14 Haziran 2014 Cumartesi

GÜZEL ATLAR ÜLKESİ


Enfes bir gece. Üzerimde ince bir battaniye ile eski bir konağın terasında, yağmuru dinliyorum. Havada mis gibi bir koku, masada ince belli bardağa dolmuş akşam çayı. Bir gece evvelki yolculuktan herkes bitap düşüp odalara çekilmiş durumda. Sevda ve ben onca yorgunluğa uykusuzluğa rağmen inatla oturuyoruz. An itibariyle uykusuzluk zerre kadar umurumda değil. Öyle güzel bir gece ki keşke hiç bitmese...

Alt kısmı kayalara oyulmuş, üst kısmı bu kayaların üzerinde şekillenmiş enteresan bir oteldeyiz. Toplamda beş oda, geniş bir veranda ve şahane manzaralı bir terastan ibaret. Hem eski olmasından kaynaklı tuhaf bir gizemi, hem de yenilemenin kusursuzluğundan kaynaklı huzur verici bir tarafı var. Aslında otelde olmaktan çok bir ahbabın konağına bir kaç günlük ziyarete gitmiş gibiyiz. Teras gece yarısına kadar açık. Çay, kahve her daim hazır ve sıcacık. Zerrin Hanım otele girişte "çocuklar sever diye browni" yaptım dediği için, gece terasa varır varmaz çocuklardan evvel gözlerim browni tabağını arıyor. Zerrin Hanım'ı da uğurladıktan sonra leziz kek dilimleri çocuklara yar olamadan evvel gecemizi şenlendiriyor. Tabi bu duruma aramızda çok gülüyoruz. Yaş olmuş 35,  hala kadıncağızı bir an evvel yolcu edip, keklere yumulmanın peşindeyiz. Üstelik utanıp sıkılacak da bir durum yok. Ama yok, onun yanında yemektense, illa işe bir entrika katacağız.

Zerrin Hanım demişken, değinmeden geçersem çok çok ayıp olur. Otele vardık. Bir bayan gelip, elimizi sıkıp kendini tanıttı. Ayaküstü sohbet ettik. Sonrasında hepimizdeki tepki aynıydı. " Ya çok güzel değil mi?!". " Evet evet acayip güzel" Herkes aynı fikirdeydi çünkü sahiden de çarpıcı bir güzelliği ve baş döndürücü bir zerafeti vardı. İri masmavi gözleri, koyu renk gür ve dalgalı saçları, sıcacık gülümsemesi ile etkilenmemek ne mümkün. Hele ki bir kadın, bunu hemcinsi için söylüyorsa o güzellik kesinlikle yabana atılmamalı. Hikayesi de çok dokunaklıydı. Tam bir asmalı konak aşkı. Amerika'da doğup büyümüş, yabancı şirketlerde çalışmış. Epey yoğun bir profesyonel iş hayatı olmuş. Sonra Nevşehir'li birine, yani eşine aşık olmuş ve bu oteli alıp restore etmeye başlamışlar. Yaklaşık beş yıl süren restorasyonun ardından dört ay önce otel açılmış, Nevşehir'e yerleşmişler. Hem şaştım hem de müthiş saygı duydum. Herkesin bir anda verebileceği bir karar değil doğrusu.

Kapıda konukları karşılayan biri daha var.  Zeus. İsmi de kendi de pek tatlı. Heybetli ve ürkütücü görüntüsüne aldanmamak lazım. Sekiz aylık yavru bir Alman kurdu. Deniz çok rahat vermedi saolsun. Hem oynamak isteyip, hem de üzerine doğru koşunca çığlığı bastı. Oteldekiler çığlığa telaş etse de, bizim gülüşmelerimizi görünce rahatladılar. Zeus'un uysallığı her halinden belli, esas deli olan bizim oğlan.

Otele vardığımızda yorgunluktan ölmek üzereydik. Sabah 03:00 kalkışla İstanbul - Kayseri uçuşu, havalimanında kiralık araç krizi derken seyahat ufak tefek aksiliklerle başladı. Sonrasında telafisi afili oldu tabi. Aracı alıp, Ürgüp'ün yolunu tuttuk. Ürgüp'de bize yardımcı olan rehberimiz Sibel ile buluşup rotayı belirledik. Şu seyahatte en doğru kararımız bir rehber eşliğinde gezmek oldu. Yoksa taşa toprağa bakıp geri dönecekmişiz. Gerçi bizim rehber de pek yaman çıktı. Akşamüstü yorgunluktan kaytarmaya çalıştığımızda, " Yok yok buraya kesin girin, bu kilise önemli " deyince yine aramızda kaynatıyorduk;

"Kardeşim rehberin de mesleğine aşık olanını bulmuşuz, azıcık bıraksa da rahat rahat fotoğraf çeksek."

 En son açık hava müzesinde yine ite kaka girdiğimiz bir şapeldeki freski sorunca, sözlüden sıfır almış öğrenciler gibi boynumuzu büktük.

 " Nasıl görmediniz? Hemen girişte sağda bir adam önünde de kocaman bir yaprak var. Kimse görmedi mi?"

 Allahtan Tunç "ben gördüm" dedi de konu uzamadı. Gerçi mecburen gidilip bir daha bakıldı.

Ürgüp, Uçhisar, Paşabağları, Avanos derken tüm coğrafyayı didik didik ettik. İlk durağımız Sinasos yani Mustafa Paşa kasabasıydı. Mübadeleye kadar Rumların yaşadığı, tarihi rum evlerini ve irili ufaklı eksi kiliseleri barındıran şirin bir yer. Esas popülaritesini ise Asmalı Konak dizisindeki konağa borçluymuş. Bizim çok ilgimizi çekmediği için konağı gezmedik. Onun yerine köy kahvesinde kahvemizi içip, tazecik bahar havasının tadını çıkarttık.

Sonra, üç güzeller olarak bilinen peri bacalarını görmeye gittik. Ve evet itiraf ediyorum ki, ben Kapadokya'nın ve peri bacalarının buradan ibaret olduğunu sanıyordum. Tıpkı Venedik'e gidip ilk karşılaşılan su kanallarının bin bir fotoğrafını çekip, sonradan aslında bütün şehrin zaten kanaldan ibaret olduğunu fark etmek gibi. Kafamdaki Kapadokya imajı o kadar dardı ki, çorak bir tepe üzerinde bir kaç peri bacasından ibaret gibi geliyordu. İşte bu yüzden üç güzelleri görünce, gezip görülecek yerler bu kadar diye düşündüm. Devamında Ürgüp açık hava müzesi, Uçhisar'ın eşsiz coğrafyası, kızıl kanyon ve bütün bunlardan çok ayrı bir memleket gibi Kızılırmak boyunca uzanan yeşil ve sulak Avanos beni benden aldı. "Kapadokya" nın bu kadar geniş bir alana yayılı olduğundan bihabermişim.

Ürgüp açıkhava müzesini gezerken aklıma yine bin türlü şey geldi. Hristiyanlığın ilk kiliselerini gezdim. M.S 313 Milano fermanıyla resmi bir din olarak kabul görmesinden bile evvel, bu bölgede kayaların oyularak yapıldığı kiliseler. Ufacık, daracık. Diz çöküp dua etmeye yetecek kadar, bir avuç yer. Sonra St. Pietro'yu, Sagra Da Familia'yı ve yüzlerce benzerini düşündüm. Salt inancımızdan uzaklaşıp, din söz konusu olduğunda bile egolarımızın nasıl esiri haline geldiğimizi gördüm bir kez daha. Kaya kovuğunda tanrıyla bütünleşmekten, daha büyük, daha gösterişli, daha şaşalı ibadethanelere geçiş...İnsanoğlunun dizginlenemez tatminsizliği.

