29 Mart 2014 Cumartesi

27 MART 2014 / İSTANBUL

Sevgili Ali,

Epeydir elim kâğıda kaleme uzanamıyor. İster yoğunluk diyelim, ister teknolojiye yenik düşmüş alışkanlıklar. Baksana bu mektubumu bile postacıya teslim etmektense, sanal ortamlarda paylaşıyorum seninle. Oysa senelerce az pul yalamadım. İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampüsünün ana girişindeki tarihi kapının bir ayağı PTT ofisi olarak çalışıyordu. Ofisin en sıkı müdavimlerinden biriydim. Sürekli çantamda mektuplar, cebimde pullarla gezer, çevremdeki insanlara heyecanla mektuplarından, anlattıklarından söz ederdim. Bazen çok kıskanılırdın da haberin olmazdı. Gençlik aşklarımın hilafsız her biri seni uzaktan uzağa bir rakip gibi görürdü. Tanışma şansları da olmadığı için, uzaklardaki gizemli serseriydin onlar için. Mırıl mırıl söylenirlerdi. Yok efendim soyadımız da aynıymış. Eski kocam gibi kısaltmalı kaydediyormuşum telefona vs vs... Çocukluk işte. Gerçi şimdi geriye dönüp baktığımda hak vermiyor değilim. Kim bilir belki ben de olsam aynı tepkiyi verirdim. Bak neredeyse kırk yaşına geldik, evlendik barklandık, çoluk çocuğa karıştık hala da zerre değişmedi. Gözlerimi kapatıp düşündüğümde içimde hep sıcacık bir duygu oluyor. Çok acayip...Günün birinde hasta olsa ben bakarım diyorum. Canı bir şeye sıkılırsa ilk beni arasın diyorum. Tuhaf bir kıyamamazlık duygusu. Evlat gibi, kardeş gibi, dost gibi ama bir arkadaştan kesinlikle çok daha öte. Bazen ben de düşünüyorum neyini seviyorum ben bu adamın diye. İnan bulamıyorum :) ( şaka!) Çocukluk arkadaşım olman mı? Uzakta da olsak aslında hep çok yakın bazen en yakın olmuş olmamız mı?
Büyürken birbirimize kattıklarımız mı? Bana öğrettiklerin mi? Yoksa seneler boyu sana çok hayran olup senin gibi biri olmak istemem mi ? Aslıda bütün bunları düşününce bile içimden gülmek geliyor. Çünkü Aslı hep bir heves peşindeydi, Ali ise akıl veren, sağduyulu, çoğu zaman müşkülpesent huysuz insan.

Fransızca öğrenmeye heves ettiğimde "Ben senin İngilizcene bile popomla gülüyorum," deyişin, bazı mektuplarda senin gibi şiirler yazmaya özenip beceremediğimde "kasetlerin arkasındaki sözlerin fotokopisini çekip yollasan daha iyi olur," diye hayallerimi alt üst
edişin, m
ektupların sonuna eklediğin "Zayıfla ama torik kıvamında değil palamut kıvamında ol," notların gerçekten paha biçilemezdi :)


 İlk gençlik yıllarımızda geç saatlere kadar balığa çıkar, eski bir yeşil botun içinden mercanlara, isparozlara olta sallardık. Sırf azar işitmemek için yem toplarken balçığın içinde debelendiğimde şikayet etmez, oltaya taktığımız midyelerin sümüğe benzeyen halinin midemi bulandırdığından bahsedemezdim. Çünkü o çarşaf gibi denizin üzerinde salındığımız saatler hayatımın belki de en güzel, en dingin, en mutlu saatleriydi. Her şeye değerdi. Bir keresinde fırtınaya yakalanmış, evden epeyce uzağa sürüklenmiştik belki anımsarsın. Beni kıyıda bırakıp botu geri getirmeye çalışmıştın. O akşam başının üzerindeki botla geri dönüşünü ömrümce unutamam. Bu şapka sana çok yakışmıştı doğrusu :)

Okuldu, aşk meşk işleriydi, hayat kavgasıydı derken seneler su gibi akıp gidiverdi...Sen hiç söylemedin ama ben senin de beni çok sevdiğini bilirdim. Ali Ekinci bu, öyle kimseye saatlerini verip oturup mektup yazmaz. Anadolu parsından, yalı çapkınından, bir gün magazin sayfalarında düğün haberini almaktan korktuğu muhafazakar aşkından uzun uzadıya bahsetmez. O çok sarhoş olup, yerlere yapıştığımız gece iki elini birleştirip İzmir güzeli için ah çekerken beni yanına çağırmıştın. İşte aklının en yerinde olmadığı ve çok canın yandığı bir anda yanında beni görmek istemen çok içime işlemişti. Bak taaa seneler evvelinden gelen bir itiraf :) Kaldı ki o gece benim kendimi bile tanıyacak halim yokken bu detayı hafızama kazımışım. Bir de askere gitmeden evvel son konuşmamızda duygulanmıştın. Sesinin çatallı çıkışından anladım, hüzünlendim. İşte o da sana en çok sarılmak istediğim anlardan biriydi...

Geçmişten günümüze, ne değişti dersen değişen hiçbir şey yok diyemem. Lakin artısı var eksiği yok. Şimdi seni bütünleyen her şeyi de beraberinde seviyorum. Eşini, doğacak çocuklarını, anneni, kız kardeşini, babanı, teyzeni, inanmayacaksın ama enişteni  bile :) Tuhaf bir biçimde ben kendimi hep o ailenin bir parçası gibi gördüm. Bir yaz günü sen yokken annenle ev oturması yaptık mesela Girit kurabiyesi yedik şahaneydi tadı damağımda. Sonra kardeşinle Karşıyaka'da dolandık. Her bir an benim için çok kıymetliydi. Bayramlardaki cümbür cemaat yemekleri hiç saymıyorum bile. İnsan ömründe kaç kişi için böyle bir bağ hissedebilir sorarım sana?

