20 Kasım 2012 Salı

Melekler Şehri

Evirip çevirip soymaya çalıştığım armut o kadar sulu ki parmaklarımdan bileklerime kadar şıpır şıpır sular akıyor. Tadı ise tam bir hayal kırıklığı. İlk lokmayı yutan sulu ama armut tadı yok gibi diyor.S ahiden de haklı, armuttan başka her şeye  benziyor. Armudun tadını tanımlamaya çalışırken birden aklıma "City of Angels"geliyor.

Duyulardan yoksun, hissetmeyi bilmeyen bir adama armudun ağızda bıraktığı hazzı tanımlamaya çalışan bir kadın, yani Meg Ryan. En sevimli sarışınlardan. Bana hep aynı yaşta takılıp kalmış gibi gelen, zıpır bir oğlan çocuğunu anımsatan saçlarına bayıldığım romantik filmlerin vazgeçilmezi. Karşısında bu filmdeki mimiklerine, boş bakışlarına hayran olduğum ve sonrasında kesinlikle 8mm gibi filmlerde rol almaması gerektiğini düşündüğüm Nicholas Cage.
 
Sonsuzluktan vazgeçirtecek kadar büyük bir aşkın hikayesi. Bu dünyadan olmayan birinin bir kadın uğruna ölümlü olmayı seçmesi. Gerçi dokunduğunu, tattığını hissedemeden ölümsüz olmak neye yarar. Ne güzel şeydir hissetmek. Beni derinden etkileyen filmlerden biri. Her anı her sahnesi hafızamda desem yeridir.
 
Armut soyarken aklıma gelivermiş olması başta beni gülümsetse de düşününce pek de haksız sayılmadığımı görüyorum. Bu film armut tasviri ile başlayıp, manavda armut reyonunda cilveleşmeyle devam eden ve sonunda armut almaya giderken Maggie'nin kaza yapması ile sonlanan bir film. Bu durumda bu meyvenin bir anda bana bu filmi çağrıştırmasına şaşmamak lazım. Bilinçaltıma yerleşmiş demek ki. Şimdi yazmaya başlayınca aslında izleyici olarak filmin travmatik  finalinin  gizli bir armut düşmanlığı yaratmış olduğunu da fark ediyorum. Sonraki izleyişlerimde ilk sahnelerdeki armudun tadı vs.g ibi replikleri duyunca oturduğum yerden "ah armut uğruna neler olacak ahh"dediğimi anımsıyorum.
 
Nerden nereye işte...Bir dilim armut, bir tutam laf ve bir dirhem çağrışım.

10 Kasım 2012 Cumartesi

KASIM KASILMASI


Bazen hayat sizi şaşırtır.Siz geriye dönüp kaçmak istedikçe sırtınızdan daha da hızla iter ileriye doğru.Bir sonraki adımda pes edip , noktayı koyacağım dersiniz yine olmaz.O adımda bu sefer bir başka basamak koyar önünüze.Baştan çıkartıcı olması için parmağının ucuyla merdivenin en tepesini işaret eder.Yakamı bırak be hayat, yolumu yönümü çizdim işte deseniz duymaz,belki de duymamazlığa gelir.Yorum yapmak senin haddine değil,senin kaderin belli.Ben de sana şans ve fırsatlar sunmaya devam ediyorum.Şikayeti bırak da tadını çıkart der.

Tıpkı uzun zamandır ayrılmak isteyip, her seferinde tam da söyleyecekken bin bir türlü sürprizle vazgeçiren arsız sevgili gibi.Elinde en sevdiğin çiçeklerle gelen adama git diyemiyorsun..




1 Kasım 2012 Perşembe

En kuzeyden en güneye...Molivos & Plomari



Bazen kendi kendimi bir  çocuk gibi azarlamak istiyorum. Tıpkı şu anda olduğu gibi;
“Bir daha seni bir yere götürmeyeceğim, gittin mi geri dönmeyi bilmiyorsun. Alt dudağını sallandırıp, geri dönmek istemiyorum diye mızmızlanmak da ne oluyor kuzum!”

Midilli’nin güney sahilinde,Plomari’deyim.Agrogiali otelin küçük verandasında oturmuş, Irene’nin ev yapımı kara dut reçeli ile birlikte ikram ettiği kahveyi yudumluyorum.Aslında burası bir otelden çok evinin odalarını konuklarına açmış bir hanımefendinin misafirhanesi gibi.Denizin hemen kenarında,dalgaların ninnisi ile uykuya dalınabilecek,lüksten uzak mütevazı bir durak.Bir yatak bir de iyot kokusu yeter de artar bile diyenler için biçilmiş kaftan.
Sabah , otelin sahibesi gelip size kahvaltıda ne yapabilirim diye sorup arka arkaya sıralamaya başlıyor.Tost,omlet,kaynamış yumurta,çay siyah mı olsun?Sonra bir telaşla mutfağa koşup elinde kocaman bir tepsiyle dönüyor. Bir taraftan masayı hazırlarken bir taraftan da istediğimiz kadar kalabileceğimizi, odayı boşaltmak için acele etmemize gerek olmadığını söylüyor.Gidin denize girin akşam istediğiniz zaman gidersiniz diyor.

Bu seferki Midilli seyahatimiz son derece spontane ve bir o kadar da keyifli geçiyor. Elimizi çabuk tutup, bayramdan önce firar ettiğimiz için ne ulaşımda ne de ada içi gezilerimizde kimseyle köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıyoruz.

Ayvalık limanında, kuyruk beklemeden şıp diye geçiverdik tekneye.Hepi topu birkaç kişiydik…Yol boyunca Anadolu’dan yağmur bulutlarını sürükledik peşimiz sıra. Yağmur yağmadıysa da gökyüzü ardı ardına çakan şimşeklerle envai çeşit renge büründü. Bir gürledi, bir ışıklar içinde parlayıp söndü. Biz ilerledikçe bulutlar hızlandı.Tam Midilli limanına giriş yaptığımız ve tekneden inmeye hazırlandığımız sırada ılık bir güz yağmuru boşandı. Mis gibi deniz kokusuna karışan, yağmur kokusuyla kendimden geçtim. Hızla tekneden atlayıp gümrüğe yöneldik.O kadar sakindi ki, gümrükten geçip adayla kucaklaşan ilk kişi ben oldum. Yağmurun tadını çıkartmak için ağır adımlarla ilerleyip, gözlerimi kısarak baktım etrafa.Adanın puslu silueti o kadar güzeldi ki , o kadar olur!

Aracımızı alır almaz zil çalan karnımızı doyurmak için tavsiye üzerine, kalenin hemen arkasındaki koyda bulunan Rembetis tavernanın yolunu tuttuk. Yağmura rağmen hava sıcacıktı. Sahilde acık havada oturup birbirinden lezzetli yemeklerin ve günün yorgunluğuna ilaç gibi gelen Uzo nun tadını çıkarttık. Midilli’nin en sevdiğim taraflarından biri her öğünün bir şölene dönüşebiliyor olması. Yemekler müthiş lezzetli, porsiyonlar çok büyük ve fiyatlar son derece makul. İki kişi uzo dâhil bir yemeğe yaklaşık 20 EU civarında bir hesap ödedik. Bu hesap neredeyse adanın tamamında standartlaşmış durumda. Hiç bir şekilde acaba bir kazık yer miyim gibi bir endişe taşımaya lüzum yok. Zaten tüm menüler Türkçe.Neye ne kadar ödeyeceğinizi en baştan biliyorsunuz. Uzo konusunda pek çok alternatif marka var ama adanın yer altı suları sebebiyle yerel uzo Kefi tavsiye ediliyor.Ben oldukça beğendim, deneyin yanılmazsınız.

