5 Ağustos 2016 Cuma

GEÇMİŞE ÖZLEM

Hafta iyi başlamadı. İki gündür nükseden rahatsızlığım yüzünden geceleri uykusuz, gündüzleri yarı uyur yarı uyanık geçirdim. Doktor ve tedavi fobim yüzünden kaçtıklarımın bir  gün beni  küt diye indireceğini biliyordum. Ve hala  doktor arkadaşlarım uzman meslektaşlarını önerip, tahlil detaylarını vs. anlatırken kafamda tek bir soru vardı:

 “Acaba kan testi isterler mi?"

 “O niye ki?"

 “İğneden korkuyorum ya."

 Gelen tepki netti.

 “ Yuh!"

Bu yuh bu yaşta bunca şey yaşayıp da iğneden korkuyor oluşuma mı yoksa yine her zamanki gibi büyük fotoğrafı es geçip iğneye takılmış olmama mıydı bilmiyorum. Sadece daha fazla fırça yememek için ses etmedim. Neticede kan istediler mi paşa paşa kolumu uzatmaktan başka çarem yoktu.

Geçen iki günün aksine bugün güzel bir sabaha uyandım. Yatağın her tarafı sırtımı ve bedenimin üst kısmını destekleyen geniş yastıklarla doluydu. Ağrılar yüzünden yatamıyordum, sürekli dik durmam gerekiyordu. Bir an için kendimi tarladan toplanıp, köy evlerinin odalarına doldurulmuş pamuk yığınlarının içinde gibi hissettim. Çocukluğumda bu yığınların üzerine çıkmışlığım vardı. O duyguyu biliyordum. Yüksektesin. Altındaki pamuklar o kadar yumuşak ki sanki havada asılı kalmış gibi hissediyor ama düşmeyeceğini bildiğin için çok eğleniyorsun. İncirliova Hacıaliobası köyünde kardeşimle bu pamuk  odalardan birinde çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Fotoğrafa renk katan eksik dişlerimden anlıyorum ki aşağı yukarı Deniz ile aynı yaştaymışız. Ben 8 Ece 4 gibi..O gün hafızamda yer etmiş ne güzel bir gündü. Geniş ve güzel ailemin her bireyini şimdilerde ne çok anıyor ve ne çok özlüyorum. Yer sofrasının etrafında bir bakır tepsi, etrafında evin adamları. Deveci Nuri, Mustafa enişte, Sert Ahmet, Damat Mehmet. Pencerenin kenarındaki sedirde güzeller güzeli Çerkez kadınları, çocukları ve torunları. Hangi birini ansam diğerinin hatırı kalır. Ve biz. Döşeğin bir kenarında kucak kucağa oturan gülen çocuk yüzlerimiz.

Yatağın içinde bu kareleri düşünüp biraz daha dik durmaya çabalarken açılan oda kapısından içeriye serin bir esinti doldu. Kapı çarpacak galiba deyip gözlerimi kısarken DY girdi içeri. "Ooo bu oda ne kadar da güzel esiyormuş, ama istersen kapıyı kapatalım daha da kötü olma," dedi. "Bırak," dedim. Bırak essin. Bilakis nasıl iyi geliyor. Sanki serince bir bahçedeymişim gibi essin. Hatta köydeki evin bahçesi bile olabilir yattığım yer. Evin çıkıntısındaki mutfak duvarından başlayan cılız bir asma, bahçenin ortasında bölüm bölüm ayrılmış topraklıkların içinde karanfiller, ortancalar. Bahçe kapısının yanında bir ocak. Ocak var mıydı sahi yoksa zihin oyunlarından biri mi tam olarak kestiremiyorum. Ama hafızamda hep kapının yanında kirece boyalı, küçük bir tepeciği andıran bir ocak varmış gibi.  Tabii yatağın üzerindeki ince beyaz pikeyi havalandıran bu esintinin bir kısmı da tavanda tam tepemdeki vantilatörün işiydi. Mahalle kıraathanelerinde asılı olan geniş kollu hem lamba hem vantilatör olanlar. Komik görünse de çok işe yarıyor.

Esintiyle birlikte burnuma biber kokusu geldi. Bildiğimiz, doğrarken ellerimize beyaz tohumlarının yapışıp kaldığı taze yeşil biber. Şu meşhur reklamdaki gibi olsaydı. “Muftakta biri mi var? “ Evet mutfakta biri olsaydı keşke. İncecik doğradığı biberleri domates ve bol zeytinyağı ile harmanlanmış koca bir tabak kesik ile buluşturup çingen pilavı yapsaydı. İşte bu tartışmasız en sevdiğim anlardan biridir. Domates ve biber olmasa bile olur hatta. Taze ekmeğin kabuğunu tabağa bandırdın mı, kesikten damlayan zeytinyağı ağzını sulandırır. Aman nerden geldi aklıma sabah sabah. İstanbul'da da bulunmaz, mümkün değil. Sofrada taze ekmek, az tuzlu acımsı sele zeytin ve iyi demli bir bardak çay olsaydı. Bir de yumurtaları tokuşturmak için biri. Annem mesela...Ne iyi olurdu.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder