21 Ocak 2012 Cumartesi

GÜNLERDEN BİR GÜNÜN 365. GÜNÜ

Blog maceram 2010 yılı kasım ayında yemek tariflerimi içeren bir blog ile başladı ve ocak 2012 de 365.gününü dolduran "Günlerden Bir Gün"ile dolu dizgin devam ediyor.

Ne mutlu ki,arkama dönüp baktığımda altmışdan fazla yayınım toplamda neredeyse 10.000 kez tıklanmış,profilim 1750 kez görüntülenmiş!İlk aylarda kayıt sayısının ne kadar az olduğunu düşündüğümde hiç de fena bir istatistik gibi gelmiyor kulağa.

Bu blogu oluşturmam için yol gösteren ve en hızlı yorumlarıyla beni motive eden sevgili sinek kızı ,en basit yazım için bile bana övgüler yağdırarak "sen artık oldun" diyen maça kızı ve yazılarımın editlenmesiyle ilgili yorumlarını benimle paylaşıp halen kendisine verdiğim sürpriz sözünü tutamamamı başıma kakmayan kupa kızı başta olmak üzere,paylaşımlarımı dikkate alıp sayfamı ziyaret eden tüm Kabataş'lı dostlarıma,bir sonraki hayalimi gerçekleştirmek için daima desteğini yanıbaşımda bulduğum canım sevgilime ve yazılarımı okuyan-eleştiren-katıkda bulunan herkese sonsuz teşekkürlerimle..

TOSKANA LEZZETLERİ


O çok sevdiğim Toskana şehri Floransa'ya yakışır bir yazı yazacağım elbette ama bu gece sadece yemeklerden bahsetmek istiyorum.
Bir yadan yemek yiyip ,bir yandan da yazmak bakalım nasıl olacak. Deneyelim ve görelim..

Şu anda Floransa Grand Banglioni Otel'in teras lokantasındayım. İtalya'da akşam yemeği için epeyce erken bir saat, etrafta benim kadar sabırsız kimse yok. Mekanın bu geceki ilk müşterisi benim. Şef garson da beni gördüğüne oldukça şaşırmış gibi. Servis elemanları telaş içinde masaları hazırlamaya devam ediyorlar. Erken gelmenin avantajından yararlanıp dilediğim yere oturuyorum. Pek tabi ki en ferah ve manzarası en güzel masayı seçiyorum.

Burası şimdiye kadar Floransa'da yemek yediğim en güzel yer. Masa ve sandalyeler kırık beyaz, bütün masaları örtüler ile aynı renklerdeki taze kır çiçekleri süslüyor. Üstelik oturur oturmaz nazik bir garson gelip masadaki mumu yakıyor. Yalnızım, bu güzel anları benimle paylaşacak kimse yok ama yine de değmeyin keyfime.


Tam karşımda bütün ihtişamıyla Duomo Campanile di Giotto. Düşünüyorum da sekiz yıl önce bu kilisenin içini didik didik edip uzun uzun hikayesini dinlemiştik. Seneler sonra, bu defa uzak bir teras katından bakıp iç geçiriyor ve Chianti şarabımın tadını çıkartıyorum.


İlk kez İtalya'da bütün bir günümü pizza ya da makarna yemeden noktalıyorum. Şefin ilk tavsiyesi mercimek sosuna yatırılmış ızgara ahtapot. Kulağa hoş gelmediğini biliyorum. Açıkçası ben de mercimeğin ingilizcesini bilmeyen şefin ısrarı üzerine ok.dedim. Mercimek sosu olacağı aklıma bile gelmedi. Ekmeğe sürülecek mercimek çorbası kıvamındaki sosu bir tarafa bırakırsak yediğim en lezzetli ahtapottu. Genel olarak ahtapotu lastik gibi ve kendine has bir lezzeti olmayan bir mahlukat olarak gördüğüm için beklentim yüksek değildi.Fakat bu yumuşacık et ,ahtapot ile aramdaki eskiye dair tüm kötü tecrübeleri silip süpürüverdi.


Ana yemek olarak gelen Floransa'nın meşhur fiorentini yani t bone steak ya da bizim deyişimizle dana pirzolası da tam istediğim gibi az pişmiş.Yanında garnitür olarak sunulan minik patatesler ve sebzeler de çok lezzetli.Yalnız o kadar büyük bir porsiyon ki bitirebileceğime emin değilim.