Yemekten sonra yönümüzü rüya şehir Molivos’a çevirdik ve sahil boyunca ilerleyip, karşı kıyıda Asos’a gülümseyen, adanın en kuzey noktasına vardık.Molivos ..İnsan taşa bakarak mutlu olabilir mi? Oluyormuş, hem de çok! Taş ev, yaşanmışlık vs. derken Avrupa’nın en iyi korunmuş ortaçağ yerleşimlerinden biri meğerse burnumuzun dibindeymiş. Birbirinden güzel, aynı mimariye sahip evleri, küçük ama çok sevimli limanı, berrak denizi ve ziyaretçileri daha yoldayken karşılayıp hoş geldiniz diyen heybetli kalesi ile tek kelimeyle Ortaçağ’ı yaşatan bir yer.Molivos’u ağustos ayındaki seyahatimizde keşfetmiştik. Buraya ilk geldiğimizde internetteki forum sitelerinden bulup, mutlaka gitmeliyiz tam senlik bir yer diyen sevgilimin elini ayağını öpmek istemiştim. Bu sefer de Midilli’ye gelip Molivos’a uğramadan olmazdı.




Molivos
Oteller konusunda booking.com dan rezervasyon yapıp karşılaşacağımız sürprizi beklemek gibisi yok.Molivos’taki konaklama için de seçilen otel Panselinos isimli bir yerdi. Gece karanlığında büyük bahçeden içeri girdik. Bahçeye yayılmış pek çok villadan oluşan ilginç bir oteldi. Gecenin karanlığında yolumuzu yönümüzü pek seçemediğimiz için etrafla ilgili pek bir fikrimiz olamadı. Sadece odanın büyüklüğü ve içindeki mini mutfak, masa ve koltuk takımı gülümsetti bizi. Kişi başı 20 EU karşılığında konakladığımız bir yer için beklentinin çok üzerindeydi doğrusu.
Esas sürprizi sabah uyanıp perdeyi açtığımda gördüm ve kocaman bir çığlık attım. Büyük bir balkonumuz vardı ve önümüzdeki engin deniz Ege bölgesinin en kuzey ucuna doğru uzanmaktaydı…Benim şaşkınlığımın sebebi, harika bir deniz manzarasına uyanmış olmaktan ziyade, şu anda tam karşımda duran karenin, aylar öncesinde bloğumda yayınladığım bir yazı için seçtiğim tesadüfi bir görselin neredeyse aynısı olmasıydı. İnanılmaz şaşkındım…O fotoğraf karesinin içindeydim,tam da orta yerinde!
Kahvaltıya giderken Panselinos’un bahçesindeki çeşit türlü meyve ve zeytin ağaçlarıyla selamlaştık.Hepsi o kadar güzel ki..Dönüşte bahçeden toplandığımız mandalina ve portakallar yolculuğumuzun geri kalanında bize eşlik etti.
Otelden ayrılırken, görevli Savvas buradaki termali kesinlikle görmemiz gerektiği konusunda ısrar etti. Merakımıza yenilip uğrayalım dedik. Hiç bu kadar enteresan bir termal görmemiştim. Bizim gibi Osmanlı hamamları görenler için banyo kısmı çok sembolik kalsa da şifalı su çıkıyor diye kaynağın üzerine kocaman bir tesis kurulmamış olması takdire değer. Tam da denizin kıyısında kaynayan suyun üzerini minnacık bir kubbe ile örtmüşler. Hepsi bu. Gerçekten ufacık bir yer. Bundan başka meşhur olan baka bir Eftalou termali vardı da biz mi gidemedik ,bilemiyorum..

Molivos kalesi mevsimin olağan sükûneti içindeydi. En tepeden şehre ve dört bir yanımızı sarıp sarmayalan Ege’ye bakarken “anı” yaşıyor olmaktan daha güzel bir şey hayal edebilmek mümkün değildi doğrusu. Denize dik uzanan ahşap banklardan birine uzanıp denizin ve gökyüzünün mavisi ile sarıp sarmalandım. Hayata dair ne varsa zihnimden uçup gidiverdi. Masmavi ile sarmaş dolaş olmak, üstelik adada ve henüz güz güneşi yüzünü üzerimizden çekmemişken…
Molivos Limanı
Öğle yemeğini limanda yiyip, tekrar yollara koyulduk. Haritayı önümüze alıp, bu gece nerede konaklasak diye düşünürken Plomari geldi aklımıza. Bu sefer rotayı adanın en güneyine çevirdik. En kuzeyden ,en güneye ulaşmak pek kolay değil tabi. Mesafe kısa da olsa, son derece dolambaçlı yollar insanı hayli yoruyor.Plomari’ye vardığımızda yola çıkmadan hemen önce rezervasyon yaptığımız Agrogali oteli aramaya koyulduk. Bu kadar ev görünümünde olacağı aklıma gelmemişti doğrusu…
Plomari..Birbirinden güzel plajları ve ışıl ışıl denizi ile harika bir yer. Yazın epeyce kalabalık olduğuna şaşmamak lazım. Bana biraz Garda gölü kıyısındaki köyleri anımsattı. Sevimli ve mutlaka vakit geçirilmesi gereken Midilli’nin içinde gizlediği cennetlerden sadece biri.
Plomari

Yunan adalarından bahis açıldığında,buraya gelmek isteyen bazı insanların kafasında soru işaretleri vardı. Malum Türk ve Yunan sözde husumeti...Tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, ülkem dışında hiçbir seyahatimde, alış veriş halinde bulunduğum insanlarla el sallayıp, sarılıp öpüşerek vedalaştığımı anımsamıyorum.Kulağa tuhaf geliyor değil mi? Bence de. Otelden ayrılırken Irini ile sarılıp öpüştük. Arabamız gözden kaybolana kadar ardımızdan el salladı.Aracımızı kiraladığımız yetkili ile gümrük girişinde birbirimize yine el sallıyorduk karşılıklı. Lokantada hesabı aşağı yuvarlayan garsona bahşiş vermek istediğimde,”no my friends” deyip parayı almak istemedi. Oysa bir saat önce tanışmıyorduk bile. Dahası da var…Arkeoloji müzesine girmek istediğimde kapanmasına 15 dk. vardı. Bugün git yarın gel derlerken kapıdaki bekçi nereden geldiğimi sordu. İstanbul’dan dedim. Türk müsün dedi. Evet dedim Türküm.Gülümsedi.Hadi içeri gir, hızlı bir tur at para falan da istemez deyip kapıyı açtı.Plajda Deniz yaşlarında bir oğlu olan bir adam Türkçe konuştuğumuzu anlayınca oğlunun kulağına bir şeyler fısıldadı ve çocuk karşı kıyıya bakıp Yasu Türkiyaaa diye bağırıp el sallamaya başladı.Deniz yaşlarında dünya tatlısı bir oğlan çocuğuydu. Muhtemelen yanımda olsa ikisi serserilik peşinde koşacaklardı.Adamcağız da çoğunlukla vücut dilini kullanarak bize bir şeyler anlatmaya çalıştı.Karşı kıyıda neler olup bittiğini merak ediyordu.

Kısacası adaya ayak basar basmaz “ Merhaba Yunanlı ben dostum” tarzında bir savunmaya geçmenizi gerektirecek bir ortam söz konusu bile değil.Duvarlarda sıklıkla karşılaştığımız KKE harflerinin sahibi,Yunanistan’ın en eski partisi olan Komünist partisinin de Türklere yaklaşımı çok net.Anadolu’nun işgali sırasında, Türk-Yunan savaşına karşı gelmiş,işgalci kuvvetlere “emperyalist güçlerin planları için Anadolu’daki kardeşin Mehmet’i vurma” söyleminde bulunmuş bir parti ve Midilli’de hala çok etkin.

İşte yine geri dönüş vakti geldi de çattı bile. Adanın en sevmediğim tarafı,bir şekilde vedalaşmak zorunda olmam sanırım. Yazık ki geride güzel hatırlar bırakıp, bir sonraki yolculuk için gün saymaktan başka yapacak bir şey yok.

Hoşçakal Midilli,ver elini Ayvalık..