Ne vakittir aklımda olanları yazıyorum aslında, bir şekilde doğum günün bahane oldu. Epeydir blog var biliyorsun gerçi senin için çok tatmin edici olmayabilir bay ultra entelektüel ama ben bu bloğu çok seviyorum. Son zamanlarda ilham aldığım, yeniden yayınlamak istediğim şiirlerde, yazılarda çok izin var. Bütün bunlar için sana sonsuz minnettarım. Hele ki geçen akşam şu dizelere rastladım, alnımın orta yerinden vurulmuş gibi oldum. O kadar güzel ki o kadar olur!

                                              Seninle ben
                                              Kavuşması gibi
                                              Çam kökleriyle tuzlu toprağın
                                              Temmuz ayında
                                              Adada...
 
 
İyi ki doğdun! İyi ki benim can dostum oldun.

 Ali dedeye saygıyla...


8 Mart 2014 Cumartesi

BİR GÜN - EDINBURGH


Mr. Holmes, bu omzuma dokunan senin elin mi? İki dirseğimi piyanoya yaslamış, yetmişlik solistin gözlerine hayran hayran bakarken yanaklarıma değen nefes, etrafı ısıtan sıcaklık sana mı ait?

Edinburgh'da gün çoktan geceye dönmüş, gece sabaha kavuşmak üzere...Dışarıda hava demir gibi soğuk. Canımı acıtıyor. Buzdan yapılmış bir bıçak yüzümü kesiyor gibi. İçerisi ise fazlasıyla sıcak, sıcacık. Bu büyüleyici şehrin en mahrem yerindeyim. Turistik mekanlar bir bir tavaf edilip, bol bol hatıra fotoğrafı çektirilip, sıra yerel hayata karışmaya geliyor.Hep dediğim gibi benim yol hikayelerimin en heyecan verici kısmının başladığı yer işte tam da burası.

The Rose Street'de tesafüden uğranan ufacık bir pubda başlayan gece New Town' da bir piyano barda İskoç gençliğine karışarak devam ediyor. Piyanonun diğer tarafında kızıl saçlı bir genç, altın kaplama düğmeli blazer ceketinin içine giydiği kolalı beyaz gömleğinin düğmelerini açmaya başlıyor teker teker. Yüzünde arsız bir gülümseme ile. Ellerimle gözlerimi kapatıp devam etme diye işaret ediyorum. Kafamdan geçenler ise çok net. " Ah deli oğlan üstünü büsbütün soyunsan ne olur, altında pileli etek var." O sırada Mr. Holmes yanıma sokulup fısıldıyor. " Sanırım tam zamanında geldim". Yorum yapmadan gülümsüyorum. Bu gece kahramanım olmaya gönüllü görünüyor.

Arada bir tüm ciddiyetiyle aromatik bir koku yayan piposundan acemi nefesler çekip, kumral dalgalı saçlarını sağ eliyle geriye atıyor. Daha önce gördüğüm hallerinden çok farklı. Öncekiler mi gerçek değildi, yoksa yanıbaşımda duran mı aslı, asla öğrenemeyeceğim. Fakat emin olduğum tek bir şey varsa, bu gece bana eşlik eden centilmen Sherlock Holmes'ün en sevimli hali. Diğer taraftan alışılagelenden farklı olmayan tarafları da var. Yüzünden her daim eksik olmayan gülümsemesi ve derin gamzeleri yerli yerinde duruyor. Yine ele avuca sığmıyor. Tam olarak bir varmış bir yokmuş misali bir adam. Şimdi burada ama kim bilir ne vakit kayıplara karışıp, bilmem kaçıncı yüzyılda, dünyanın hangi köşesinde tekrar karşıma çıkacak. 

Gecenin akışındaki tuhaflığa rağmen Floransa' da Dante ile rastlaşmak ne kadar normalse, Edinburgh' da onunla denk gelmek o kadar doğal görünüyor. 

Gün ağarmak üzere. Veda etmeden önce yorgun piyanist son kez gözlerime bakarak gülümsüyor. Ben de usulca başımı sallıyorum. O, benim zamanı yavaşlatmak, filmi ağır çekime almak istediğimin farkında ben de farkında olduğunun farkındayım. Böylece küçük bir işaretle anlaşıveriyoruz. 

Çıkışta otele kadar eşlik etmesini rica ediyorum. Ne de olsa onun memleketi sayılır. Bir taraftan da hem ters yönden gelen arabaların altında kalmaktan hem de mosmor bir ışıkla aydınlatılmış kalenin ve mezarlıkları çevreleyen taş duvarlarIn gölgesinde yürümekten ürküyorum. İçimde tuhaf bir korku var. Yersiz, sebepsiz. Kalbim hızlı çarpıyor.  Koluna giriyorum, ana caddeye yöneliyoruz. Gizemli bir adam vesselam.  Şaşılacak şey değil elbet, yüzyılların casusu. Bazen romantik bir serseri, bazen aksi çekilmez bir adam. 

Karşılıklı teşekkür, nazik bir kaç cümleden sonra kara gözleri parlıyor. Ayrılırken Holmes' dan beklenen o kurnazca düşünülmüş soruyu nihayet soruveriyor. 

"Söyle bakalım bir dudağın dokunabileceği en güzel nokta nedir?"

Sağ yanağımı uzatıp iyi geceler dilerken kulağına fısıldıyorum :

" Cevabım basit. Kişiden kişiye değişir. Daha fazlasını öğrenmek istersen bir sonraki bölümü beklemelisin."