Chianti şarabında ilginç bir aroma var.Sanki tarçın ya da karanfil gibi kuvvetli bir baharat kokusu geliyor burnuma.Aroması yoğun olmasına karsın içimi yumuşak.O kadar yorgunum ki ,yemek öncesi ikram edilen prosecco üzerine küçük bir şişe şarap bu gece beni sarhoş etmeye yetecek gibi ..
Ben şarabımı yuvarlayıp yemeğimin sonlarına gelirken mekan kalabalıklaşmaya başladı.Etrafta yüksek sele konuşan bir sürü İtalyan var ve çoğu yerinde bile duramıyor.Hareket halinde olmak bu milletin genlerinde var sanırım.

Tatlı için gelen menüyü inceleyecek halim yok.Yavaş yavaş kadehi tutarken parmak uçlarımın uyuştuğunu hissediyorum.Garsona nazikçe tatlı için seçimi ona bıraktığımı söyleyip başımdan savuşturuyorum.Gelen müthiş bir şey.Kahveli dondurma ile birlikte sunulan yarı pişmiş bir sufle.İçinin bir kısmı hala çiğ olduğu için kaşıkla parçalayınca içinden sıcacık çikolata akıyor.Çok benzer bir tatlıyı Manu'de Chateau Des Coeurs da yanılmıyorsam "Volcano" adı ile yapıyordu.

Ben tam çakırkeyif oldum daha fazla içmemeliyim derken Antonio tatlının yanında bir ikramda daha bulunuyor.İçinde alkol var mı diye sorduğumda muzip bir gülümsemeyle 'evet ama az' diyor.İçtiğim şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama tadı güzel.Oldukça şekerli,beyaz üzümden yapılmış tatlı bir şarap gibi.
Ve gecenin sonu,tahmin ettiğim gibi oldukça çakırkeyif bir moddayım.Saat 22:30.Bu kadar alkol havanın soğukluğunu hissetmeme biraz engel olur diye ümit ediyorum.Lezzet dolu bir akşamı,gecenin karanlığında ışıldayan Florasa'ya  iyi geceler deyip,Scudieri'de bir kapanış kahvesi içerek noktalamaktan daha güzel ne olabilir..

20 Ocak 2012 Cuma

BOLONYA NAM-I DİĞER "CITTA ROSSA"

Neptün Çeşmesi

Yaklaşık yedi ay sonra yine Floransa'ya geçiş yapmak üzere Bolonya'dayım.

Öğle yemeğimi Hırvatistan hava sahasında yerden 11.000 mt. yüksekte yiyip, ikindi kahvemi Bolonya'da içtim. Havalimanından çıktığımda direk istasyona gitmeye gönlüm el vermedi. Tren saatine kadar da epey zamanım varken biraz nostalji deyip, tren garına bir kaç yüz metre mesafedeki şehir meydanında indim taksiden. Haziran ayı gibi değil tabi...Hava -6C, ayaz insanın iliklerine kadar işliyor. Meydanda aceleyle bir tur atıp Dicle'nin kulaklarını çınlattım.Geçtiğimiz yaz kahve içtiğimiz mekanların ikisi de kapalıydı.Meydanı dolduran masa sandalyeyi de çoktan kaldırmışlar.Kışın yarattığı bu ıssızlık,terkedilmişlik duygusunu sevmiyorum hiç.Sanki yaz aylarında mekanları dolduran yüzlerce insan yok olup gitmiş,tüm cafeler de kepenklerini bir daha hiç açılmayacak gibi kapatmışlar..


Dedim ya hava buz gibi,öyle uzun uzadıya dolaşabilmek ne mümkün.Haziranda meydandan gara doğru yürüken 40C sıcaktan şikayet ediyorduk.Şimdi ise soğuktan dişlerim birbirine vuruyor diye söyleniyorum.Ey memnuniyetsiz insanoğlu ya da ey ayarsız Bolonya havası.


Hızlı adımlarla gara doğru ilerlerken soldaki minnacık trattoria geçen yıl yaptığımız tatlı kaçamağı anımsatıyor.2.000 km.lik kısmi bir Avrupa turundan sonra son durağımız Bolonya'ydı.Otelimiz bizi sabahın kör bir saatinde kabul etmediği için bu minnacık trattoriada cappucino içip vakit geçirmiştik.Üst üste iki kahve yuvarladığımı çok iyi hatırlıyorum.Bu adamlar kahve işini nasıl bu kadar iyi yapıyorlar acaba?Gerçi söz konusu İtalyanlar olunca 'nasıl' ile başlayan bir sürü soru çıkıveriyor karşıma.Mesela nasıl -6C de bisiklet ve motor üzerinde yarı çıplak gezebiliyorlar? Ya da nasıl sisli ve puslu bir akşamüstü güneş gözlüğü ile etrafı görebiliyorlar? Nasıl bu kadar özgüvenli,sempatik ve stil sahibi olabiliyorlar mesela?


Farkında olmadan 'kırmızı şehir' yani taksicinin öğretip tekrar ettirdiği adıyla 'citta rossa'da çok şey biriktirmişim..Kırmızı şehir yakıştırması sadece tarihi yapıların kiremit kırmızısı renginde olmasından kaynaklanmıyormuş.Bolonya'nın ikinci dünya savaşı döneminde büyük ölçüde komünist düzeni desteklemesi ve Mussolini'ye baş kaldırması sebebiyle adı "kırmızı şehir "olmuş.


Milano kadar gösterişli,Venedik kadar popüler olmayan kendi halinde bir şehir Bolonya.Bana sorarsanız henüz turistlerin keşfedip tadını kaçırmamış olması daha da gidilesi görülesi kılıyor bu şehri.Genelde başka bir noktaya ulşamak için kısa süreli ziyaret edilse de bence yolunuz düşerse kırmızı şehrin havasını soluyup,bir kaç öneriyi değerlendirin.

* İstasyondan Via Indıpenda caddesi boyunca yürüyerek Piazza Magiorre'ye varın.Ve bu muhteşem meydanı süsleyen küçük kafelerden birinde , Neptün çeşmesine karşı mevsime göre sıcacık kahvenizi ya da buz gibi biranızı yudumlayın.(Aralık-Ocak ve subat aylarında meydan hayalkırıklıgı yaratabilir,en tavsiye edilebilecek aylar eylül ya da mayıs olabilir)
* Şehrin tüm binaları kemerlidir,öyle ki sürekli aynı yerden geçiyor gibi hissedersiniz.Bu kemerlerin altından geçip küçük bir dejavu yaşayın.
* Şehirdeki 15 kuleden en bilinen iki tanesi de görülmeye değer.Bu iki kule yan yana , yine beceriksiz İtalyan mimarların elinden çıkmış eğik kuleler.Eğilmeye başladığı farkedilince biri yarım bırakılmış.Torre degli Asinelli ve Torre Garesenda,biri 1,5 mt diğeri 3,! mt.eğik.
*Olmazsa olmazı en sona sakladım.Meşhur Bolonez soslu makarna yemeden dönmeyin sakın.Şehrin her yanı birbirinden lezzetli makarnalar yapan küçük lokantalarla dolu.

16 Ocak 2012 Pazartesi

CAĞALOĞLU HAMAMI

Sıcağı oldum olası sevmem.Bu yüzden aslında hamam sauna muhabbetleri  hiç bana göre değildir.En son seneler evvel Manu çok ısrar ettiği için Çemberlitaş hamamına gitmiştim.Burayla ilgili ilk aklıma gelen soyunma kabinlerinin bakımsızlığı ve çalışanların ıslak bedenlerinin orama burama değiyor olmasından duydugum rahatsızlıktı.

Geçtiğimiz haftalarda kızlarla konuşurken hep birlikte hamama gitmeye heveslendik.Maksat yıkanıp paklanmak değil,gır gır şamata olsun.Tuğba sağolsun her zamanki gibi eksiksiz bir organizasyonla, günü satti belirledi giriş biletlerimizi aldı.Hamama gitmeden önce keselerimizi bile hazır etmiş.Her eve lazım bir kadın diye boşuna demiyorum...

İstanbul’un en soğuk günlerinden biriydi.Üstelik pis bir yağmur yagıyordu.Cağaloğlu hamamına hepsinden erken vardım.Kapıda biraz bekleyip geleni geçeni izledim.Girişte kocaman “Ölmeden önce görülmesi gereken 1000 yerden biri “yazıyor.Hemen girişte Kate Mossu’un hamamda gerçekleştilmiş moda çekiminden kareler var.Fotoğraflar muhteşem!Turistlerin kimi kapıdan çekingen gözlerle bakıp geri çekiliyor,kimi devasa kapının önünde durup fotoğraf çekiyor,kimi ise içeriye kadar girip bu soğuk havada sıcacık hamamın tadını çıkartıyor.Kapıda duran görevli pek sempatik.Gelen geçen herkese aynı cümle ile sesleniyor :

“Come come 300 years old Turkish bath , wash yourself J

Ne olursa olsun hamam muhabbeti başta biraz geriyor insanı. Geçkin vücutların , sarkmış memelerin öyle gizlisi saklısız etrafta dolaşıyor olması biraz tuhaf geliyor.Hamam demek çıplaklık demek oysa.Ben her ne kadar insanın dünyaya geldiği en naif hali işte utanacak sıkılacak bir şey yok desem de , bazılarımız benimle aynı fikirde değil.

