25 Ocak 2016 Pazartesi


08:00

Bugün berbat bir sabaha uyandım. Tek kelime ile bitik durumdaydım. Dün geceye dair gözlerimin önünden geçenler siyah beyaz bir film şeridinden farksızdı. Üstelik kareler öyle hızlı akıp gidiyordu ki ne tek bir kelimeyi, ne de etrafımı saran kalabalığa ait siluetleri anımsayamıyordum. Zaman dün akşam saatlerinde durmuş gibiydi. Odada yaşam belirtisi gösteren tek şey, tavanda geniş kollu bir pervaneye asılı duran bronz renkli döküm abajurdu. Kendi etrafında sinir bozucu şekilde dönmeye devam ediyordu.

 Gözlerimi araladıkça sıkı sıkıya kapatılmış perdenin kenarından jilet gibi içeriye sızan incecik ışık yüzünden başımın ağrısı dayanılmaz bir hal almıştı. Öyle korkunç bir ağrıydı ki imkânım olsa, keskin bir kılıçla kafamın üst kısmını bedenimden ayırmaya razıydım. Ellerimi şakaklarıma götürüp başımı bütün gücümle sıktım. İşe yaramadı. Sonra, parmaklarımla göz kapaklarıma bastırmaya başladım. Gözlerimin önünde zifiri karanlıkta uçuşan rengârenk toz zerreleri belirdi. Ardı ardına kayan neon renkli yıldızlar gibiydiler. Gözlerimi açtığımda başımın ve boynumun ağrısında zerre kadar hafifleme yoktu. Kafamın her yanı etime işlemiş koyu bir morluk gibi acıyordu. Canımı böylesine yakan şey iliklerime kadar hissettiğim ağrının şiddeti mi, yoksa bu tarif edilemez doku acısı mıydı ayırt edemiyorum. Yataktan kalkıp ılık bir duş almadan kendime gelemeyeceğim belliydi. Banyoya kadar sürünerek giderken, mutfağa uğrayıp iki tane ağrı kesici tableti koca bir bardak suya atıp duştan çıkınca içmek üzere tezgâhın üzerine bıraktım. Ne kahvaltı edebilecek halim vardı ne de bir şeyler hazırlayabilecek enerjim. Kafamı aşağı yukarı hareket ettirirken bile işkence çekiyor gibiydim. Gözlerimi iyice kısarak banyoya doğru gittim.

 Her sabah olduğu gibi duşa girdim ve başımı beyaz fayanslara dayayıp, gözlerimi kapatıp uzun süre öylece kaldım. Evdeki çoğu eşya gibi fayanslar da desensizdi. Oldum olası düz ve basit şeyleri seviyordum. Yirmili yaşlarımda basit olan güzeldir derdim, otuzlarda basit olan daha güzeldir demeye başladım ve kırklarımda kesinlikle emindim ki en güzeli kesinlikle en basit olandı. Renkler ve desenler beni fazlasıyla yoruyordu. Belki bu bir çeşit mesleki deformasyondu, belki de migren illetinden dolayı göz yorgunluğu yaratabilecek şeylerden uzak duruyordum. Bu durum farklı konularda da etkisini gösteriyordu. Kahveyi sade içip, sadece düz renk çarşaflarda uyuyabiliyordum. Yaşım ilerledikçe tercihlerim, takıntıya dönmeye ve hayatımı etkilemeye başlamış, eskiden daha esnek davranabildiğim şeylere karşı son zamanlarda hiç tolerans gösteremez olmuştum. Hatta can sıkıcı sürprizlerle karşılaşmamak için seyahatlerimden önce konaklayacağım otelleri arayıp banyo fayanslarının ve nevresimlerin internet sitesinde göründüğü gibi olup olmadığını soruyordum. Böylece yanımda bir yastık kılıfı ve çarşaf taşımama gerek kalmıyordu.

Son yarım saattir suyun başıma yaptığı temas kesinlikle iyi gelmişti. Mümkün olabilse günün kalan kısmını yatağımı duşun altına taşıyıp küvette geçirebilirdim. Bir süre sonra ağrının hafiflemesiyle nefes alıp verişim de rahatladı. Işık ve gürültüye karşı çok yüksek bir hassasiyetim olmasına rağmen saçlarımı kurutmadan evden çıkmam imkânsızdı. Dışarıdaki lodos sadece bugünü değil, gelecek birkaç günü bana zehir edebilirdi. Üstelik bunca yıl sonra akşamdan kalmalık için olabilecek en kötü günlerden biriydi. Lavabonun üstünde asılı duran aynayı elimle silip şişmiş gözlerime, birbirine karışmış sakallarıma baktım. Kendimi tanıyamıyordum. Sağ elimle saçlarıma ve bıyıklarıma dokundum. Bir süre sonra daha da berbat görünebileceğim gerçeği canımı sıktı.

Apar topar saçlarımı kurutup beyaz bornozumu giyip mutfağa gittim. İlaçlar bir an evvel etki etse iyi olurdu. Bu halde evden çıkamazdım.  Ne vardı sanki bu kadar içecek diye kendi kendime söylendim. Sonra bir anda kafamda konuşma baloncukları oluşmaya başladı. Aklımdan geçenlerle yüzleşmek için hiç de doğru bir zaman değildi. Hepsini zihnimden birer birer def edip salondaki geniş kanepeye uzandım.

Saçlarımı kuruturken, kulağımın dibinde uğuldayan makineden kapının tokmağının ardı ardına vurulduğunu duymamış olacağım ki ,Tuna telefonda son yarım saattir merdivenlerde beklediğine söylenip duruyordu. Bu sabah beni almaya geleceğini tamamen unutmuştum. Kapı açılıp beni o halde görünce her zamanki rahatlığıyla içeri dalıp hızlı hızlı konuşmaya başladı;

“ Evet dün gece kandili nerede söndürdük bakalım? Haline bakılırsa fena çarpılmışsın. Gözlerin yine matlaşmış. Başının ağrıdığına da bire beş bahse girerim.”

“ Yeni yıl için verilen bir davetteydim. Canım biraz sıkkındı, ortamdan da pek keyif aldığımı söyleyemem. Sonrasını zaten hatırlamıyorum.”

“ Bak esas sorun ne biliyor musun dostum, kırk yaşında bir adamın artık içki içmeyi öğrenmiş olması gerekir”

“ Sahi mi? “

Eninde sonunda nutuk atacağını bildiğim için uzatmak istemedim. Her fırsat bulduğunda ahkâm kesmekten pek hoşlanırdı. Zaten halim içler acısıydı. Ağzından çıkacak her şeyi kabulleniyor görünmekten başka şansım yoktu. İkimize kahve yapmak için mutfağa giderken, biraz geç ama geldiğimde seni bu konuda bilgilendireceğim deyip gülüyordu. Başımın ağrısı biraz hafifler gibi olmuştu. Kahvenin de ilaç kadar iyi bir etki yapacağına emindim. Kısa kesip fazla uzatmasa bari diye geçirdim içimden…

Kendi kahvesi için dolapta süt aranırken hiç açık paket olmamasına şaşırmıyordu. Çünkü beni çok iyi tanıyordu ve yarım kalmış yiyecek içecek kutularının, ikinci kez kullanılabilecek hiçbir şeyin evimde bulunamayacağını biliyordu. İki büyük fincan ile salona gelip başköşeye kuruldu ve kendince içki içmenin adabından dem vurmaya başladı:

“ Keremciğim, yetişkin bir erkeğin alkolle olan ilişkisi hassas bir konudur. Öyle hafife almaya gelmez. Tıpkı… Tıpkı bir kadını köprücük kemiğinden öpmek gibi. Ne çok ileriye gideceksin ne de tadını almaktan geri duracaksın. Durman gereken yerde durmasını bilmezsen bir nefes önceki keyfinden de lezzetinden de geriye bir şey kalmaz.”

Başımla söylediklerini onaylarmış gibi yapıp, bir an evvel evden çıkmak için giyinmem gerektiğini söyledim. Yoksa bu konu daha saatlerce sürebilirdi. Yatak odası ile bağlantılı olan giyinme bölümündeki ütü masasının üzerinde dün akşam evden çıkmadan hazırladığım kıyafetler asılıydı. Giyim kuşam benim için her zaman hassas bir konu olmuştu. Ani kararlarla dolaptan elime geçeni giymek bana göre değildi. Bu yüzden mutlaka bir gün evvelden giyeceğim kıyafetleri seçer, onlara uygun aksesuarlarımı ve ayakkabılarımı hazır etmeyi ihmal etmezdim. Koyu gri gabardin pantolon, açık mavi desensiz bir gömlek ve koyu lacivert v yakalı kazak isabetli bir seçim olmuştu. Gömleği giyerken birden içime bir kurt düştü:

“ Acaba o nasıl gelecek?”

Çok şık bir kıyafet seçmez umarım diye düşündüm. Gerçi gömlek ve kazak ya da düz bir hırka her zaman sağlam bir kurtarıcı sayılabilirdi. Eğer çok şık gelirse gömlekle kalırım diye düşündüm. Peki düz gömlek çok resmi ve soğuk bir tercih mi olurdu? Birkaç dakika odada durup boş gözlerle karar vermeye çalıştım. Kararsızlıktan nefret ediyordum. Elimle dolaptaki gömlekleri hızlıca tarayıp pantolonumla uyumlu,  küçük kareli, cepsiz bir gömlek seçtim. Böylece daha rahat görünebilirim diye düşündüm. Yine de gömleğin renginin kazakla olan uyumu kafamı kurcalıyordu. Boy aynasında kendime dikkatlice bakıp saçlarıma çeki düzen vermek için son kez banyoya girerken Tuna salondan seslendi:


“ Hadi artık bir an evvel çıkmazsak trafiğe yakalanacağız.”

“ Hemen geliyorum. Saat kaç? “

“ Saat sekiz oldu bile”

 

 

 

 


 

6 Ocak 2016 Çarşamba


 08:00

Bugün tembel bir sabaha uyandım. Üstümde birkaç gündür atlatamadığım soğuk algınlığının şımarıklığı,  içimde günün geri kalanına dair tuhaf bir heyecan... Yataktan güç bela doğrulup,  kendime hafta içi hiç alışkın olmadığım kadar esaslı bir kahvaltı hazırladım. Sahanda pişmiş tereyağlı yumurtanın ve ocağın üstündeki tavada kızartılmış ekmeklerin kokusu günü bir anda perşembeden pazara çeviriverdi. Buzlu camdan yapılmış eski bir plağa benzeyen tepsiyi salondaki masaya koymadan önce duvardaki tabloya takıldı gözüm. “Gecenin Galatası”. Maçka’daki galeriyi döküntü bir kebapçıdan sanat evine dönüştürüp, ilk sergiye ev sahipliği yaptığımda diğer tabloların aksine bir köşeye atılmıştı. Sanki sergiye dahil edilip edilmemesi konusunda gizliden bir kararsızlık var gibiydi. Birileri çıkıp, aslında bu duvarda pek de göz okşamıyor dese, ressamın o anda tabloyu sergiden çekeceğine emindim. Bense solgun sarı renklere bürülü tabloya görür görmez vurulmuştum. Galata Kulesi sırtını gecenin karanlığına yaslamış, önündeki derme çatma binalar semt sakinlerine karanlığın içinde inceden bir yol açabilmek için perdelerini ardına kadar açmıştı. Belki de bu gösterişsiz tabloyu farkında olmadan kendime benzetmiştim. Ona da, bana da en başından beri kuşkuyla yaklaşılmış, dikkat çekici işlere imza atabileceğimiz düşünülmemişti hiç. O gece kader ortaklığı yapıyor gibiydik. Acemi bir galeri sahibi, oldukça isim yapmış kaprisli bir sanatçıya ev sahipliği yaparken “ Gecenin Galatası” tatsız bir eleştiriye maruz kalıp her şeyi berbat etmekten ürker gibi sessizce asılı olduğu duvarda bekliyordu. Onu görüp, keşke benim olsa dediğim an içimden şöyle geçirdim:

“ Olur da dilinden anlayan ve ona benim gözlerimle bakan biri çıkarsa tablo onundur. Zaten alıcı olana mani olacak değilim. Daha neler! Ama sergi sonunda hala aynı duvarda asılı duruyorsa işte o zaman diğer tablolarla birlikte paketlenip bir kamyon kasasına yüklenmesine müsaade edemem. Kıymetini bilen çıkmadıysa, evdeki kitaplığın karşısındaki yeni yerini, ve yeni sahibini yani beni bekliyor demektir. Satılırsa da üzülmek yok. Kısmet değilmiş der geçerim. “

Doğruyu söylemek gerekirse,  ünlü bir ressamın en az şans tanıdığı eseri de olsa, bir koleksiyoner gibi davranacak lüksüm yoktu. Galeriyi adam etmek için harcadığım para belimi bükmüş, birkaç bankaya borçlanmıştım. Annem onca yükün altına girip böyle bir işe soyunduğum için şaşkın, Ali ise bütün bunlara sırf onun damarına basmak için kalkıştığımı düşündüğünden hala çok kızgındı. 

Yine de içimden bir ses son gün hala alıcısı çıkmadıysa bir şekilde benim olacağını söylemişti ve  işte şimdi tam karşımda sabahıma ortaklık ediyordu.

Tepsiyi usulca masaya bırakıp sandalyeyi çekerken tabloya sırtımı dönmek sinmedi içime. Tabak ve çatalları masanın diğer tarafına itip, sandalyenin yönünü değiştirdim. Kahvemi uzun zamandır olmadığı kadar telaşsızca içip, bugün sırasını bekleyen işlerin hiç biriyle ilgilenmeyeceğime dair kendi kendime söz verdim. Çünkü bugün dünyevi işlere zaman ayırmak için fazla özel bir gündü. Arkama yaslanıp, dün geceden hazırladığım çantada bir eksik olup olmadığını düşünürken, üç gün önce mesaj atan ve geri dönemediğim için kendimi kötü hissettiğim genç bir öğrenci geldi aklıma. İçimden hayır dedim. Bugün olmaz. Bir gün daha bekleyiversin. Mesaja cevap verip vermeme konusunda tereddüde düşmüşken, biri bütün apartmanı uyandırmak istermiş gibi durmaksızın zile basmaya başladı. Ya ortada bir ölüm kalım meselesi vardı ya da zil bozulmuştu. Yerimden fırlayıp, kim olduğuna bakmak için pencereye koştum. Bir taraftan üçüncü kattan sarkıp, giriş kapısını görmeye çalışıyor diğer taraftan da el sallayıp beni görmesini umuyordum. Çünkü aşağıda kim var diye seslenmek, tüm mahalleyi ayağa kaldırmakla aynı şey olurdu. Telaş içinde kapının eşiğinde duranın kim olduğunu görmeye çalışırken, daireyi çınlatan kapı ziline babaannemden kalma guguklu duvar saatinin, her saat başı duyulan çatallı sesi eklendi. Saat sekizdi.