekti ,farklı bir şey olmasını beklemek aptallık olurdu . Gidecekti ve gidiyordu işte !  Gittikçe yaklasan ayak sesleri odanın kapısı önünde son bulmuştu. Az once duymamak ıcın kulaklarını kapama ıstegı duyduğu seslerin yerını cam  kapının ardındaki sıluet almıştı .
          Genç adam kapıyı ıkı kez vurup usulca ıcerı gırdı , söyleyecek tek kelımesı yoktu , ağır adımlarla kadının yanına sokularak , kollarından tutup kaldırdı ve  gözlerine bakmasını istedi . Son kez gözlerindeki ışığı görmek istiyordu . Böylece onu kendisiyle baş başa bırakırken içi biraz da olsa rahat edecekti . Biliyordu ona kızgındı , kırgındı ama zamanla gitmeye mecbur olduğunu ve onu ne çok sevdiğini anlayıp hak verecekti . Ve döndüğünde her şey kaldığı yerden devam edecekti. Onu burda , bıraktığı bu odada bulacak ve zaman sevgiyi asla silemeyecekti . Bunları düşünmek içini rahatlatmıştı . Usulca kollarından tuttuğu , yaşlı gözlerle , kendisine yalvaran bakışlarla bakan kadının saçlarına sıcacık bir öpücük kondurdu.Kollarını açıp ona sımsıkı sarılmasını ve geri dönmek için fazla geç kalmamasını dilemesini bekliyordu .       

      Oysa genç adamın beklentisinin tam tersine,kadın saçlarına değen dudakların kondurduğu son öpücüğe ,parmağındaki ince alyansı çıkartıp avuçlarına bırakarak karşılık  verdi.

      Beklenmeyen bu tepki karşısında  adam darmadağın olmuştu . Bu da ne demek oluyordu? Artık aralarındaki bağın son kalıntısı avuçlarındaydı . Oysa o hep susmuştu . Hissedebiliyordu gitmesini istemediğini ama o kadar emindi ki ondan kopamayacağından , yüz yıl da geçse bekler sanıyordu, gitmemesi için yalvaramamıştı belki ama gözleri her gece ağlamaklıydı ve bakışları yalvarıyordu .. Bekleyeceğini bilmek gitme kararını kolaylaştırmıştı , yalnızlığa alışır sanmıştı.
      Onu böylece ortada bırakıp giderken affedici olamamıştı genç kadın ve terk edilmeyi , bir gün dönüşünü umudederek yaşamaya mahkum  edilmeyi içine sindirememişti . O gidiyorsa , sevgisi , bağlılığı ve umutları da gidiyordu beraberinde . Bu odada kendinden sonra bırakabileceği hiç bir şey kalmamalıydı . Bu kadar kolay olmamalıydı.Böyle olmasını o istemişti . Madem ayrılığı seçmişti , parmağındaki alyansın da bir anlamı yoktu . Daha fazla duygularını ve onurunu hiçe saymasına izin veremezdi.Seçimini yapmıştı ve bir bedeli olmalıydı . Bu bedeli günlerdir uyumayarak  , sürekli onu bırakıp gittiğinde nasıl ayakta duracağını düşünerek ve nihayetinde ayrılma kararını alarak fazlasıyla ödemişti . Şimdi sıra ondaydı.
       Her şey birbirine girmişti .Üç dakika öncesine kadar gitmeyi kafasına koymuş adamın bütün planları bir anda alt üst olmuştu . Şu anda bu odadan çıkıp gitmesi demek sevdiği ve üç yılını tarif edilemez mutluluklarla donatan kadınını sonsuza dek kaybetmesi demekti . Ve en kötüsü ;  döndüğünde hayata  sıfırdan , yarım kalmış bir adam olarak başlama fikrine alışması gerekiyordu .
       Bu imkansızdı, onsuz bir hiçti . İnsana şansın bazen güldüğüne ve önemli olanın bu şansı değerlendirmekteki başarı olduğuna inanmıştı her zaman . Önünde ağlayan kadın onun hayatı boyunca sahip olduğu en güzel ve en doğru şeydi . Oysa onu bırakıp gitmeyi seçmişti ! Ne diyeceğini bilemiyordu , karşısındaki kadın kadar durgunlaşmıştı bir anda . Kadının  çenesini okşayarak , başını ve bakışlarını yerden kaldırmasını istedi .
      Hiç bu kadar kararlı olabileceği aklına gelmemişti , ayrılmak istiyordu . Sonsuza kadar kaybetmeyi göze almıştı . Ne derece haksız olduğunun farkında olduğu için ona kızamıyordu . Artık son bir karar vermek için sadece dakikaları vardı . Ya bu odadan son kez çıkıp giderek hayatının bir bölümüne sünger çekecek ve her şeyi burda bırakacak ya da tatlı bir hayalin peşinden koşmaktan vazgeçip sevdiği kadınla valizindeki eşyaları umutlarıyla birlikte ait oldukları yere yerleştirecekti. Bir an sendeledi ,  daha önce bu ayrılığın bir kumar olduğu gelmemişti aklına . Gittiği yerde onu nelerin beklediğini ve neler elde edeceğini bile bilmiyordu ama kaybedeceği her şey şu an bu odanın içinde onunla yüzleşmekteydi .
        İçeri girerken kapının yanına bıraktığı valizi getirerek yatağın üzerine bıraktı ve fermuarını açarak kıyafetleri bir bir valizden çıkartmaya başladı . Genç kadın anlamsız bakışlarla olanları izlemekteydi . Bir adama bir valizden çıkan kıyafetlere bakıyordu . Adam onun bu anlamsız bakışlarına ve merakına bir son vermek için büyük bir gülümsemeyle kadının gözlerinin içine baktı ve  dolabın kapaklarını açmasını istedi . Dün olduğu gibi ardına kadar açmasını …
    Her şey ne kadar ani olup bittiyse , yeniden aynı hızla kalındığı yerden başlanmalıydı . Bir hata yapmak üzereydi ama yapmamıştı . İki gün içinde iki kez seçim yapmak zorunda olduğu için biraz kafası karışmıştı ama affedilmekten başka bir şey düşünmüyordu .
        Genç kadının olup bitenleri anlaması bir hayli zor olmuştu .Gidişine ne kadar inanamadıysa şimdi vazgeçişine de o kadar inanamıyordu . Elleriyle gözlerini silip ,  adamın elindeki kıyafetleri alıp yatağın üzerine atarak  boynuna sarıldı daha once hıc cesaret edemedıgı gıbı…
       Bir uçurumun kenarından dönmüş olmanın sevinciyle , her şeye yeniden başlamanın heyecanı birbirine karışıyordu . Bır kaç saat oncesıne kadar nefesleri kesecek kadar daralan bu oda sımdı binlerce insanın kendi evrenını yaratmasına yetecek kadar büyüktü...