Tavanlara o zamanın teknikleriyle resmedilmiş silüetlere baktım. O resimler belki de bugünün İsa imajının doğmasının en önemli sebebi. Henüz ortada resmi bir din yok. Kimse İsa'nın neye benzediğini de bilmiyor ama ilk kiliselerin duvarlarını bize tanıdık gelen o resim süslüyor. İnce hatlı bir yüz, çukur yanaklar, uzun kumral saçlar...Belki Nevşehir'de, bundan 1700 sene evvel bambaşka bir şekilde resmedilmiş olsaydı, günümüze de o imaj ulaşacaktı, kim bilir.

Gezimiz sırasında hava bize çeşit türlü oyunlar oynadı. Tam yağdı yağacak derken , güneş açıverdi. Hava gayet açık derken, açık hava müzesinden tam çıkmak üzereyken bir anda kapkara bulutların üstümüze doğru gelişini gördük, an be an. Fırtınayı bekleyip, bir yere kaçamamak gibi. Hele ki benim gibi yağmur tutkunu biri için bulunmaz nimet. Tarihle kucak kucağa, bir açık hava müzesinde, muhteşem bir manzaraya karşı üzerimize yağmur yağıyor. Hem de ne yağmak. Arabaya gidene kadar sağanak yağmura yakalandık. Ömür boyu unutulmayacak anlardan biriydi.

Günü dolu dolu geçirdik. Hem beklentimizin üzerinde güzellikte olmasına, hem çok iyi korunmuş ve tertemiz olmasına epeyce şaşırdık. Bir an için kendimi bir başka ülkede hissettim ve daha önce gelmediğim için hayıflandım.

Yol üzerinde bir çanak çömlekçide durduk. Ürgüp'ü , Ihlara Vadisini olabildiğince yanlış bellemiş olabilirim ama Kapadokya'da bu işlerin çok yaygın olduğunu ve tursitik bir eğlenece haline geldiğini adım gibi biliyordum. Bizimkiler rahat durur mu? Denizler hemen hareketlenmeye başladı. Önce büyük Deniz geçti başına. Geçmesine geçti de, üzeri krilenmesin diye giydiği şalvar müthişti! Bildiğimiz kadınların giydiği basma şalvar. Üzerine giymesinden çok benimseyip poz vermesi komikti. Fotoğraflar ihtiyaç halinde şantaj yapmak üzere kullanılmak üzere bende saklı. Her kel Bruce Willis olmadığı gibi hem etek giyen de Sean Connery olmuyor doğrusu.

Onca yorgunluğa ve uykusuzluğa rağmen bizi dipdiri ayakta tutan, ciddi bir adrenalin kaynağımız vardı. Balon turu! En başından beri, bu seyahatin bahsi geçer geçmez bütün konsantrasyonumuz balon turu oldu. Sevda ve ben çok hevesliyken, Pınar ve DY güvenli bulmadıkları için binmek istemedi. Haftalarca balon dedik durduk. Yok efendim en son kaza ne zamanmış, kaç kişi ölmüş, nerden düşmüş vs. derken kararımız netti.Ölmek var dönmek yok! onca baskıdan sonra biz de kendimizi ölümcül bir aksiyona gittiğimize inandırmışız herhalde, akşam vedalaşma faslı, oğlumu emanet etmeler, iş helalleşmeye kadar vardı.