Kısa süreli bir çekimserlikten sonra Osmanlı banyosu sefamız başlıyor...

Buz gibi havada kendimizi hamamın sıcacık kollarına bırakıyoruz.Tertemiz,mermerler ışıl ışıl.Hamamın içinde ‘halvet’yazan bölüm hemen dikkatimizi çekiyor,gülüşüyoruz.İlginç bir şekilde ortam aşırı sıcak değil.Fakat Halvet fena!Özelliği sıcaklıgın 60 C olmasıymıs.Orada yıkanabilene aşkolsun.Bir süre sonra görevliler gelip göbek taşına doğru yönlendiriyor.İşte tam bu noktada kendimi ortamın da etkisiyle Hürrem Sultan gibi hissetmeye başlıyorum.Sırt üstü yattığım sıcacık mermer bedenimi iyiden iyiye gevşetiyor.Gözlerimi kısıp, kubbenini üzerindeki küçük pencelerden sızan ışığın devasa avize üzerinde yarattığı ışık oyunlarını izliyorum.Kese,köpük,masaj aman yarabbim öldüm de cenette miyim acaba!

Hamam soğuk bir kış gününde insanın kendine yapabileceği en büyük iyilikmiş.Üstelik 2012 listesine ilk çentik de atılmış oldu.Bakalım sırada listenin kaçıncı etkinliği var?



15 Ocak 2012 Pazar

DEDEMİN İNSANLARI



Bugün ikinci kez,annemi de yanıma alarak 'Dedemin İnsanları' filmine gittim.Filmin afişi ve oyuncu kadrosu 'Babam ve Oğlum'tadında olacağının hissettiriyordu. Yanılmamış olmak bir yana , öyle hoş bir tat bıraktı ki,bu hafta bir başka film ile farklı bir maceraya dahil olmaktansa biz kez daha aynı hazzı yaşamayı tercih ettim.

Kah  güldürüp kah hüzünlendiren tipik bir Çağan Irmak filmi.1923'de evlerini barklarını terk edip hiç bilmedikleri topraklara yerleştirilen,suyun öte tarafında Türk soyu , beri tarafında Yunan tohumu diye yaftalanan insanların hazin hikayesi.Bir yıl boyunca iki taraftan da taşınan tam tamına iki milyon insanın dramı esasında.Türk de,Rum da olsa aynı sürgünü ve dışlanmayı yaşamış insanların..


Tam anlamıyla ne oralı ne buralı olamamanın ve sonsuz bir özlemin yine birbirinden kuvvetli karakterler ile sunulduğu harika bir film.Çocuk oyuncular da müthişti.Öyle ki başroldeki karakterlerden biri olan Ozan'ın bir ara gırtlağını sıkmak istedim.Demek ki iyi iş çıkartmış kerata :)

Oyuncu kadrosu ve yönetmen aynı olunca insan ister istemez,Türk sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış 'Babam ve Oğlum' ile kıyaslıyor. Annemin filmle ilgili ilk sorduğu şey çok ağlayıp ağlamadığımdı.Çağan Irmak'ın filmiyse kesin ağlatır gibi bir kanı var.Bir başka arkadaşıma da filmi önerdiğimde 'bu ara hiç ağlamalı bir şeyler izlemek istemyorum'demişti.Merak edenler için ,yer yer çok duygulansam da diğerinde olduğu gibi hıçıra hıçkıra ağlamadığımı söyleyebilirim. İnsanı derinden etkileyen sahneler var elbette. Çetin Tekindor'un titreyen bir ses tonu ile sarfetiği şu cümleler karşısında yutkunmamak ne mümkün;

"Bir beyaz ev hatırlarım Girit'te. Resmo köyünde... Mübadele derler, gitmeliymişiz oralardan evimizi bırakıp. Hep merak ettim o evde kim yaşar diye..."