Sabah 04:00' de bizi balona götürecek araç geldi. Hava karanlıktı. Neresi olduğunu hala bilmediğim bir yerde yalandan bir kahvaltı ettik. O sırada hava yağışlı olduğu için balonların kalkamayabileceğini söylediler. Tam anlamıyla yıkıldık! Derken saat 05:00 gibi sivil havacılıktan kalkış yapılabilir bilgisi geldi. Dışarıya çıktığımızda, gün ağarmaya başlamıştı ve dışarıdaki manzara muhteşemdi. Onlarca devasa balon, şişirilmiş havalanmayı bekliyordu. Bu kadar çok ve renkli olabileceklerini hayal etmemiştim. Koskoca bir alanda, araçla balonumuzun yanına kadar gittik. 24 kişilik oldukça yüksek bir sepete tırmanıp, heyecanla beklemeye başladık. Bu arada bazı balonlar havalanıyordu. Derken balon yerden yükseldi ve kalp atışlarımız hızlanmaya başladı. Sevda bir müddet sepetin kenarına yaklaşamadı. Altı bomboş bir sepette 750 mt. ye çıkıyor olmak sahiden de katlanması kolay bir durum değil. Fakat öyle bir manzara düşünün ki, bütün gökyüzü, gözün alabildiği her yer balonlarla kaplı ve aşağıda Kızılırmak, Uçhisar, Göreme, Avanos uzanıyor. Heyecanı arttıran sadece yükselmek değil, bilakis bazen öyle alçalıyor ki, daracık vadilere girip, ağaçlara değecek kadar yaklaşıyor yere. İnsanın ömründe bir kez deneyimlenmesi gereken heyecanlardan biri. Hatta eğer varsa "ilk"ler listesinin en üst sıralarına yazılmalı.

 
 Balon yere indiğinde yeniden doğmuş gibiydik. Kendimizi başımıza kötü bir şey geleceğine o kadar inandırmışız! İnişte şampanya patlatılıp, şükürler olsun ki hala hayattayız diyerek kadeh kaldırdık.

Aynı gün yer altı şehirlerini gezdik. Kayaların içine yapılan, havalandırma sistemi mükemmel olan ve şaraphanesi de dahil olmak üzere yaşam standartlarının tamamını olduğu gibi yer altına taşıyabilmiş olmalarına inanamadık. Daracık tünellerde zar zor ilerleyip, odaları gezerken bile insan bir tuhaf oluyor. Yarım saatte, onca uyarıya rağmen iki kez kafamı çarptım. Son derece klostrofobik bir yerde bir yaşam sürmüşler. Tarihi M.Ö Hitit ve Friglere kadar uzanıyor. Neredeyse 1.500 yıl boyunca güvenlik sebebiyle kullanılan bu yer altı şehri 8 katlı ve yaklaşık 5.000 kişinin yaşayabilmesine elverişli. Civarda bir de daha büyük bir yer altı şehir olan Derinkuyu vardı ama zamanımız kısıtlı olduğu için burayı ziyaret etmek yerine rotayı doğrudan ıhlara vadisine çevirdik.


Ihlara Vadisi hakkında da en ufak bir fikrim olmadığını gördükten sonra anladım. Epeyce derin bir vadi. En derine ulaşmak için merdivenlerden inmek bile çok yorucu. Muhtelif yerlerde yine, gizli kayadan oyma kiliseler var. Vadi içinde akıp giden derenin etrafı yemyeşil. Manzara o kadar güzel ki, daha önce bu diyarlara gelmediğim için kendime söylenip duruyorum. Vadi bir başından sonuna kadar yaklaşık 4 km. Bir saatte rahatlıkla yürünebiliyor. Şansımıza, yürüyüşümüz yağmurun durduğu, hatta havanın epeyce güneşli ve sıcak olduğu bir araya denk geldi. Vadinin sonunda Belisırma diye küçük bir yer var. Derenin üzerine ahşaptan yapılmış bir kaç sedir oturtmuşlar. Dinlenmek içn uğrayıp, birer çay içtik.


Seyahatin sonuna doğru, karnımız zil çalarken bütün sabrımızı Kayseri'ye kadar zorlamaya kararlıydık. Buralara kadar gelmişiz, mantı, yağlama yemeden dönmek olur mu? Akşamüstü pılımızı, pırtımızı toplayıp, bir çuval güzel anıyı, eşsiz deneyimi yanımıza alıp, bir sonraki ziyaretimiz için hayallere dalarak Eriklet'in yolunu tuttuk...











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder